02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

PAZAR EKİ 10 CMYK 10 PAZARIN PENCERESİNDEN 10 EYLÜL 2006 / SAYI 1068 TBMM Lübnan’a asker göndermeye karar verdi, üstelik toplumsal muhalefete rağmen... Lübnanlılar da topraklarında yabancı asker görmek istemiyorlar. Müslüman ya da Türk fark etmiyor, “Hiçbir askeri bağrımıza basmayacağız” diyorlar. Geçen ay Lübnan’a giden bir grup gazeteci, insan hakları savunucusu Lübnanlılarla konuştular. Savaşın izlerini görüntülediler, hiç yağma olmamasına şaşırdılar. Sırat’ın gişeleri* Selçuk Erez ağmurun şiddetine rağmen yolun iki kenarında pek çok insan birikmişti. Motosikletli polislerin ardından eski başbakanın naşını taşıyan cenaze arabası cami kapısında belirince viraja yakın yer almış bir sürü sakallı, cüppeli, hacı yağ sürünmüş vatandaş beraberce tekbir getirmeye başladılar. Bu gösteriler, kabristana kadar devam etti. Bütün gazeteler eski başbakanın yaşam boyunca yaptıklarını, hapisteyken, meclisteyken söylediklerini aktaran yazılarla, resimleriyle doluydu. Akşam televizyon istasyonları, O, toprağa verildikten sonra düzenlenen duaları, çeşitli kimselerin bu “acı ölüm” konusunda düşündüklerini yansıttılar. *** Başbakan, gece yarısında Sırat Köprüsü’nün gişelerine vardı. Köprü başında bazı melaike tarafından karşılandı: Hoş geldiniz! Sizi, bu yöne alacak, bundan böyle kalacağınız yeri göstereceğiz! Başbakan, elinde valizleri, gösterilen yöne doğru yürüdü. Dünya’da çok alıştığı bu kadar tantanaya rağmen burada kimsenin gelip kendisine yardım etmemesi, dörtbeş çantayı düşe kalka taşımak zorunda kalması tuhafına gitti. Tozlu bir yolda yarım saat yürüdükten sonra yayvan bir binaya vardılar. Melek, belindeki torbadan bir anahtar çıkardı: Bu odada kalacaksınız! Biraz fazla ufak değil mi? Burada kalanların önemli bir bölümü, buna benzer odalarda misafir edilirler! Benim kim olduğumu size söylemediler mi? Sadece kim olduğunuzu değil, tüm öz ve soy geçmişinizi, hem de ayrıntılarıyla biliyoruz! Y Yazı ve fotoğraflar: Şaban Dayanan Hayır, askerinizi istemiyoruz... rablus, diğer adıyla Tripoli’deyiz. Kim miyiz? Bir grup gazeteci, barış ve insan hakları savunucusu. Kentin birçok yerinde Hizbullah ve lideri Nasrallah’ı öven posterler ve pankartlar asılı. Oto yollar ve köprüler bombardımanda darmadağın olmuş, yan yollardan ilerliyoruz. Lübnanlılar iç çatışma ve savaşlardan edindikleri deneyimi yansıtmış olmalılar ki, gündelik hayatın akışı neredeyse hiç aksamamış. Beyrut da öyle... Devasa yapıları, pırıl pırıl haliyle sanki hiç savaş geçirmemiş gibi. Kıyıda oturanlar nargilelerini tüttürüyor, çocuklar koşturuyor... Gerçeği yüzümüze ertesi sabah gittiğimiz Dahiyye bölgesi vuruyor... İzinle ya da orada oturduğunu belgeleyenlerin girebildiği Dahiyye, silahlı muhafızlarca korunuyor. Çoğunluğu Şii, 80 bin kişinin yaşadığı bölge yerle bir olmuş. Yıkılmayan binalar ise oturulamaz durumda. Gönüllülerin kullandığı iş makineleri ateşkesle birlikte çalışmaya başlamış, ancak belli ki yeniden inşa aylar, hatta yıllar alacak. Binalarda oturanlar enkazdan kullanılabilir tek tük eşyalarını kurtarabilmek için görevlilerin etrafında dolanıyor. Yıkılan binaların üzerine asılmış pankartlar Hizbullah’ın propaganda ustalığını gösteriyor. Pankartların üzerinde yaşananlar ve nedenleri yazılı “ABD Yapımı”, “Tam hedef vuruldu”, “The New Midlle B/east”... Bir gönüllü merkezine düşüyor yolumuz, onlarca genç enkaz kaldırma çalışmalarına katılmak üzere kayıt yaptırıyor... T Sedir ağacı... da sığınak niyetine bu eve geldiler, ama ev vuruldu, ve ailemizden 21 kişi öldü”. Patlamamış bombalar var köyde, dikkat edilsin diye çevreleri kırmızıyla boyanmış... İsrail sınırına 10 km. yakınlıktaki Bint Jubail kasabasını da ziyaret ediyoruz. Burası göğüs göğüse çatışmanın yaşandığı yer. Her santimetrekarede çatışmaların izini görmek mümkün, hâlâ ceset kokusu var. Yıkıntılar arasında dolaşanlar, İsrail’e beddualar yağdırıyor. “Bizi buradan sürmeyi başaramayacaklar, burası bizim toprağımız, namusumuz, koruyacağız” diyorlar öfkeyle: “Hiçbir yere gitmiyoruz. Güvenlik işin bahanesi. Biz kimse için tehdit değiliz. BM de bizi buradan sürmek için geliyor. İsrail başaramadı, BM de başaramayacak”... Peki, benim ne kadar imanlı olduğumu, hayatım boyunca besmelesiz kurdele kesmediğimi, her açılışta “hayırlı olsun”la başlayıp, dua işittiğimde seçim nutuklarıma hep ara vermiş olduğumu biliyor muydunuz? Biliyoruz! Kaç defa Hacca, Umre’ye gittiğimi? Onu da biliyoruz... Başbakan, kendisine gösterilen odanın önünde, görevli melekle tartışırken bir gürültü işitti, döndü, baktı: Kısa boylu, topluca bir adamın oraya doğru yürüdüğünü gördü: Tıraşsızdı, gömleğinin kollarını kıvırmıştı, göğsünün kılları, açık yakasından dışa fırlamıştı, pantalonunun dizleri aşınmıştı. Ardında yürüyen dört görevli, valizlerini taşıyorlardı. Bu heyet, Başbakan’ın odasının bulunduğu blokun az ötesinde yer alan mermer kaplı bir binaya yöneldi; Başbakan, adamın, bahçesinde iki yüzme havuzu bulunan bu binada dört balkonlu, dubleks, geniş bir daireye yerleştirildiğini görünce dayanamadı, sordu: Bu kim? Bir kral filan mı? Hayır, İstanbullu bir taksi şoförü! Peki, koskocaman bir başbakana ufacık bir oda verip onu neden böyle lüks dairelerde misafir ediyorsunuz? Eski Başbakan, bu sorusuna verilen cevabı, o âlemde var oldukça unutamadı: Burada biz, işin görüntüsüne değil, aslına bakarız: Dualarınızın siyasette avanta sağlanması için edildiğini, dine bağlılık sözlerinizin de ne denli yapmacık olduğunu iyi biliyoruz. Oysa, bu şoför, hayatı boyunca arabasını görülmemiş bir sallapatilikle sürerek taksisine binmiş olan binlerce vatandaşın, gidecekleri yerlere varıncaya kadar en büyük bir içtenlikle durmadan dua etmelerine, yol boyunca samimiyetle salavat çekmelerine vesile olarak cennetteki yerini hak etmiştir! *Dr. Barry Schifrin’in anlattığı bir fıkradan esinlenmiştir. Çocuklarını sığınakta kaybeden baba... “Hiçbir ordu bunu yok edemez” yazıyor. Sayda ve Sur’dan transit geçiyoruz, tüm benzin istasyonları vurulmuş, çevredeki binalar ve araçlar da kullanılamaz hale gelmiş. Ana yollar da öyle. Bombalanan ve Akdeniz’e binlerce ton petrol akıtan rafineri de yolumuzun üzerinde. Her taraf petrol karasına bulanmış... Daha güneye, sivillerin öldürüldüğü Kana kasabasına iniyoruz. Rehberimizin tavsiyesiyle durduğumuz 500 nüfuslu Hureyb köyünde her on kişiden biri yaşamını yitirmiş. Bir eve giriyoruz, yaşlı bir kadın, ABD ve İsrail’e lanetler yağdırırken gözyaşlarını tutamıyor. Beş oğlunu bombardıman sırasında yitirmiş. Kocası yeşil gözlerinde unutulmaz bir kederle yüzümüze bakıyor... Saldırıda ölenlerin mezarlarını da ziyaret ediyoruz, her mezarın başında, birkaç çiçekle birlikte ölümüne neden olan bombalardan bir parça var. Hureybliler, Türkiye’den gelmemizi önemli buluyor, “Biz kardeşiz, sizi seviyoruz” diyor, aynı günlerde Abdullah Gül’ün İsrail ziyaretinin üzücü olduğunu da ekliyorlar. Bombardımanda yakınlarını yitirenlere fotoğraflar kalmış. Oğul, torun, eş... Uzun uzun bakıyor, gözyaşlarını saklamaya çalışıyorlar. Bir evde soluklanıyoruz, bütün aile bir arada. Daha güvenli görüp, ilk katı dağın içine inşa edilen eve bombardıman sırasında 33 kişi saklanmış, sadece altısı kurtulmuş. Enkazdan son anda kurtarılan genç bir kadın, biri bir buçuk yaşında iki çocuğunu yitirmiş. Evin içinde bir hayalet gibi dolaşıyor, tek söz etmiyor, ağlamıyor. Kimse acılarını anlatmak istemiyor, “Hiçbir şeye ihtiyacımız yok, sağ olun, ziyaretiniz önemli” diyorlar: “Bu saldırılar bitsin ve bir an önce barış gelsin”. 78 yaşlarında bir çocuk; beş çocuğuyla ölen amcasının saldırılardan önce “Burada Hizbullah üyesi yok, İsrail buraya saldırmaz” dediğini söylüyor: “Saldırılar başlayınca onlar HİZBULLAH BASİT BİR ÖRGÜT DEĞİL... Beyrut’a dönüyoruz. Sosyal yardımlar konusunda çalışan bir sivil toplum örgütünün temsilcisi Dr. Ali Hamadi ile görüşüyoruz. Vurulan hastanelerde cihazlara ve ilaçlara ihtiyaç bulunduğunu söylüyor, gelen yardımların Lübnan devleti tarafından adil dağıtılmamasından, yardımların sivil halkın eline geçmemesinden yakınıyor. Türkiye Büyükelçiliği’nden Müsteşar Yunus Bey’le de konuşuyoruz. Yunus Bey, Lübnan halkının Türk askerini barış gücü içerisinde görmek istediğini söylüyor, itiraz ediyoruz, çünkü bizim görüştüğümüz yerel yöneticiler ve Lübnanlılar, Birleşmiş Milletler Barış Gücü’ne ait hiçbir askeri istemediklerini, bu askerleri bağırlarına basmayacaklarını gizleme gereği duymadılar. “Peki, Türk askerini” diye sorduğumuzda da aldığımız yanıt netti: “Hiçbir askeri bağrımıza basmayacağız”. Lübnan’da Birleşmiş Milletler’e bağlı barış gücü UNIFIL’ın 23 yıl sözcülüğünü yapan Timur Göksel ise Türk askerinin gidip gitmemesi hakkında tedbirli bir yanıt veriyor: “Hizbullah ile doğrudan konuşmadan böyle bir şeye asla girişilmemeli”. 1992’de Nasrallah’ın başa gelmesiyle Hizbullah’ın bir evrim geçirdiğini ve her kesimden halkın sevgisini, desteğini kazandığını vurguluyor Göksel. “Hizbullah basit bir örgüt olarak nitelenemez” diyor “Sosyal alanlar dahil bir devlet gibi. Hatta Lübnan hükümetinden daha organize”. Saida ve Sur kentlerine ilişkin bilgileri, oraya giden arkadaşlarımızdan alıyoruz. Saldırılardan sonra 30 bin göç alan, on binlerce sakininin de terk ettiği Saida’nın darmadağın olduğunu söylüyorlar. Şimdi herkes evine dönmeye çalışıyormuş. Sur’da da benzer görüntülerle karşılaşmışlar, bombardıman, yıkım ve ölüm... Tepesi uçurulmuş yedi katlı bir binada hâlâ 25 kişinin cesedinin olduğunu anlatıyorlar, Lübnanlılardan kendilerine bulaşan kederle... Artık dönme zamanı, kulaklarımızda Lübnanlı sanatçı Fehruz’un “Li Beirut” şarkısı Türkiye’ye doğru yola çıkıyoruz... Toplu mezarlar ve bomba parçaları... Çevresindeki yıkıntıların arasında ayakta kalabilmiş, üç katlı binanın orta katının balkonuna takılıyor gözümüz. Yaşlı bir kadın toz alıyor, kocası “Gidecek bir yerimiz yok, burada kalıp direneceğiz” diyor. İnsanlar konuşuyor, soruları yanıtlıyor, ama isimlerini vermek istemiyor. Şii, kuru temizlemeci kadın da öyle. Yıkılmış dükkânının önünde konuşuyoruz, eşini üç yıl önce kaybettiğini, bombardımandan sonra dört çocuğuyla kız kardeşinin evine yerleştiğini söylüyor. Dükkânda temizlenmiş, teslim edilmek üzere torbalanmış giysiler duruyor, kimse elini sürmemiş, sürmüyor. Onca yıkıma rağmen yağma hiç yaşanmamış, yaşanmıyor. Kadın, yıkıntılar arasına üzerinde irtibat telefonu yazan bir karton asmış, müşterilerden birileri çıkar da giysisini geri almak isterse diye... Güney Lübnan’a doğru ilerleyen yolda, bir zırhlı personel taşıyıcı dikkatimizi çekiyor. İsrail’in işgal yıllarından kalma, vurularak çalışamaz hale getirilen bu aracın içinde Lübnan’ın sembolü olan bir sedir ağacı dikili. Aracın yan tarafında Arapça
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle