22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

PAZAR EKİ 11 CMYK 10 EYLÜL 2006 / SAYI 1068 11 PAZAR SÖYLEŞİLERİ Şiirin ölümü mü? Ataol Behramoğlu “Yaşayan Bir Şiir” adlı kitabımda “Şiir Ölür mü?” başlıklı bir yazım vardır. Şiirin bir sanat türü olarak ömrünü tükettiği savına karşı, insan var oldukça şiirin de var olacağını savunan bir yazıydı bu... Bu konuda altını çizebileceğim cümle sanıyorum ki şu olabilir: “İnsanın öz değerleri dediğimiz, yüzyıllar boyunca işlenip biriktirilmiş duygusal ve düşünsel değerler daha da derinleşip boyutlanarak varlıklarını sürdürdükçe, yani insan var oldukça, şiir de derinlik ve boyut kazanarak varlığını sürdürecektir.” Bu yazının son cümlesi şöyleydi: “Şiir ölmüyor; ancak kendini toplumsal yaşamın, tüm çatışkıları, somutluğu, çok yönlülüğü ve baş döndürücü gelişimiyle yaşanan zamanın dışında tutmaya, bireyselliğini mutlak bir değer olarak sunmaya çabalayan bir şair tipi ve bir şiir türü ölmektedir.” Yaklaşık olarak aynı konudaki bir başka yazımda, Turgut Uyar’ın “Çıkmazın Güzelliği” adlı yazısına karşı, çıkmazda olanın şiir ya da insan değil, bir şiir ve şair türü olduğunu ileri sürmüştüm... Bugünkü düşüncelerim çok farklı değil... Fakat zihnimde soruların biraz daha çoğaldığını söyleyebilirim... “İnsanın öz değerleri” dediğim şeylerin neler olduğunda, dün olduğu gibi bugün de kuşkum yok... Buna karşılık “bu değerlerin derinleşip boyutlanarak varlıklarını sürdürdüğü” konusunda kuşkuluyum... Kuşkudan da öte, bu değerlerin, sadece bizim toplumumuzda değil her yerde, eriyip yozlaştığı, tükenmeye yüz tuttuğu görülüyor... “Çıkmaz” konusunda da durum böyle... Büyük şairliğine de, olabildiğince yakından tanıma şansına sahip olduğum kişiliğine de sevgi ve saygı duyduğum Turgut Uyar’ın, anımsadığımca altmışlı yıllarda yazılmış yazısını günümüze ilişkin bir kehanet sayabilir miyiz, bilemem... Fakat günümüzde insanın da giderek bir çıkmaza sürüklendiği neredeyse gözle görülebiliyor... Bugünkü çıkmazın “güzel” olup olmadığı ayrıca irdelenmesi gereken bir konu... Dostum JALE BAYSAL Esra Açıkgöz A kıl ve Yürek... Mep Kitap’tan çıkan bu kitap, Prof. Dr. Jale Baysal’ın hayatını anlatıyor. İstanbul Üniversitesi’nde kütüphanecilik bölümünün yeni kurulduğu yılları da içeren bu hayat hikâyesinde, Türkiye’deki önemli pek çok isim de geçiyor. Genco Erkal, Ruhi Su, Tarık Buğra, Mîna Urgan... Kitabın yazarı ise, Baysal’ın öğrencisi Hasan S. Keseroğlu. Baysal’la 1976’da tanışan Keseroğlu, Kütüphanecilik Bölümü’ne asistan olunca 12 yıl, yani Baysal emekli olana kadar aynı odada çalışıyor. Hoca ve öğrencisinin dört yıl da ayrı odalarda çalışmışlıkları var. Bir zamanlar yazmak için emekli olmayı bekleyen, ama yazı olarak yaşadıklarından çok oyun, öykü gibi edebi metinlere niyetlenen Baysal, bu isteklerini gerçekleştiremiyor. Emekliliğinde yaratıcılığını Kadın Eserleri Kütüphanesi ile Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin yönetim kurulu üyesi olarak sürdürüyor. Keseroğlu’un Baysal’ı kitap için ikna etmesi kolay olmuyor. Sonunda 8 Ocak’ta telefon açıp, “Hasan görüşelim. Kaygılarım var” diyor Baysal “Artık oturduğum, yattığım yerden kolay kalkamıyorum. Zihinsel sorunlarım var: Çok çabuk unutuyorum”. Uzun uzun görüşüyorlar... İşte o görüşmelerin kısa bir özeti... Bir kütüphanecinin yaşamında neler olabilir? Yanıt, Mep Kitap’tan çıkan “Akıl ve Yürek” kitabında. Prof. Dr. Jale Baysal'ın hayatını anlatan kitap, aynı zamanda Türkiye’deki kütüphanecilik tarihinin bir özeti. İstanbul Üniversitesi Kütüphanecilik Bölümü’nün kuruluşundan Kadın Eserleri Kütüphanesi’nin kuruculuğuna kadar, pek çok olayda izi var Baysal’ın. İşte Mîna Urgan’ın “Bir Dinazorun Anıları” kitabında “Gerçek bir kütüphane uzmanı olduğu için her şeyi bilen dostum" diye bahsettiği Baysal'ın hayatı... Topkapı Sarayı gezisi sırasında, Adnan Ötüken (sağında) Jale Baysal, (solunda) M. Alpay. Beni ilgilendiren, söz konusu değerler yozlaşmasının ve günümüzdeki çıkmazın, şiiri de gitgide yozlaştırdığı ve giderek elimizde şiir adını taşımaya değecek hiçbir şey kalmadığıdır... Sadece kendi ülkemiz için konuşacak olursam, edebiyat dergilerinde beni bir şair olarak en çok ilgilendirmesi gereken şiirli sayfalar en çok canımı sıkanlar oluyor... Değerlendirme kurullarında olduğum yarışmalara gelen dosya ya da kitaplardaki şiirlerin, adresime gönderilen kitapların, çok, ama gerçekten çok azı dışındakiler, “asgari” şiir bilgisinden, en küçük bir yetenek pırıltısından yoksun... Bu apaçık “ölüm”ün nedenlerini bu sütunun sınırlarında irdeleyemeyiz. Kendi payıma, gençlik yıllarımın dergilerini, “Varlık”ı, “Yelken”i, “Dost”u, “Yedi Tepe”yi, “Yeni Dergi”yi, o yılların şiirini özlüyorum... Farklı şiir anlayışlarıyla, farklı ve karşıt şiir zevkleriyle de yazılmış olsalar, her şiirde şiir adına yaraşan az ya da çok bir şey olurdu... Bugün geldiğimiz noktada, “bireyselliğini mutlak bir değer olarak sunmaya çabalayan bir şair tipi”ne bile saygı duymaya hazırım... Yeter ki bir yetenek kıpırtısı, bir dil zevki, az çok özümsenmiş bir şiir bilgisi, hakiki bir yaşam ışıltısı görebileyim... Şiir hiçbir zaman bu kadar yozlaşmamış, bu kadar ayağa düşmemiş, toplumdan da en yalın anlamıyla insandan da bu kadar kopmamış, bu kadar soyutlanmamış, bu kadar şiir dışı bir şey durumuna gelmemişti. Çünkü insan belki hiçbir zaman bu kadar bozulmamış, anlamını ve değerini yitirmemişti. Çünkü ülkemizde eğitim sistemi hiçbir zaman bu kadar sığlaşmamış, içi boşalmamış, değersizleşmemişti.. Bu konuda son sözüm edebiyat dergilerine, onların da özellikle İstanbul’da yayımlanmakta olan anlı şanlılarınadır. Sayfalarınızı şiir görüntüsündeki ıvır zıvırla doldurmak zorunda değilsiniz... Şiire yitirdiği onurunu kazandırmak yine de öncelikle sizlerin sorumluluğundadır... ataolb@cumhuriyet.com.tr Jale Baysal, muhasebeci bir babanın ve ilkokul öğretmeni bir annenin dört çocuğundan biri. Baysal’ı edebiyata yönelten de onlar. “Bizim evde çok kitap okunurdu” diyor, “Annebabamın ellerinde hep bir kitap olurdu. Babamla teyzem bazen aynı kitabı okurlardı. Akşam yemeğinden sonra kim önce başlayacaksa, kitabı o okuyacak diye yarışırlardı. İlkokul ikinci sınıfta Victor Hugo’nun Sefiller romanını okudum”. Romanların kaynağı, babasının çalıştığı Kayseri Lisesi’nin kütüphanesi. Baysal da üniversiteyi bitirince bu lisede vekil öğretmenlik yapıyor. Ailesi İstanbul’a göçünce Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ne memur olarak giriyor. Böylece kütüphanecilik kariyeri başlıyor. İlk kütüphanecilik hocası, kütüphanenin müdürü Muzaffer Gökman. “Bir nokta ile noktalı virgül, bir katalog kartında ne kadar önemli, ondan öğrenmişimdir” diyor. Edebiyat Fakültesi’nde seminer kütüphanesi için sınav açılınca, eksiklerini tamamlama isteğiyle fakültede çalışmaya başlıyor. 1950’de de Türkoloji bölümü öğrencisi Tarık Buğra’yla evleniyor. Bir süre sonra Ayşe Buğra doğuyor. “Tarık ile mükemmel anlaşıyorduk, ama siyasi davranış bakımından... Yeni İstanbul gazetesinde yazmaya başlamasından hoşlanmadım mesela. Türkeş’in bizim eve ziyarete gelişinden de. Onunla 18 sene evli kaldık. Ondan sonra gidemeyeceği anlaşıldı. Türkiye’de politika her şeye baskın çıkmaya başladı” diyor. Buğra ve Baysal boşanıyorlar. Baysal’ın kızı Ayşe Buğra, şimdi Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim üyesi. “Kızımdan yana çok şanslıyım” diyor, “Başarılı bir bilim insanı. Onun eserlerini görmek beni mutlu ediyor”. 1964’te Macit Gökberk’in öncülüğüyle Edebiyat Fakültesi’nde bir Genel Kitaplık kuruluyor, Baysal da müdür tayin ediliyor. Kütüphanecilik Bölümü de bu sırada açılıyor ve başına Almanya’dan dönemin önemli kütüphanecilerinden Prof. Dr. Rudolf Juchhoff getiriliyor. Juchhoff’un teşvikiyle Baysal önce doktora tezini yazıyor: “Müteferrikadan İkinci Meşrutiyet’e Kadar Osmanlı Türklerinin Bastığı Kitaplar”. Tezi için, 47 bin 250 kün len dostum Jale Baysal” cümlesiyle anılıyor. Baysal bu tanımlamayı almasını sağlayan anıları şöyle anlatıyor: “Mîna Urgan, İspanya’da bir şehrin adını bir türlü hatırlayamayıp ‘El Greko’nun şehri’ dediğinde, ‘Toledo’ cevabını verişime şaşırmıştı. Son sorusu ‘Kuran’da veya hadislerde zaman geçtikçe hükümler de değişir’ diyen bir hüküm olup olmadığıydı. Olduğunu söyledim: ‘Tebeddütül zaman, tagayyürül ahkam’. Buna da şaştı...” Bir yandan da edebiyatla ilgileniyor, oyunlar yazıyor Jale Baysal. Ankara Radyosu’nun “Radyofonik Piyesler” programında bir piyesi oynanıyor: “Sıkıntı”. İbrahim Müteferrika’yı anlattığı “Cennetlik İbrahim Efendi” oyunu ise ödül alıyor. “Oynasınlar diye gönderdim. Red cevabı Tarık Buğra’dan geldi. Ayrılmıştık o sırada” diyor. Genco Erkal piyesi oynamak istiyor, ancak yetersizlikler yüzünden başaramıyor. KADIN ESERLERİ KÜTÜPHANESİ Emeklilikten sonra Kadın Eserleri Kütüphanesi’nin kuruluşunda yer alıyor Baysal. “Şirin Tekeli komşumdu. Bir gün, ‘Bir kütüphane kurmaya karar verdik, bize bir saatliğine danışmanlık yapar mısın?’ diye sordu. Bir saatliğine gittim ve kendimi kurucular arasında buldum. Kadın haklarının o kadar kötü harcandığı bir memlekette, kadın sorunuyla ilgilenen bir kütüphanenin olması şart” diyor. Baysal’ın hayatı, kütüphanecilerin ömrünü dört duvar arasında geçirdiğini söyleyenleri şaşırtacak. Öğrencilerini de yanına alıp şehir şehir kütüphane geziyor. Eskişehir, Samsun, Trabzon, Erzurum, Sıvas, İzmir... Yurtdışı gezileri de var, Amerika, Hindistan, Nepal, Kanada, Norveç, Mısır, İsveç, Finlandiya, İtalya... En çok da kendisini etkileyen kişilerin evlerini gezmeyi seviyor, Frankfurt’ta Goethe’nin, Londra’da Keats’in, Hollanda’da Rembrandt’ın... “Akıl ve Yürek” anı meraklıları ve Türkiye’de kütüphaneciliğin yakın tarihini öğrenmek isteyenler için... Jale Baysal, kızı Ayşe Buğra ile... yeyi gözden geçiriyor. Yurtdışında kaynak taraması da yapıyor, ancak bunlar sadece altı ayını alıyor. Oysa Türkiye’de sadece 15 dergiyi taramak için iki yılını veriyor. “Ne yazık ki bugün teknolojik donanıma, onları kullanıyor olmamıza karşın bir standart oluşturmaktan yoksunuz. Oysa bizim alanımız bir standartlar mesleğidir” diyor. Bölümde ders verirken, bir yandan da doçentliğe hazırlanıyor. Doçent olduktan sonra bölüm ona emanet ediliyor. 1968’de, TÜBİTAK’ın bursunu kazanınca, Frankfurt’ta dokümantasyon işinin organizasyonuyla uğraşan bir merkeze gönderiliyor. Mîna Urgan’ın “Bir Dinazorun Anıları” kitabında “Gerçek bir kütüphane uzmanı olduğu için her şeyi bi Kadınların yönetme arzusu... Aylin Kotil eden böyle bir başlık attım? Bunu bana düşündüren neydi? Okulların açılıyor olmasından dolayı diyeceğim, şaşıracaksınız. Evet, okulların açılmasına az kaldı. Birçok aile için gidilecek okul seçimi bir kâbus. Bu işlerle daha çok anneler uğraşsa da, son yıllarda “hayatı ortak paylaşıyoruz” söylemlerinin gündeme gelmesiyle erkeklerin de çocuk yetiştirmede anne çalışsa da çalışmasa da kadının zorlamasıyla pay almaya başladıkları gözlemleniyor. Artık kalmadı akşamdan akşama çocuğunu seven babalar. Bu iyi bir durum doğal olarak. Ancak kadının diretmesiyle gerçekleşiyor olması ve kadının bunu güç gösterisi haline getirmesi biraz rahatsız edici. Çalışmayan kadının akşamları yorgun argın gelen kocaya bebeğin altını değiştirtmesi, mama yedirtmesi doğurganlığın verdiği üstünlük duygusunu hissettirmekten başka bir şey değil. Bir de beynin arkalarında bir yerlerde “Doğurdum artık bu adam beni garanti görüyor ve bu çocuğu ömür boyu ilişkimizin bir garantisi olarak görecek” düşüncesi de var. Bu biraz da gerçek. Erkek çocuk olduğu için kadının artık onu terk N edemeyeceğini düşünür, kadın da buna karşılık erkeği çocuk eğitiminin her aşamasına katmaya çalışır. Erkeğin şartları ne olursa olsun... Kadının bunu hemcinslerine kanıtlama arzusu da bir başkadır. Eve ziyarete gelen kız arkadaşıyla laflayan kadın, işten yorgun gelen kocasına arkadaşının yanında mama verdirtmeye pek bayılır! Tüm bunların yanında aşağı yukarı her anne kendi çocuğunun mükemmel olduğunu düşünür ve çocuğunu okula yazdırırken sınıf birincisi olmasını haya eder. Erkeklerde buna pek rastlanmaz. Babalar da iyi okusun isterler, ama her baba çocuğunun sınıf birincisi olması hayalini kurar, demek fazla iddialı bir cümle olur. Kadınlarda olaya hâkim olma, yönetme, yönlendirme dürtüleri erkeklere göre daha fazladır ve kadın iktidarı sever. Bunun en güzel örneğini hamile kaldığında görürüz. O güne kadar erkeğine yön verememiş kadın, hamile kaldığında bunu bir silaha dönüştürmekten çok keyif alır. Alman annemin bir lafı vardır; “Aşermek ne demek ilk defa Türkiye’de duydum”. Neden? Çünkü o güne kadar kocasına bir şey yaptıramayan kadın, sana bir evlat veriyorum diyerek tüm kozlarını hamileliği döneminde kullanacağını çok iyi bilir. Sözüm hayatın her yönünü birlikte paylaşan kadınlara değil, kişiliğini çocuklarının başarısının üzerinden, eşlerine yön vererek ya da etrafa yön vererek şekillendirme çabasında olanlara. Kadınlar bu hâkimiyet duygusuna kendilerini öyle bir kaptırırlar ve hedefe öyle bir kilitlenirler ki, sonunda hayatlarının bir döneminde bakmışlar ki kocaları istedikleri kıvama gelmiş! Bu kimisinde yaşlılık dönemine denk gelse de, kaçınılmaz sondur. Kadın zafere er ya da geç ulaşır. Ama gençliğinde, ama yaşlılığında... Sonunda erkek kadına teslim olur, ama tılsım bir yerde bozulur. Teslimiyetten sonra kadın, adı konulamaz bir huzursuzluk duyar. Çünkü atladığı bir şey vardır. Kadın yönetebileceği erkeğe artık âşık değildir. aylin@kotilsarigul.com
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle