Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
4 2 OCAK 2011 / SAYI 1293 Spor nefreti yenemedi ATAOL BEHRAMOĞLU Irkçılık sporun en büyük dertlerinden biri. Pek çok sporcu sırf ten renkleri yüzünden saldırıların hedefi oluyor. Geçen hafta Karşıyaka basketbol takımının Kıbrıs Rum Kesimi’nde yaşadığı saldırıysa iki ulus arasındaki nefretin hâlâ küllenmediğinin kanıtıydı. Ne yazık ki bu tip düşmanlıklar genelde spor alanlarında patlak veriyor. Karşıyakalı basketçiler saldırının şokunu uzun süre atlatamadı. Operalı günler K aç insanımız, ayda değil, yılda kaç kez operaya gidiyor? Daha da öte, ömrünce bir opera gösterisi izlememiş, opera sözcüğünü işitmemiş kaç insanımız var? Opera izlemek bir entelektüel ayrıcalığı mıdır? Bu soruları yanıtlamak pek fazla güç değil. Herhalde bir avuç özel meraklı dışında çok az sayıda insanımız çok az sayıda opera gösterisi izliyor. Ömrünce bir opera binasından içeri adım atmamış, opera sözcüğünü duymamış ya da anlamını bilmeyen milyonlarca insanımız bulunduğundan kuşku yok. Ve günümüz Türkiye’sinde opera izlemek, hiç kuşkusuz (üstelik birkaç büyük kentimizde, özellikle de İstanbul ya da Ankara’da yaşayan) entelektüellerin ayrıcalığıdır… Bütün bunlara, geçtiğimiz yılın son günlerinde İstanbul Devlet Opera ve Balesi sanatçılarınca “Süreyya Sahnesi”nde gösterime sunulan Sevil Berberi’ni izledikten sonra daha çok üzüldüm ve hayıflandım… İsterdim ki İtalyan yönetmen F. Travisan’ın sahnelediği bu “komik opera”yı milyonlarca insanımız izleyebilsin… Milyonlarca insanımızın kulakları ve yürekleri, büyük İtalyan besteci Gioachino Rossini’nin, tatlı, uyumlu, oynak, akıcı, duygulu, komik, romantik, enerji dolu ezgileriyle yıkansın… Kim demiş sıradan halk insanımız bu gösteriden zevk almaz, bu ezgiden anlamaz… Tek tek adlarını sayamayacağım için sanatçı dostlar beni bağışlasınlar… Her birinin oyunculuğu ve yorumu birbirinden güzeldi… Fakat o Beaumarcher yaratığını, Fransız ya da İtalyan “Keloğlan”’ı da denebilecek Figaro’yu (Sevil Berberi’ni) canlandıran genç bariton Caner Akgün sahneyi ve salonu bir anda dolduran şarkısıyla göründüğünde, herhangi bir yerdeki herhangi bir salon şöyle bir dalgalanır, sonuçta da bu gençlik ve özgüven dolu enerji coşkuyla alkışlanırdı… *** S Gösteriyi izleme olanağı bulunmayan milyonlarca insanımız için duyduğum üzüntüyü ve hayıflanmayı, Sevil Berberi’ni izleyişimizden birkaç gün sonra yine Süreyya Sahnesi’nde, bu kez İstanbul Opera ve Balesi’nin 50. kuruluş yılını kutlamak için düzenlenen görkemli dinletide, kendi ülkemizin ve dünyanın büyük bestecilerinin ürünlerini, Serdar Yalçın şefliğindeki İDOB Orkestra ve Korosu’ndan ve seçkin opera sanatçılarımızın yorumlarıyla dinlerken bir kez daha duyumsadım… Fakat belki daha da üzücü olanı, 50 yıl önceki ilk gösterinin sanatçılarından Meral Menderes’in dinleti öncesinde verilen onur plaketini alırken söylediği duygu dolu sözlerdeki zehir gibi acı sitemdi... Meral Menderes, elinden onur plaketini aldığı Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürü, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası şefi Rengim Gökmen’e “Operamızı göçebelikten kurtarın…” diye seslendi… *** Meral Menderes’in seslenişinin ve o seslenişteki sitemin hedefi, hiç kuşkusuz, “2010 Avrupa Kültür Başkenti” sıfatını taşımakta olan İstanbul’u AKM’siz bırakarak operayı gerçekten de göçebeleştiren siyasetçilerdi… Yine dinleti öncesinde sayın Genel Müdürün ve İstanbul Devlet Opera ve Balesi Müdürü ve sanat yönetmeni, değerli opera sanatçısı Suat Arıkan’ın konuşmalarından, kostümlerini bir başka yerde hazırlatıp provalarını yine başka başka yerlerde yapmak zorunda kalan İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin acıklı göçebelik durumunun öyküsünü bir kez daha dinledik… Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, dinleti öncesinde okunan 50. yıl kutlama mesajının sessizlikle karşılanmasına belki de sevinmelidir… Çünkü sözgelimi Başbakan kazara bir kutlama mesajı göndermiş olsa, tepkiler daha da farklı olabilirdi… Sayın Meral Menderes’in sitemli seslenişinin 50. yıl kutlama gecesinde en uzun alkışı almış olması, anlama yeteneğini yitirmemiş olanlar için yeterli bir mesajdır. İstanbul’un ve Türkiye’nin sanat sever halkı, 2010 Avrupa Kültür Başkenti’nin tam da bu başkentlik sırasında AKM’siz kalmasında, İstanbul Opera ve Balesi’nin yersiz yurtsuz bırakılmasında kimin, kimlerin sorumlu olduğunu çok iyi biliyor ve bunu unutmayacak... G ataolb@cumhuriyet.com.tr porda yarışmacılığı bu kadar izlenesi kılan etkenlerden biri insan doğasındaki rekabet duygusuysa diğeri de sporcuların ve spor kulüblerinin ait olduğu etnik, siyasi ve coğrafi kökenlerdir. Spordaki başarı hikâyeleri bireysel sporlarda olduğu kadar takım sporları için de bu kökenlerden bağımsız pek bir şey ifade etmez. O yüzden sporda kökenlerin önemi seyirlik açıdan pek de yadsınamaz. Bu gerçekler bizi geçen hafta Kıbrıs Rum Kesimi’nde oynanan ApoelKarşıyaka basket maçına götürüyor. Maçtan sonra Karşıyakalı oyuncuların yaşadığı saldırılar üzüntü vericiydi ama spor alanlarında yaşanan ne ilk ne de son ırkçı şiddet olayıydı. Akıllara 1993’te Torino’daki Koraç Kupası finalinde 6 bin Arisli taraftarın arasında hem de saha içinde linçten zor kurtulan Efesli basketbolcuların görüntüleri geldi. Her iki olayın da sahada yaşananlarla pek alakası yoktu, tıpkı diğer tüm ırkçılık bağlantılı şiddet olaylarında olduğu gibi. Hatta spor alanlarında ırkçı bir gösteri yapmak için ne sporcuların ne taraftarların herhangi bir fitilin kendilerini ateşlemesini DENİZ bekledikleri pek görülmemiştir. Sporda ÜLKÜTEKİN ırkçılıktan örnek vermek istediğinizde karşınıza çok kabarık bir liste çıkıyor. O yüzden birkaç simgesel örnekle yetineceğiz. 24 Mart 2007’ye Litvanya’ya gidelim. Litvanya ve Fransa arasında oynanan Euro 2008 eleme maçı sırasında ev sahibi takım tribünlerinden açılan bir pankart gündemi fazlasıyla işgal etmişti. Afrika kıtasının Fransız bayrağıyla kaplı halde temsil edildiği pankartın bir köşesindeyse “Avrupa’ya hoşgeldiniz” yazıyordu. Göçmenlerine pek iyi davranmamasıyla bilinen Fransa’nın futbol takımını oluşturan büyük çoğunluğu siyah futbolcular Litvanya’da böyle karşılanıyordu. Buraya kadar pek de ilginç bir şey yok. İlginç olan bu tepkiyi gösteren taraftarların ülkesi Litvanya’nın Avrupa’ya aidiyet meselesi. Demir perdenin yıkılmasından sonra her Baltık ülkesinin yaşadığı kaosu yaşayan ve bir yandan ekonomik ve siyasi sorunlarla uğraşırken öte yandan büyük bir kültürel karmaşa içine giren Litvanya, “Avrupa” denildiğinde ilk akla gelen ülkelerden biri değil. Dolayısıyla Avrupa’nın göbeğinden gelen Afrikalı göçmenlere yapılan bu taciz aslında içerdekinin dışardakine bir saldırısından çok öteydi. Tam tersine Baltık ülkesi bir başkasını dışlayarak kendini Avrupalı hissediyordu. Örnekler çoğaltıldığında bunu daha net görebiliriz. Spor alanlarındaki ırkçılık çoğu zaman en güçlünün diğerlerini dışarı bırakması şeklinde olmuyor. Somut örneklerden biri İngiltere’deki yılları boyunca iki kez ırkçılık suçlamasıyla karşı karşıya kalan Emre Belözoğlu da yıllarca Avrupa’da kültürel ve sosyal olarak dışlandığını ve ezildiğini iddia eden bir ülkenin mensubu. Kendisinin İngiltere’de oynamasında önemli payı olan Fatih Terim’se İtalya’da çalıştığı yıllarda İslam karşıtı nefretin sonucunda İslami terör örgütü Taliban’la ilişkilendirilen tezahüratlara konu olmuştu. Eto’o’nun sahayı terk etmek istemesi milattı. Emre, Ada’da iki kez ırkçılıkla suçlandı. Kusura bakmayın ırkçıyım Siyaset de stadlardan uzak durmadı Sahadaki savaş C M Y B C MY B Göçmenlere ve siyahlara karşı ırkçılık işin Irkçılığın ideolojik bir yönü varsa bu ideolojiyi benimseyen teşkilatları da bir boyutuysa uluslar arasındaki ırkçılık da spor alanlarındaki ırkçılıktan ayrı tutamayız. Zaten önümüzde örnekler bir başka boyutu. Rumlar Türklere, Türkler mevcut. İngiltere’de futbolda yetmişli yıllarda ani artış gösteren ırkçılığın Yunanlılara, Yunanlılar Sırplara, Sırplar merkezi olan West Ham United gibi takımların taraftarlarının ülkedeki aşırı Hırvatlara... Dışlanmışlığın yanında etnik sağcı Milliyetci Cephe hareketiyle bağları çok da gizli değildi. Sırf sporda temelli ırkçılık birbirine karşı değil müziğe bile sirayet eden kadro sevkıyatı nefretini gösteren iki tarafı İngiltere’de pek çok alanda fazlasıyla garip, barındırıyor. Hollanda’nın iki büyük ırkçı olmasa bile milliyetçi temelli akımların kulübü Ajax ve Feyenord doğmasına yol açmıştı. İtalya ve İspanya da arasındaki maçlar yıllarca ülkedeki seksenli yıllarda benzer bir yol izleyecekti. Hristiyan ve Yahudiler arasındaki Aşırı sağ örgütlenmeler İtalya’da Roma ve nefretin alevlendiği ortamlar yarattı. Veroha, İspanya’da Madrid’deki taraftar Taraf olma hissiyatı öyle büyüktü ki örgütlenmelerinin içine sızacak ve Feyenord taraftarları, Yahudi beraberinde faşist taraftar yapılanmalarını kökenli Ajaxlılara “Hamas Hamas, getirecekti. Benzer bir yolu Türkiye’de MHP Fener maçları savaş havasındaydı. Yahudilere gaz” diye bağırmaktan ve ülkü ocakları izleyecekti. Doksanlı yıllarda ya da Ajaxlı futbolculara gaz yükselişe geçen milliyetçi dalganın futbol sızıntısı sesi çıkarmaktan çekinmemişlerdi. stadlarına yansımaması düşünülemezdi. Sonradan pekçok futbol Bu sene Fenerbahçe ve Yunanistan’ın taraftarının anılarına yer eden bazılarının futboldan bile soğumasını PAOK takımları arasında oynanan maçlar sağlayan milliyetçi dalga tribünlerde daha önce pek de alışıldık olmayan öncesinde, sırasında ve sonrasında türden sloganların yer bulmasına sebep olmuştu. O günlerden geriye yaşananlar her iki toplumun da geçmişin dünyada belki de tek örnek olan her maçtan önce milli marş söylenmesi rövanşını yeşil sahada aradığının kanıtıydı. G geleneği kaldı. G Sporda ırkçılık yalnız tribünlerden sahaya ulaşan bir dalga değil. Saha içindeki sporcular ve görevliler de ırkçı nefretlerini sık sık gösteriyor. Luis Aragones’in oyuncusu Reyes’i motive etmek için Fransız Thierry Henry’i kastederek “Sen o zenci piçten daha iyisin” demesi kameralara yakalanmıştı. Trabzonspor’un eski başkanı Mehmet Ali Yılmaz ise bir türlü gol atamayan Kevin Campbell’ın performansını “Aldık bir yamyam gol atsın diye, ama atamıyor” sözleriyle eleştirmiş, İngiliz futbolcu da bunun üzerine bavulunu toplayıp apar topar ülkemizi terk etmişti. G Her ne kadar milli takımın çoğunu siyahlar oluştursa da Fransızların sicili de bu konuda pek parlak sayılmaz. Başkentin takımı Paris Saint Germain’in taraftarlarının “en azından bir kısmı” aşırı ırkçı olmakla ün yapmışlar. Boulogne Boys isimli taraftar grubu her ne kadar 2002’deki Galatasaray maçında sarıkırmızılı taraftarlara saldırırken yanlış bir şekilde ırkçılık suçlamasıyla karşı karşıya kalsalar da ilerleyen yıllar kendilerini temize çıkarmadı. Öyle ki iş Paris’in banliyolerinden gelen göçmenlerin oluşturduğu yine PSG, Tigris isimli taraftar grubuyla kanlı bıçaklı olmaya kadar gitti. Bir keresinde PSG ve Lens takımları arasındaki maçta ırkçılık protestosu için başkent ekibi beyaz, rakibi siyah forma giydiğinde işler hiç beklenmedik şekilde gelişti. Boulogne Boys köşesi takımlarını “haydi beyazlar” diye destekledi. Elbette futbol taraftarları arasındaki ırkçılık konusunda İtalya’nın Lazio kulübü başlı başına bir marka. Hatta o derece ki sırf bu yüzden son yıllarda en az kendileri kadar ırkçı bir çizgi yakalayan ezeli rakipleri Roma’nın taraftarlarına solcu diyenler ve iki takım arasındaki rekabeti siyasi çizgiye taşıyanlar görülebiliyor. Ancak sporda ırkçılık denilince Lazio tribünlerinin eylemlerini anmadan olmaz. Hemen her maçta faşist lider Mussolini’yi “Duce” sesleriyle selamlamaları, Lazio tarihindeki ilk siyahi oyuncu Dabo'nun evine molotofkokteyli atmaları bir yana kulübün simge ismi Paulo Di Canio ile karşılıklı Hitler selamı çekmişlikleri hatta Sırp kasabı Arkan için pankart açmışlıkları bile var. Ancak futbol statlarındaki ırkçılığın kökeni İngiliz liglerine dayanır. Henüz otuzlu yıllarda bile Everton’un efsanevi santraforu Dixie Dean deplasmanlarda top ayağına geldiğinde garip uğultulardan bahseder ama yetmişlere gelinip Milli Cephe hareketinin yükselişe geçmesiyle İngiltere sahaları Nazi karargâhlarını aratmayan alanlara dönüştü. Özellikle Leeds gibi işsizlik oranının arttığı şehirlerde göçmenlere ve siyahilere yönelik öfke yeşil sahalarda kendini buluyordu. Ligde dikkat çeken siyahi oyuncular, topu her ayaklarına aldıklarında maymun seslerinden ya da korner atmaya gittiklerinde etrafında biten muzlardan ve fıstıklardan mustaripti. Zaman içinde bu eylemler İtalya ve İspanya başta olmak üzere kıtanın hemen her yerine yayıldı ve bir ölçüde kanıksandı. Taa ki 25 Şubat 2005’te Barcelona’nın Kamerunlu oyuncusu kadar Zaragoza deplasmanında yıllardır duyduğu uğultulara isyan bayrağını açtı ve sahayı terk etmek istedi. Kamerunlu futbolcu Samuel Eto’o hakem ve takım arkadaşları tarafından ikna edilerek sahaya döndü ama bu bir milattı. Sonrasında pek çok siyahi kökenli futbolcu ırkçılıkla ilgili tepkilerini açıkça dile getirmeye başladı. G