02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

4 14 ŞUBAT 2010 / SAYI 1247 ATAOL BEHRAMOĞLU Halka açık... P azar yazısına bambaşka konular arayışındayken, (“Sevgililer Günü”nün “anlam ve önem”ine de uygun düşen) bir şarkı düşüncelerimin yönünü değiştiriverdi… Hem ezgisi, hem sözleri, hem yorumlanışıyla… Özellikle de, yazıma başlık olarak aldığım “halka açık” deyişine bayıldım. Şarkının adını da oluşturan bu iki sözcüğün geçtiği dizeler şöyle: sevgilim bıraktı gitti aklım zaten tümden kaçık istanbul'un göbeğinde ağlıyorum halka açık İnternetten, belki birçoğunuzun zaten bildiği şarkının, sözleri ve ezgisiyle bir Nadir Göktürk şarkısı olduğunu öğrendim. Yorumlayan da, (hiç olmazsa bunu internetsiz anlamam gerekirdi), Zuhal Olcay. Besteci ve söz yazarı Nadir Göktürk, repertuvarlarında benim (biri yıllar önceden, öteki geçenlerde) iki şiirimden yapılmış şarkıların da yer aldığı “Ezginin Günlüğü” topluluğunun kurucularından ve kendi alanında günümüzün önde gelen bir ustası. Kanto ve kabare müziği tatları taşıyan ezgiyle ve yorumuyla örtüşüp bütünleşen yukarıdaki sözlerde beni etkileyen şeyin ne olduğunu düşünüyorum… Herhalde ağlamanın halka açık oluşu… Yukarıdaki dizelerin son ikisinde Orhan Veli’yle bir akrabalık olduğunu söyleyebilirim: Acı, yazmaya değer bir konu Kitabı gerçek bir hikâyeden yola çıkarak yazdınız, ama sonunu mutlu bitirmek istemez miydiniz, ben okurken hep içimde bir belkiyi tuttum, niyeyse? O sadakatsizliğin son mertebesi olurdu. Bir şekilde hayatta kalmayı dahi becertememişiz onlara. Başta sonunu söyledim ki, bu gerçeklikle baş edemeyenler, işine gelmeyenler bir an önce gitsin, okumasın... Kitabınızda bir tane bile mutlu karakter yok... Bu kadar büyük gaddarlığın olduğu çevrede yaşıyorsa, kim, nasıl mutluluğa tutunacak ki... Genel olarak karamsar biri misiniz? Ya da gerçekçi olmak, karamsarlığı mı getiriyor? Çok mutlu, huzurlu olduğum zamanlar da oluyor ancak hayatın ne kadar kötü olabilirliğine dair yazmanın daha önemli ya da değerli olduğunu varsayıyorum, sanırım. Zaten çok verimli bir yazar değilim, 50 yaşımdayım bu beşinci romanım. İki senede bir roman yazsam, araya bir aşk romanı da sokarım belki ama az yazdığımdan neyi okumak istiyorsam onu yazıyorum. Mutlu mesut bir şey yazamıyorum. Belki günün birinde sırf keyif alayım diye yaparım. G İstanbul’un orta yeri sinema Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama… “İstanbul’da Boğaziçi’nde” Orhan Veli’nin halk türkülerini dönüştürerek oluşturduğu harika bir şiirdir. “Tarifsiz kederler içinde”dir, fakat “gözlerinden hicran yaşları boşanır”ken de uyak tutturma zevkinden kendini yoksun kılamaz: Ben sustum, onlar konuştu Ali ve Ramazan, yetimhanede büyümüş iki erkeğin aşkını anlatıyor. Ancak bir aşk romanından öte, kimsesizliğin, iktidar şiddetinin, yoksulluğun, yoksunluğun anlatısı. Perihan Mağden’i sonunu bildiği bir romanı yazmaya götüren, üstelik dilinin parlaklığını göstermek yerine kalemini hikâyeye teslim ettiren de bu. Onları dinlemeye hazır mısınız? ESRA AÇIKGÖZ li ve Ramazan romanında aslında eski bir hikâyeyi anlatıyor Perihan Mağden bize. 1992’de gazetelerin sayfalarına düşmüş, yetimhanede büyümüş iki erkeğin aşkı, uğradıkları şiddet ve tecavüzler, yoksulluk ve yoksunlukları, kimsesizlikleri üzerine bir hikâye bu. Kitabın daha girişinde sonunu söylüyor, ikisinin de öleceğini; Ramazan gazetelere öldürdüğü adamın evinden kaçarken balkondan düşüp ölen bir “katil” olarak geçiyor, Ali ise kendini asan sorunlu bir genç. Mağden bunların ardındaki sistemi, iktidar şiddetini de göstermekten geri durmuyor. Biz de Perihan Mağden’le yeni romanını ve dolayısıyla köksüzlüğü, iktidar şiddetini ve geleceği konuştuk... Ali ve Ramazan’ın hikâyesi 1992’de gazetelerin üçüncü sayfalarına düşen bir haber aslında. Bu haberde sizi ne etkiledi de onu romana dönüştürmek istediniz? Yunan trajedisi gibi çok büyük ve ağır bir şey. Büyük bir aşk var, günümüzde birinin bir başkası için kendini feda etmesi gibi şeyler kalmadı. Bir de ikisinin de yetimhaneden olması, ırzlarına geçilerek büyümeleri, arkalarındaki büyük yoksulluk ve yoksunluk çekti beni. 1992’den beri aklımdaydı. Niye bu kadar çok beklediniz? Okuduktan iki üç yıl sonra film yapmak istedik. Los Angeles’ta film işinde olan bir arkadaşıma bahsettim, sinopsis yazdım, ama olmadı. Sonra unuttum ya da öyle zannediyordum. Köşe yazarlığını bırakınca aklımda başka bir kitap yazma fikri vardı, ancak menajerim Barbaros Altuğ’a o fikrimle birlikte bunu da anlattım, niye yaptığımı bilmiyorum. Bunu yaz dedi. Madem bunca yıldır sistemimden atamamışım yazayım dedim. Bir de 94’ten beri bir okur olarak postmodern edebiyattan uzaklaştım, tahammül edemiyorum. On yıldır true crime yani hakiki suç kitapları okuyorum. Bu kitap, onlara karşı bir borç ödeme de. “İstanbul’un mermer taşları Başıma da konuyor konuyor aman martı kuşları Gözlerimden boşanır hicran yaşları…” Nadir Göktürk’ün şarkı sözlerini Orhan Veli’nin şiiriyle yarıştırmaya gerek olmasa da, her ikisinde de hem halk türküsü söyleyiş özelliklerinden hem günlük konuşma jargonundan ustaca yararlanıldığını görmeliyiz. Nadir Göktürk’ün dizeleriyle Orhan Veli’ninkiler arasında (birindeki “cebim delik kalbim yenik”/ ötekindeki ”cep delik cepken delik” vb.) başkaca yakınlıklar da var ama, beni yine de en çok ağlamanın halka açık olmasındaki mizahla karışık duygululuk ilgilendiriyor... Mizah ve duygululuk arasındaki ilişkinin izini sürerek ilerlemeyi sürdürürsek bu bizi Orhan Veli üzerinden Jacques Prévert’e, Appolinaire’e, mizah ve duygululuk arasındaki, olağan dışı gibi görünse de bu çok insanca ilişkinin başkaca dil ve şiir ustalarına kadar götürecektir… Fakat en iyisi şimdilik burada durmalı ve “halka açık ağlama”nın, ne kadar komik ve çocuksu da olsa bu zincirlerinden boşanmış içtenliğin tadını çıkarmalıyız… Nadir Göktürk Zuhal Olcay şarkısındaki gibi: A sarhoş da oldum üstelik elaleme eğlencelik ben karışmam dedi babam büyüdün artık sen çocuk [email protected] İNSANA DAİR EN UÇ NOKTA; CİNAYET Gerçek suç hikâyelerinde sizi çeken ne? Bir insanın yapabileceği en büyük şey, kendini ya da birini öldürmek. Daha öte köy yok. İnsana dair en uç noktayı düşünmeye, sorgulamaya değer buluyorum. Bütün bu okumalar, insanlara inancınızı yok edip, karamsarlaştırmıyor mu? Roman kahramanlarım yüzünden insanların kötü olduğunu düşünmüyorum. Zaten sıradan faşizm gibi gündelik hayatın kötülükleri var. Onlarla örülüyüz. Sonu belli bir roman yazmak daha kolay ya da zor muydu? Daha can sıkıcıydı. Roman kendi akışında, beklenmeyen yerlere girebiliyor. Ancak burada yapı çok belliydi, bana işçilik kalıyordu. Bu esnada, kendi dilimi bile ıslah etmek zorunda kaldım. Onların hikâyesi, bütün yalınlığıyla konuşsun istedim, yoksulluğa, İstanbul’a, şiddete, dehşete dair o kadar iyi konuşan bir hikaye ki, hiç süs püs yapmadım. Edebiyatçı egonuzla çarpışmayı göze alacak kadar büyük sorumluluk hissetmenizi ne sağladı? Peşimi bırakmamaları... Çünkü bu söylediklerinizin beni ahlaken, vicdanen zorlayacağını biliyordum, o yüzden başlarken çok çok ayak diredim. Belki de 92’den beri o yüzden yazmadım. Ama bunların şimdi farkına varıyorum. ALİ VE RAMAZAN’I BİZ ÖLDÜRDÜK... En çok neyi kurgularken zorlandınız? Birleşmelerini... İki oğlan çocuğunun birleşmesini yazmak hiç bilmediğim bir ülkeye girmem demekti. Zaten kitaplarımda cinsellik yazmam, ancak burada şarttı, çocuklardan biri fahişe, hayatını cinselliğiyle kazanıyor, küçük yaştan itibaren ırzına geçilmiş, çok küçük yaşta cinsel hayatları başlıyorsa onlar için cinselliğin bir ağırlığı var demektir ve ben de onu yazmalıydım. Başrolde aşk olsa da iktidar mekanizmalarının şiddetini de gösteriyorsunuz bize. Kuşkusuz, devletin “baba”lıkla bağdaştırıldığı, şiddet ve şefkatiyle kabullenildiği bir ülkede bunu en can alıcı yerden, yetimhanelerden yapıyorsunuz. Yola çıkarken bu aklınızda mıydı, kurgularken mi gelişti? Tabii ki, belki de Ali ve Ramazan iki varoş çocuğu olsa bu kadar etkilenmezdim. Bunlar anasızbabasız, devlete, bir anlamda bize teslim edilmiş çocuklar. Bu hikâye, onları nasıl parça parça ettiğimizi, birini katile, birini de kurbana nasıl çevirdiğimizi açıkça gösteriyor. Bunlar, yaşamak zorunda bırakıldığımız vahşi kapitalizmle de ilgili... Bir de Türkiye’de her şey kişisel farklılıklara bırakılıyor. İyi bir kaymakam bir kentin yaşamını güzelleştiriyor ya da zehir ediyor. Bu kişi piyangosuna dayalı anlayış geri kalmışlık göstergesi. G İKİ İLERİ BİR GERİ GİDİYORUZ, MASALLARDAKİ GİBİ ANCAK BİR ARPA YOL ALIYORUZ Kitapta otobiyografinizi “Hâlâ yaşıyor” diye bitiriyorsunuz. Niye, ne var bu cümlenin içinde? Kendini yazmak çok can sıkıcı. İnsanlarda CV hastalığı var şimdi, Paris’teki Amerikan Üniversitesi’nde bale yaparken seramik sanatçısı oldu, işletmede doktora yaptı... Bir parlatma huyu var. O da çok canımı sıkıyor. Bilinen biliniyor, bilinmeyen de bilinmesin. Yıllardır biyografileri öyle bitiriyorum o yüzden. Radikal’deki veda yazınızı “Dilerim giderek iyiye giden bir Türkiye’de” temennisiyle bitiriyordunuz. Aradan bir yıl geçti ve?.. Türkiye hep iki ileri bir geri gidiyor. Masallarda dendiği gibi, arkamıza dönüp bakmışız ki bir arpa boyu yol gitmişiz... Abdullah Gül en son anayasayı değiştiremedik, çok geç oldu, birdaha ki sefere dedi ya... Bunlar çok gönül kırıcı. Bu anayasaya sığışmadığımıza dair toplumda ciddi bir konsensüs var. Üstelik hep böyle ya uçağa binerken ya da uçakta bir gazeteciye söyleniyor bu laflar. Siyasetimizde yeni bir figürse hiç çıkmıyor. Köşe yazarlığına tekrar dönme ihtimaliniz var mı? Şimdilik düşünmüyorum. İnşallah dönmem... Her konu üzerine yazdım. Gerisi, varyasyon yapmak olur. Bu kadar patinaj yapılan bir ülkede, köşe yazarları aynı teraneyi söylemekten nasıl sıkılmazlar, onu da anlamıyorum... Peki ne yapacaksınız? Pazartesi dergisinde yazarken, tesadüfen köşe yazarı oldum. Şimdi Pazartesi’deki gibi uzunca yazıp, hiçbir gazeteye, kuruma bağlı olmadan yazı kitabı yapabilirim. Kaç okurum varsa sırf o alır, bileğimin gücüyle yazmış olurum. Hakkınızda açılan pek çok dava vardı. Ne aşamadalar? Üç mahkumiyetim ertelendi, paraya çevrildi. En son Ozan Arif’e ve İsmail Türüt’e hakaretten üç hapis almışım, bianetten öğrendim. Bir hapis Ozan Arif’e, biri İsmail Türüt’e hakaretten, biri de bir yazımda “Bir seyahatten döndüm, Ozan Arif’e faşist dedim diye dava açıldığını öğrendim” dememden dolayı. Buna gerçekten inanamadım. Adamlar şarkıdan beraat etti, onların yaptığı ifade özgürlüğüne girdi, benimki hakarete. Ağır eleştiri nerede bitiyor, nerede hakaret başlıyor, o tamamen hâkim ve savcıya kalmış. Cezalarım paraya çevrildi. Şimdi Yargıtay’dalar, iki erteleme gelirse hapse girebilirim. Zaten Hikmet Sami Türk dönemindeki ölüm oruçlarıyla ilgili yazılarımdan sabıkam var. Bu kadar çok mahkemeye sinirlerimle oynansın diye verildiğimi düşünüyorum. G Fotoğraf: VEDAT ARIK C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle