26 Haziran 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

4 6 MAYIS 2012 / SAYI 1363 ATAOL BEHRAMOĞLU Kopenhagen Biz kısaca Kopenhag diyoruz. Danimarka’nın başkentine ilk kez on yıl önce, Nâzım Hikmet’in 100. doğum yılını kutlamak için düzenlenen toplantılara katılmak üzere gitmiştim. On yıl sonra aynı kente ikinci kez gittiğinde insan ne hisseder? Bir şiirimde söylemiştim bunu: O kentin de, kendinin de değiştiğini… Gerçi bu, duygusal bağımız olan bir kent için doğrudur, ya da geçerlidir. On yıl önce gördüğüm Kopenhag’dan bende pek bir izlenim kalmamıştı. Fakat Kopenhag limanında, denizdeki bir kaya üzerinde, bronzdan dökülmüş “küçük deniz kızı” yontusunu unutmamışım… Birlikte olduğumuz arkadaşlardan biri, kızın kafasının (herhalde bir sapık tarafından) koparılıp götürüldüğünü, daha sonra yenisinin yapıldığını söyledi. Heykel Danimarka’nın dünyaca ünlü masalcısı Hans Christian Andersen’in “Küçük Deniz Kızı” masalından esinlenerek yapılmış. Bu masalı okuyup okumadığımı anımsamıyorum. Fakat Oscar Wilde’nın kısa süre önce okuduğum, izlenimleri zihnimde çok canlı “Balıkçı ve Ruhu” masalı, Andersen’in masal kahramanıyla örtüştü… Kafası Danimarka’da da sapığın bir tarafından koparılıp götürülmüş olsa da, bizde böyle bir heykelin varlığına herhalde tahammül edilemezdi. Kopenhag’ın işlek caddelerinden birinde de, çırılçıplak kadın ve erkekleri birlikte gösteren büyük bir heykel var. Birkaç gün önceki gazetelerimizden birinde, bir öğretmenin, içeride (antik Yunan sanatı ürünü) çıplak insan heykelleri olduğu için, çocuklara bir müzeyi gezdirmediği yazıyordu. Ahlaksızlık çıplaklıkta mı, çıplaklıktan korkuda mı, ne dersiniz? *** Yukarıda yazdıklarım, Danimarka ve Türkiye’nin, uygarlık basamaklarının neresinde bulunduklarını gösteriyor. Bir başka gösterge, eğitim konusuna bakışla ilgili. Danimarka’da istisnasız her öğrenciye 1000 Avro aylık burs verildiğini duyduğumda, önce yanlış anladığımı düşündüm. Meğer gerçekten öyleymiş. Bizim çocuklarımızla o ülkenin çocuklarının herhangi bir konuda yarışma şansı olabilir mi? Evet, bir tek konuda belki… Bizim çocuklarımız bundan böyle daha dindar olacak… *** Danimarka’nın nüfusu beş milyonun biraz üzerinde. Bunun yaklaşık bir buçuk milyonu başkent Kopenhag’da yaşıyor. İstatistiklere göre, bir kişiye birden fazla bisiklet düşüyormuş. Kopenhag’ı tarif et deseler, bisikletliler ve mutlu çocuklar kenti derdim. Bisikletli mutlu insanlar kenti de diyebiliriz. Kaldığım otel, kentin merkezindeydi. Sabaha karşı bülbül cıvıltılarıyla, ya da şiirin diliyle söylersek bülbülün şarkısıyla uyandığımda kulaklarıma inanamadım. Bu şarkıyı en son, yine sabaha karşı, Toros’ların kıyısındaki bir küçük kasaba otelindeki odamda uyandığımda işitmiştim… Şimdi uygar, zengin, gelişmiş bir Batı kentinin tam ortasındaki bir otelin, penceremin açıldığı avlusundan geliyordu. Demek ki uygarlık, zenginlik, gelişmişlik, doğadan kopmayı gerektirmiyor… Bunu bizim insanlarımıza nasıl anlatmalı? *** Kopenhag’a bu kez, Uluslararası Şiir Festivali’nin konuğu olarak gittim… Bu festivallerin hepsinde olduğu gibi şairler şiirlerini kendi dillerinde okuduktan sonra, her şiirin ardından o ülkenin diline çevirisi okunuyor. İyi söylenen Türkçenin bu dili hiç bilmeyenleri nasıl etkilediğini bu festivalde de gördüm ve mutlu oldum… Fakat ülkeye dönüşte, dönüş sevincimi gölgeleyen keder duygusu bu kez her zamankinden daha çoktu… Bu kederin, yaşanılası bir kenti geride bırakıyor olmaktan çok, gittikçe yaşanılmazlaşan bir kente ve ülkeye dönmekle ilgili olduğunu tahmin edersiniz… Uygar dünyaya her yolculuk sonrasında, Türkiye’nin bu dünyadan gitgide ne kadar uzaklaştığını daha acı ve acıtıcı biçimde görüyorsunuz. [email protected] www.ataolbehramoglu.com.tr Melda Onur insan hakları batağında “Gerçekçi ol, imkânsızı iste.” Büyük devrimci Ernesto Che Guevara’nın bu sözü CHP İstanbul Milletvekili Melda Onur’un yaşam mottosu. Melda, son günlerde insan ve yaşam hakları konusunda “aktivist vekil” olarak öne çıkan bir isim. Tutuklular ve siyasi davalardan ekolojik anayasaya, HES eylemlerinden LGBTT’ye (lezbiyen, gey, biseksüel, travesti, transseksüel) uzanan kabarık bir ajandası var. Nefret Suçu Yasa Kampanyası Platformu temsilcisi olarak, LGBTT’leri de kapsayan bir nefret suçu yasa tasarısı için çalışıyor. Hatırlarsanız vegan mahkum Osman Evcan için, Adalet Bakanlığı’ndan vejetaryen mönü izni çıkardı. Tutuklu gazeteci Müyesser Yıldız’a kedi verilmesi için bakanın kapısını çaldı; kediye izin çıkmasa da, cezaevi disiplin yönetmeliği değişikliği sözünü aldı. Tekirdağ’da aşırı soğuktan elleri yanan mahkumu onunla tanıdık. Balinaların ya da su samurlarının sözcüsü olması bir yana, Meclis’te giydiği pandalı tişörtü ile çok konuşuldu. EBRU Dahası HES’lere GÜZEL karşı yaşam hakkını savunan köylülere destek veriyor, yaşamını yitiren işçilerin aileleriyle birlikte yas tutuyor. En son Pozantı’daki tutuklu çocukları ziyaret etti. Aklı, tutuklu gazeteciler ve düşün insanlarında... Melda Onur’un uzman olduğu alan iletişim. Uluslararası İlişkiler alanında yüksek lisans yapmış. Yetinmemiş, Fransa’da Uluslararası Kamu Yönetimi Enstitüsü’nde Ekonomik İlişkiler okumuş. Uluslararası Nakliyeciler Derneği’nde (UND), icra kurulu üyesi olarak çalıştığı yıllarda “TIR’cı kız” lakabını almış. Sivil toplum örgütlerinde siyaset yaparken, iletişim koordinatörü olarak çalışmış. Fransızca, İngilizce ve İspanyolca biliyor. Leman’ın, dünyada kadınlar tarafından hazırlanan tek kadın mizah dergisi “Bayan Yanı”nda yazıyor. Hayatından oldukça memnun olsa da gidişattan hiç memnun değil Melda. “Milyonlarca işsiz varken, neyin iyi gittiğini söyleyebiliriz ki? Biz bu şekilde Avrupa normlarında gelişmiş bir ülke olamayız. Üstelik parlamenter demokrasi hiç işlemiyor” diyor. Çevre ile ilgili faaliyetlerde bulunmak isterken, Türkiye’nin koşulları gereği, insan hakları batağına girdiğini söylüyor. “Adalet sistemimizde çok ciddi sorunlar Çevre ile ilg ili faaliyetlerd e bulunmak var. Bu iktidarın en büyük yapılacak isterken, günahı yargı, adaletsizlik!” değişiklikleri destekleyeceğini Müyesser Yıldız’ın Türkiye’nin söylemiş olması, iyi kedisine takıldım kaldım. koşulları haber! “Çağdaş Sokaklarda bunca hayvan gereği, insa Hukukçular Derneği sefil olurken, tutuklulara n ile konuştum. Onlar yoldaş olsalar fena mı hakları yönetmelik değişikliği olurdu? Meğer Adalet “batağı”na ile ilgili bir çalışma Bakanı Sadullah Ergin yapacak. Bakalım?” de, “ne yapılabilir” diye girdiğini diyor Melda. Odatv ve araştırmış. Ama söyleyen Ergenekon davalarının Melda’ya, “Bugün kedi ise siyasal davalar isteyen yarın tavuk Melda Onu r olması sebebiyle, isteyecek, nasıl başa “Adalet ancak Türkiye’deki çıkacağız?” yanıtını siyasal gelişmeyle vermiş. Melda da sistemimizd e paralel ilerleyebileceğini konuyu cezaevi çok ciddi düşünüyor. Yine de yönetmeliklerine getirmiş. “Cezaevi Barış Pehlivan, Barış sorunlar va r. disiplin yönetmeliği Terkoğlu ve Müyesser Bu iktidarın tam bir rezalet!” Yıldız’ın tahliye olacağı en büyük diyor Melda. konusunda ümitli! Soner “Tahliyesine yakın Yalçın ve Yalçın Küçük günahı yarg ı, bir tarihte slogan konusundaysa “Sanki adaletsizlik attı ya da türkü onlar, ellerinde tutmak !” isteyecekleri isimler gibi söyledi diye disiplin diyor. geliyor bana. Dilerim öyle suçu alan, hapis süresi uzayan çok tutuklu var. Bazı cezaevleri bu süreyi maksimumda kullanıyor. Sonra kıyafet yönetmeliğinin de değişmesi lazım. Bir sürü yoksul aile var, çocuklarına iki takım giysi hakkı veriliyor. Bu çocuklar bir saat akan sıcak suyla eşyalarını yıkayamayabiliyor. Yıkanmış eski eşya da sokulmuyor.” Dikiş içlerine jilet, uyuşturucu vs. konması gibi durumlar için “Cezaevine göz tarama ile giriyoruz. Bunu anlamak mümkün mü?” diye soruyor. Bakana da aynılarını demiş. Ergin’in, yönetmelikle ilgili olmaz. Engin Alan, ‘Bizler bir çeşit rehineyiz, bir gün, bir pazarlık sürecinde değiştirebilecekleri rehine olarak tutuluyoruz’ demişti. Başkanlık sistemi, anayasa, Cumhurbaşkanlık seçimi bunların her biri, toplu tahliyeler için bariyer” diyor. Nefret Suçu Yasa Tasarısı ve LGBTT’ler konusuna geliyoruz. Hrant Dink cinayeti gibi, eşcinsel cinayetlerinin de nefret suçu sayılması gerektiğini dile getiren Melda, insan hakları savunucularındaki kırılma noktasını LGBTT olarak yorumluyor. “Toplumsal cinsiyet ile cinsel yönelim arasındaki farkı göremiyorlar. Muhafazakâr insan hakları savunucuları cinsel yönelim yerine, toplumsal cinsiyeti kullanıyor. Siz toplumsal cinsiyet derseniz yasaya kadınerkek diye geçer, LGBTT’ler ne olacak? Oysa siyasi bir gerekçe olmamakla birlikte birinci derecede nefret kurbanı onlar. LGBTT’yi dahil etmeden bir nefret suçları yasası tasarlayamazsınız!” İnsan hakları savunucularında bile homofobik bir yaklaşım söz konusuyken, kamuoyunun desteğine ihtiyaç çok. Dünyada, bedene yüklenen doğal ve özsel anlamların söylem tarafından kurgulandığı, cinsiyet ayrımının hiçbir önceliği olmadığı tartışıladursun, biz neredeydik? Hadi Foucault’nun cinsiyet kategorisinin bir birliğe sahip olmadığını yazdığı ya da Judith Butler’ın cinsiyetin kurumsallaştırılmış bir heteroseksüelliği içerdiğini anlattığı kitaplarını okumadık, eşcinselliği hâlâ bir hastalık olarak görmek ne demektir? “Muhafazakâr alanda çalışan aktivistler bu konuyu reddediyor anlamına gelmesin, ama Meclis’te önümüzdeki günlerde çok sıkıntı yaşanacağa benziyor. CHP’nin anayasa taslağında cinsel yönelim var, ama iktidar partisi ve bir grup muhalif milletvekili bunu geçirmemeye çalışacak” diyor Melda. Bir karşılaşmada, ilk fark ettiğimiz şeyin cinsel kimliğimiz olmadığı, Meclis’te kadın vekillerin sırt çantası ya da fönlü saçlarının konuşulmadığı günlere hasretiz. Gerçekçiyiz ya, imkânsızı düşleriz. [email protected] G ZÜLAL KALKANDELEN eçen ay New York’ta bir arkadaşımla Occupy Wall Street (OWS) hareketi hakkında konuşurken iki farklı görüşü Bu, sola temel yaratacak bir işçi savunuyorduk. O diyordu ki; “B örgütlenmesinden yoksun lümpen bir harekettir. Dolayısıyla bu aşamada geleceğe dönük bir etki yaratması zor. Ayrıca bu haliyle tıkaç görevi görerek bir anlamda sistemin sürmesine neden oluyor.” Ben ise, bu görüşe karşı çıkarak, OWS’nin etkisinin bir anda değil, zaman içinde daha net ortaya çıkacağını ve New York’tan başlayıp tüm dünyaya yayılan bu hareketin kentlerde yaşayan geniş kalabalıkları işin içine katması açısından önemli olduğunu söylüyordum. *** Arkadaşımla sonunda anlaşamadık ama keyifli bir tartışmaydı. Konuştuklarımızı yeniden hatırlamama City University of New York (CUNY) antropoloji profesörlerinden, sosyal teorisyen David Harvey’nin Salon.com’a verdiği röportaj neden oldu. Rebel Cities: From the Right to the City to the Prof. Harvey, “R Urban Revolution” adlı yeni kitabında, serbest pazar politikalarının, düşük gelirli toplum kesimlerinin kamusal alandaki yerini daraltarak kent hayatında nasıl bir sarsıntı yarattığını ortaya koyuyor. Bu konuya eğilirken, 1871 Paris Komünü’nün bugünkü hareket için önemine de değiniyor. Kentsel devrim OWS’yi, örgütlü çalışanların öncülüğünde gerçekleştirilmediği, precariat” (yani serbest çalışan ve herhangi bir sendikaya bağlı “p olmayanlar) denilen gruba dayanarak meydana geldiği için umutsuz görenlere de karşı çıkıyor. Bugüne kadar hep sendikalara ve işçilere odaklanan solun, kent hayatını şekillendiren üretici, yaratıcı kesimi ihmal ettiğinin altını çiziyor. Paris Komünü’nü gerçekleştirenler de fabrika işçisi değil, sanat emekçileriydi. 1960’ların ve 70’lerin endüstri toplumundan bugüne birçok fabrikanın, işkolunun artık yok olduğunu hesaba katarsak, solun bugünkü temel dayanağı nerede? Kent hayatını yaşatarak Harvey’nin buna yanıtı şu: “K dönüştüren bütün üretici kesimler.” Bu kesim sürekli bir yerden diğerine hareket ettiğinden, kolaylıkla örgütlenebilen bir grup değil ama potansiyel politik güçleri çok önemli. Bu durumda, yazının başına dönersek, arkadaşıma karşı savunduğum görüşler, Prof. Harvey’ninkiyle örtüşüyor. OWS’nin temelinde yer alan insanlar, “işçi örgütlenmesinden yoksun” olsa da, işe yaramaz bir lümpen takımı değildir. *** Konunun en önemli yanlarından birisi de, bundan sonra ne olacağı... Zengin kesim kendi çıkarları doğrultusunda kentleri organize ederken yoksulların bu dönüşümde hiçbir söz hakkı www.zulalkalkandelen.com / [email protected] C M Y B C MY B yok. Giderek artan ekonomik ve sosyal eşitsizliğe karşın neden Amerika’da ve dünyanın diğer bölgelerinde daha fazla eylem olmuyor? Harvey’nin buna verdiği yanıt ilginç. Polisi emri altına alan çok büyük bir parasal güç var ve şu anda dünyada 11 Eylül sonrasında, herhangi bir bölgede yaşanan kargaşanın derhal terör hareketi olarak değerlendirilmesi söz konusu. Öyleyse yakın gelecek hakkında umut var mı? Harvey, umutsuz değil. Nedenini açıklarken 1930’larda 1929 Dünya Ekonomik yaşananlarla paralellik kuruyor: “1 Bunalımı olduğunda gerçek protestolar 1933 yılına kadar gerçekleşmedi; ancak o tarihten sonra büyük eylemler görmeye başladık. Durgunluk, depresyon, ne derseniz deyin, bu henüz bitmedi. İşsizlik hâlâ çok büyük oranlarda, insanlar evlerini kaybetmeye devam ediyor ve bunun geçici değil, kalıcı bir durum olduğunun farkına varıyorlar. Bu noktadan itibaren büyük çaplı bir karışıklığın doğması muhtemeldir. 1987’deki gibi bir çöküntü yaşayıp, birkaç yıl sonra ayağa kalkabileceğimiz bir durum değil bugünkü.” Yaşadığımız günler, önemli bir sürecin parçası...
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle