22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

PAZAR EKİ 9 CMYK 10 EYLÜL 2006 / SAYI 1068 9 Bas bariton bir küskün... EMI, “Hasan MutlucanAnadolu Türküleri” albümünü çıkarınca, ister istemez akla darbe düştü. Üstelik sadece 12 Eylül’ü yaşayanların değil, önceki ve sonraki bütün kuşakların dudağında hazin bir gülümseme belirdi. Mutlucan da adının üzerinde hâlâ gezinen bu alacakaranlık havadan hoşnut değil. “Beni kullandılar” diye yakınıyor darbecilerden... Tek derdi türkü söylemekken, bir darbenin simgesi haline getirilmenin küskünlüğünü taşıyor. “İtiraz etsem” diyor, “Vatan haini derlerdi”... smiyle arasındaki uçurum, 26 yıla rağmen kapanmadı. Sesini ya da ismini duyan herkes birbirine sordu, soruyor: “Darbe mi oldu?” Korkuyla başlayıp öfke ve hüzünle süren, sonunda da hazin bir mizaha dönüşen bir soru bu. 12 Eylül 1980 sabahı, güne Milli Güvenlik Kurulu’nun bildirileriyle başlayıp arada Hasan Mutlucan’dan kahramanlık türküleri dinlemek kolay atlatılabilir bir travma değil elbette. Hele de bir milyon insanın gözaltına alındığı, işkencede öldürüldüğü, idam edildiği, sürüldüğü, onlarca yıl hapis yatırıldığı düşünülürse... Darbenin simgesi haline gelmek, Hasan Mutlucan için de zor bir durum, üstelik kendisini sosyal demokrat olarak tanımlıyorken... Darbenin 26. yılına bir albümle girdi Mutlucan, bu kez söyledikleri kahramanlık değil, Anadolu türküleri... Sükunetle dinleyebilmek için geçmişin ağır örtüsünü kaldırmak, en azından darbeyle hukuk önünde yüzleşip, darbecilerin yargılanmasını sağlamak gerekiyor, ama bunun Mutlucan’la bir ilgisi yok, artık. O “Kullanıldım” diyor “Türkülerimin söylenmesini engelleyemezdim, çalmayın diyemezdim, vatan haini derlerdi”... Geriye, yakın tarihimizin seslerinden birini tanımak kalıyor... Hasan Mutlucan, 1926 doğumlu, yani bugün tam 80 yaşında. Belleği diri, bedeni güçlü. İkinci savaş kuşağının gençlerinden. Dahası, hayatın öyle kolay yenilir bir lokma olmadığını erken keşfedenlerden, 12’sinde babası ölüp de annesi başkasıyla evlenince, İstanbul’a göçüyor. “Ben” diyor “Gurbet çocuğuyum, kendi hayatımı kendim kazanacağım, dedim ve gurbete çıktım”. Bir pansiyona yerleşiyor ve kendisine iş arıyor. Dekoratör Peros’un yanında çalışmaya başlıyor. Peros’un müşterilerinden Doktor Rüknettin Bey evindeki bazı tamirat işlerini yapmasını istiyor. Çalışırken söylediği türküler, doktorun konuğu gazeteci, “Yüzellilikler” arasında gittiği Fransa sürgününden yeni dönen Refii Cevad Ulunay’ın dikkatini çekiyor. “Sesin güzel” diyor “Seni operete alalım”. Mutlucan’ı kendisi gibi gazeteci kökenli, sürgünün ne olduğunu bilen, politikadan usanıp müziğe, özellikle de operetlere yönelen Muhsin Sabahattin’le tanıştırıyor. 1940’ta, “Muhlis’in Çocukları” grubuyla birlikte, bir Sabahattin operetinde ilk kez sahneye İzmir Fuarı’nda çıkıyor. Seviyor, hem operetleri, hem de sahnede olmayı. “Ayşe”, “Gül Fatma”, “Monbey” operetlerinde oynuyor. İ Ankara’da, Cebeci Çiçek Bahçesi’nde yine Muhlis Sabahattin’in “Efe’nin Aşkı”yla turnedeyken, Ercüment Behzat Lav’ın evine konuk oluyor. Diğer konuklar ise o sıralar yedek subaylığını yapan Ruhi Su ve Orhan Veli Kanık. Su, Mutlucan’ı dinleyince “Kuvvetli bir sesin var, seni operaya alalım” diyor. “Sudan bahanelerle teklifi geciktirdim” diye anımsıyor Mutlucan “Ertesi gün Muhlis Sabahattin’e beni operadan istiyorlar, dedim. Ne deyosun sen, sen benim sanatkârımsın diye karşılık verdi, ertesi gün de Kırıkkale’ye turneye gittik”. Yıllar sonra karşılaştıklarında Ruhi Su, kendisine yazık ettiğini söylüyor. “Eğer” diyor “Şimdi benim oynadığım Faust’u sen oynasaydın, dünyanın her yerinden davet alırdın”. Konservatuvar yıllarında, bir başka teklifi daha reddediyor. Orkestra şefi Demirhan Aytuğ, Aydın Gün’e “Bizde bas bariton sesi olan bir çocuk var” diyor, Gün dinliyor, sesini beğenip orkestraya çağırıyor, ama önce “düşüneyim” diyen Mutlucan, bir süre oyalıyor, sonra istemediğini söylüyor. Sonraları her karşılaşmalarında Aytuğ “Seni gördükçe” diyor “İçimden hakaret etmek geliyor”... Berat Günçıkan BİR FASULYE PİLAKİSİNE TURNE... Bir turne sırasında Muhlis Sabahattin’in veremi artık onu çalışamaz hale getirince, Mutlucan da bir yol ayrımına geliyor. Zonguldak’ta İstanbul’a gelen gemiye kendi elleriyle bindiriyor Sabahattin’i. Bir gece önce otelde, cebindeki bütün parayı, 120 lirayı çıkarıp “İşte bu paraya, ciğerlerimi verdim ben” diyor. Bir de telgraf yazdırıyor Mutlucan’a: “Emperyal oteli müdüriyetine, odamı hazırlayın geliyorum. Muhlis”. Ustasının kirada oturacak bir evinin olmaması, İstanbul’a döndüğünde birkaç dostunun yardımıyla hastaneye kaldırılışı, cenazesinin ortalıkta kalmaktan son anda kurtarılışı bir karar almaya zorluyor. Ustası Ayşe Opereti’nden “Ayşe’nin Duası”yla uğurlanırken, o turneyi sürdürüyor, ama kafası bir kez karışıyor. “O bile böyle ölmüşken, kimse dönüp de benim yüzüme bakmaz” diye düşünüyor, devletin çatısı altında daha güvende olacağına inanıyor. “Bir fasulye pilakisine bana Anadolu’yu gezdirdiler” diye savunuyor bu kararını “Tiyatrocuların hepsi açtı o yıllarda”. Pişman mı? “Hayır” diye yanıtlıyor “Sonraki yıllarda öyle rahatsızlıklar geçirdim ki, tiyatrocu kalsam ilaç parasını veremezdim”. Hastalıklarından biri, tekne sevdasına ciğerlerini üşütmesi... Jürisinde Mesut Cemil’in de olduğu konservatuvarın halk müziği bölümüne oybirliği ile alınıyor Mutlucan. Türkülere meyletmesinin sebebi ise daha operetlerde çalışırken Şemsi Yastıman’la kurduğu dostluk. Her çıktığı turneden yeni türkülerle dönüp bunu Yastıman’la paylaşıyor. İlk söylediği türkü de Yastıman’dan öğrendiği, yeni albümünde de yer alan bir bozlak: Gökyüzünde bölük bölük turnalar. BU KURUMU TANIMIYORUM... Konservatuvarın Münir Nurettin Selçuk’un yönettiği Klasik Türk Musikisi Bölümü’nden mezun oluyor, ama Sadiyar Atıman Memleket Havaları Saz Birliği Topluluğu’na katılıyor. Kahramanlık türkülerini de Atıman öneriyor, “Bu türküleri” diyor “Senden başkası söyleyemez”. 27 yıl Türk Halk Müziği topluluğunda çalışıyor, hem koroda yer alıyor, hem solo söylüyor. Düğünlerde, Saray ve Şan sinemalarında sahneye çıkıyor. Bunda para kazanma derdi de var, ama birkaç yıl üst üste Saray Sineması’nda söylemesinin nedeni, yeni öğrendiği türküleri gösterebilmek... İlk albümü “Zeybekler”den sonra, 1973’te “Kahramanlık Türküleri” çıkarıyor, ama kısa sürede pişman oluyor. Türkülerini sağcıların dinlediğini, kendisinin de onlardan biri sayıldığını, TRT’nin de işte bu nedenle sık sık bu türküleri çaldığını fark edip, 1975’te, bir gazetede çıkan rö portajında “TRT diye bir kurum tanımıyorum, türkülerimi çalmasınlar, beni de çağırmasınlar” diyor. TRT şarkılarını çalmaya devam ediyor, Mutlucan işin daha fazla üzerine gitmiyor, dava açmıyor. Sessizlik 12 Eylül 1980 sabahı kırılıyor. Erken saatlerde radyolarını açanlar darbe yapıldığının haberini Hasan Mutlucan’ın türküleri arasına yayılan Milli Güvenlik Kurulu bildirilerinden öğreniyorlar... “Çalıyorlar, bir şey diyemiyorsun” diye anımsıyor Mutlucan “Desen, itiraz etsen, vatan haini misin, derler adama”... Sonrası küskünlük. Darbeden memnun olanların, kendisine bu memnuniyeti hissettirenlerin sağcılar olduğunu görünce küskünlüğü daha da artıyor. “Beni yanlış empoze ettikleri için” diyor “hep havada kaldım, ciddi bir şeye sarılamadım. Bu sesimle dünyanın neresinde olsam, el üstünde tutarlardı beni”... Hiç sert, kırgın bakışlarla karşılaşmış mı? “Hayır” diye yanıtlıyor, “Kendini bilen bir insan bir sanatkâra böyle bir iftirada bulunamaz, ben bu türküleri bu gayeyle yapmadım, onlar kullandılar”... Bir darbe korkusu var mı, içinde bir yerlerde? “Olmasın, arzu etmem” diyor bu kez “Çünkü bizi geri bırakıyor”. Bas bariton bir ses ve kahramanlık türküleri. Darbeciler için hem güç göstermek hem de toplumsal bir histeri yaratmak için biçilmiş kaftan... Üstelik sesin sahibine rağmen, ama galiba karanlık bazen türkülerin de önüne geçiyor... Hasan Mutlucan, 12 Eylül darbesinin simge isimlerinden biri olmasını “Kullanıldım” diye tanımlıyor... Fotoğraf: UĞUR DEMİR ‘Siyasi Kemal’ şimdi çöp topluyor C Hasan Mantıcı ezaevlerinde yatanların çeşitli anıları vardır. Benim de var. 1986 yılında Buca Cezaevi’nde yatarken koğuştakilere dışarıdan gelmiş gibi mektup yazmaya karar verdim ve on kişiye yazdım. Epey zamanımı almıştı, özellikle zarfların üzerindeki pullar ve mektupların içindeki karalama işleri. Herkes havalandırmada volta atarken mektupları yataklarının üzerine koydum, sonra ben de aralarına karıştım. Biri koğuşa girdi ve mektuplar gelmiş diye bağırdı, herkes koğuşa koştu. Mektuplarını alanlar çok sevindiler, mektubu gelmeyenler biraz buruktu. Şenay mektubunu okuduktan sonra “Arkadaşlar bana gelen mektubun üzerinde adres Yeniizmir diyor. Eskiizmir var da, Yeniizmir var mı?” diye sordu. Kubilay “Var var” diye benim sahte adresimi doğruladı. Tam da bu sırada Kemal Bölükbaşı elindeki mektubu yüksek sesle okumaya başladı. Arada bir de “Allah Allah bu mektup kapı altından nasıl geçmiş” diyordu. Kemal’in Çanakkale E tipi cezaevine sevki çıktı söylentileri vardı. Ben de İzmirÇanakkale yolu üzerine yazmıştım. “Baksanıza ne yazmış” diye yüksek sesle mektubu okumaya devam etti “Kaz Dağlarını cezaevi ringi çıkarken, yollar çok dik ve yokuş olduğundan yavaş yavaş çıkacakmış, yavaş giden arabadan atlamak kolay olurmuş. Arabadan atlayıp Kaz Dağı’nda izimi kaybedip, hava karardığında Küçükkuyu’ya inip bir sandal çalıp Midilli adasına kaçaymışım...” Koğuş neye uğradığını şaşırmış, Kemal’i dinliyordu. Biri “Kim göndermiş?” diye sordu “Şakir Şerif” dedi. İlhan dışındakiler “Bana da Şakir Şerif, bana da Şakir Şerif, bana da Şakir Şerif” demeye başladılar.. İlhan’a yazdığım mektup zarfının üzerine soyadı yerine benim tak tığım lakabı yazmıştım, anladı. Herkes birbirine “Kim bu Şakir Şerif” diye soruyordu hâlâ. İlhan’ın işaretiyle hepsi benim üzerime çullandı. Hani dışarıda Maocu, Goşist, Revizyonist, sosyal faşist, Maocu bozkurt diyerek birbirimize vuruyorduk ya, içeride hiç dövüşmemiştik. Kemal Bölükbaşı, 198091 yıllarında cezaevindeydi. İdamdan yargılandı, müebbete mahkum oldu. Koğuş arkadaşı Hasan Mantıcı yllar sonra İzmir’de Kemal’le karşılaştı. Kemal onu tanımadı, “Sen siyasi misin” diye sordu. Kemal, bugün çöp Kemal (solda) Nazilli Cezaevi’nde, açık görüşte... 20 Temmuz 2006’da, işten çıkmış yorgun bir şekilde fuarın Montrö kapısının yanındaki durağa doğru gidiyordum. Birden Kemal Bölükbaşı’yla karşılaştım ve kucaklaştım. O da ne, Kemal bana sıcak davranmıyor: Kemal beni tanımadın mı? Kusura bakma hatırlayamadım. Ben Hasan Mantıcı Sen siyasi misin? Ne demek siyasi, Kemal 1986’da Buca, 1987’de de Aydın E tipi cezaevinde beraberdik... Sakalı uzamış, saçı bıyığına karışmış, üstü başı çok eski ve yırtık, elleri kirli, kirli yüzündeki gözleriyle yüzüme anlamsız anlamsız bakıyor. “Ne iş yapıyorsun Kemal” diyecektim, diyemedim. Elinde kocaman bir çuval sokaklardan atık kağıt topladığı belli. “Nerede kalıyorsun” dedim. “Depoda” dedi. İdamla yargılanmış, cezası müebbete dönüştürülmüştü. Cezaevinde ne itirafçı ne de işbirlikçi olmuştu. Deyim yerinde ise aslanlar gibi yatmış, çıkmıştı. 1991 yılında çıkarılan infaz yasasıyla salıverilmişti. Şimdi gideceği evi yoktu. İdamla yargılandığı sol örgütü yoktu, ne köşeyi dönen solcularla, ne de her türlü pisliğe bulaşanlarla arkadaştı. Kemal beni hatırlayamadı, adresimi verdim ve ayrıldık. Otobüse bindim Evka3’e doğru yol alıyoruz. Yolcular arada bir bana bakıyor. Otobüs şoförü aynadan beni görmeye uğraşıyor. Salak şöför önüne bak, kaza yapacaksın şimdi, siz hiç ağlayan insan görmediniz mi? Kemal Bölükbaşı, şimdi Alsancak’ın hangi sokağında kağıt topluyor? 20 Temmuz 2006 saat 18.00 toplayarak yaşıyor...
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle