Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
6 İstemihan Taviloğlu’nun ardından 2 NİSAN 2006 / SAYI 1045 HOCAM VE BABAM... Mürsel Yavuz H ocam Prof. İstemihan Taviloğlu’nun ardından söylenecek o kadar çok şey var ki... Onunla tanıştığım ilk gün aklıma geliyor. Beni sanki yıllardır tanıyormuş gibi davranması çok etkilemişti. O kadar sıcak ve samimiydi ki. Bana her zaman şunu söylerdi: “Bir besteci, yazdıklarında tutarlı ve dürüst olmalı.” Bununla ne demek istediğini şimdi daha iyi anlıyorum. İstemihan Hoca’mın eserlerini dinlediğimde onun insan sevgisi, tutkusu, duyarlılığı ve fırtınalı anlarla dolu yaşamını görebiliyorum. Buna son çalışmaları arasında yeralan “Mİ” (piyano için üç prelüt) adlı albüm örnek gösterilebilir. Yaratıcılığın ön planda olduğu branşlarda, bir öğrencinin en büyük şansı, yetkin bir hocayla çalışma fırsatı bulması. Taviloğlu, iyi bir eğitmen olmasının yanı sıra, duyarlı bir besteci, baba ve iyi bir dosttu. Kendisi ile çalıştığım için dört yıl boyunca bana armoni, kontrpuan, müzik analiz, füg, kompozisyon ve orkestrasyon dersleri verdi. Tüm bu dersleri büyük bir zevkle ve coşkuyla anlatırken doğruluğunu biliyor olmasına rağmenayrıca söylediklerini araştırmamı isterdi. Besteciliğe farklı bir şekilde bakmamı sağlayan ve beni çok etkileyen birkaç anımı anlatmak istiyorum. Hazırlık sınıfında bir motiflik kompozisyon çalışmasını geliştirip, tamamlamamı istemişti. Hata yapma korkusuyla bu isteğini yerine getirememiş ve çok üzülmüştüm. Ertesi gün ürkek bir şekilde kapısını çaldım. Gerilimi azaltmak için her zamanki gibi fıkralar anlatıp espriler yaptıktan sonra derse başladı. “Hocam isteğinizi yapamadım. Çünkü kompozisyon yazarken korkuyorum ve bu nedenle de kalemim ilerlemiyor” dedim. Her zamaki hoşgörüsü ile “Bunun için üzülme. Şimdi birlikte üstesinden geliriz” dedi. Aynı motifi tekrar yazarak, motifsel gelişimden nasıl cümleler oluşturulduğunu ve büyük bir periyoda dönüştürüldüğünü görüp anlamam için çeşitli örnekler yazdı. Sonra da kulaklarıma küpe olacak şu sözleri söyledi: “Unutma ki İstemihan Taviloğlu ve Mürsel Yavuz... korkularımızın üstüne gitmezsek sürekli onlardan kaçmak zorunda kalırız. İyi kompozisyon yazmanın yolu ise sıkça kompozisyon yazmaktan geçer.” Bir profesör, dersler dışında genelde kendini öğrencilerden soyutlamaya çalışırken, o tam tersini yapıp aralarına karışarak yapıcı girişimlerde bulunurdu. Benden iki çalgı için bir kompozisyon yazmamı istemişti. Bu kompozisyonu yazarken , bunu yorumlayacak olan arkadaşlarımdan biri, bir kızdan hoşlandığını ve duygularını açıklayamadığını söylemişti. Arkadaşımın hoşlandığı kişiyle bir araya gelebilmesi için kızın çaldığı enstrümanı da ekleyerek, düeti trioya dönüştürdüm. Hocam nedenini sorduğunda durumu anlattım. Büyük bir hoşgörü göstermekle kalmadı, kendi odasında yaptığımız provalar boyunca bu iki gençten “çalgılarının uyumu gereği” hep yan yana oturmalarını istedi. Çeşitli nedenler öne sürerek prova sürelerini uzattı, bazen “Şimdi çayı hak ettiniz, ben size çay getireyim” diyerek odasından çıkıp, birlikte rahat zaman geçirmelerini sağladı. Hasta olduğum bir akşam, ertesi gün yapacağımız derse katılamayacağımı telefon mesajı ile haber vermiştim. Hemen arayıp, “Evladım, biz şimdi, Gülser (eşi) ile kocakarı ilacı hazırlayıp, sana getiriyoruz” dedi. Yaklaşık bir saat sonra uyuyor olabileceğimi düşünerek, kapı zilini çalmadan ev arkadaşımı arayarak kapıyı açtırdığını, nöbetçi eczaneden aldığı ilaçları bırakarak gittiğini öğrendim. Bu içini rahatlatmamış olmalı ki bir süre sonra yeniden gelip, beni kontrol etti. İstemihan Taviloğlu’nu tanıyan herkesin hemfikir olduğu nokta; büyük bir besteci ve büyük bir eğitmeni kaybettiğimiz... Ogün’den ABD’ye ‘dön evine’ Ogün Sanlısoy üçüncü solo albümü “Üç” ile müzikseverlerle buluştu. Müzisyen Irak’taki işgalden bireylerin içsel çatışmalarına kadar can yakıcı birçok konuyu şarkılarına taşımış... Ali Deniz Uslu gün Sanlısoy’u henüz 21 yaşındayken rock müziğin kült grubu “Pentagram” ile tanımıştık. Güçlü vokali ve sahnesiyle dönemin en iyi isimlerindendi. Sanlısoy, 1999 yılında şansını solo performansı ile denedi, ama istediği başarıyı elde edemedi. Beş yıl aradan sonra 2004 yılında çıkardığı ikinci solo albümü “O Gün” ise Türk rock müziğinde referans albümlerden biri oldu. Sanlısoy şimdi de üçüncü albümü “Üç” ile müzikseverler ile buluşuyor. Bu albümde “Pentagram” grubundan beraber çalıştığı Tarkan Gözübüyük ve Metin Türkcan da ona eşlik ediyor. Ayrıca Şebnem Ferah, Aylin Aslım, Kerem Özyeğen ve Ozan Tügen vokalleriyle albümde. Albümün müzik kanallarında sıkça dönen çıkış şarkısı “Bilmece” herkes için faklı bir cevabı barındırıyor. “Hadi Beni Güldür” ise bir yüzleşmeyi anlatıyor. Bir diğer güçlü şarkı “Dön Evine” ise müzisyenin Irak’ta yaşanan acılara isyanı. Ogün Sanlısoy ile yeni albümünü konuştuk. İkinci albümünüz “O Gün” rock âlemine hızlı bir giriş yaptı ve çok sevildi. İki yıl ayrılıktan sonra üçüncü albümünüz “Üç” ile karşımızdasınız. Bu albüme nasıl geldiniz? İkinci albümüm “O Gün” çıktıktan sonra vakit kaybetmeden yeni bestelerimi yapmaya başlamıştım. Parçalarımı hazırlarken bu albümde kendi prodüktörlüğümü yapmak istemediğimi anladım. Farklı bir isimle, özellikle de Pentagram’dan beraber çalıştığımız Tarkan Gözübüyük ile çalışmak istiyordum. Tarkan da teklifime sevindi ve çalışmalara başladık. Zaten turnelerde beraber çaldığımız hazır bir ekip ve son halini almış besteler vardı. Ben parçaları akustik olarak Tarkan’a götürdüm, o da dinledi ve bir repertuvar belirleyip provalara başladık. Şarkıların enerjilerine göre de düzenlemelerini yaptık. O Albümünüz çıkış parçası “Bilmece” hem tınısı hem de söylemi ile dikkat çekici, ama albümde gerçekten de çok iyi parçalar var. “Bilmece”yi sizin için özel yapan nedir? “Bilmece” albüm için en son bestelediğim şarkı.Onda çok inandığım bir güç var. Bu güç, provalar ve kayıtlarda da öne çıkıyordu. O yüzden hem açılış hem de klip parçası oldu. Her şarkım ilk klip olabilir diye düşünüyordum, ama albümün genel havasını yansıtan bir şarkıyı öne çıkarmak istiyordum. Tüm parçalarım gibi o da dinledikçe kendini daha iyi ifade edecek bir şarkı. Şarkıyı dinleyen kendi bilmecesini çözecek ve boşlukları kendi yaşanmışlıklarıyla dolduracak. HERKES KENDİSİYLE YÜZLEŞMELİ “Hadi Beni Güldür” şarkınızda “Dünyadan âlâ cehennem mi var? Dünyada hâlâ cehennem mi var?” diyorsunuz... İnsanlar düşünceleri ile kendi cennet ve cehennemlerini yaratır. Hayatını cehenneme de çevirmek istersen bunu kolaylıkla yapabilirsin.Burada anlatmak istediklerim ise insanın aynaya bakıp kendi ile yüzleşmesi, iç dünyasıyla sohbet edip kendini sorgulaması. “Dön Evine” parçasını Irak’taki işgale duyduğunuz üzüntüden yazmışsınız. Etkileyici sözleri ile çarpıcı bir şarkı... Mart ayında Irak işgalinin üçüncü yılını geride bıraktık. Bize çok yakın bir yerde, tüm dünyanın gözleri önünde ağzı açık seyredip müdahale edemediği korkunç şeylerin yaşandığı üç yıl geçirdik. Orada yaşanan acıları ifade etmekte bile zorlanıyorum. Bu bir savaş değil, bu bir işgal, eziyet ve cinayet. Orada yaşayan ve hiçbir suçu olmayan binlerce kadın, çocuk ve genç insan öldürülüyor. Buna sesimiz çıkmıyor. Bu da beni çok rahatsız ediyor. Ben de dünya ile bağlantımı müzikle kuruyorum. Müzik benim işim ve tepkimi gösterebileceğim tek yer. Şarkımda da “Artık evlerine dönsünler ve bu iş bitsin” diyorum. Sizinle söyleşi yapıp da “Pentagram”dan söz etmezsek olmaz. O günlerden bu günlere rock müzikte neler değişti? O zamanlar en büyük isteğimiz, lanetlenen, kaka çocuklar gibi görülen rockçı gençlerin gerçek yüzünü göstermekti. Silahları kuşanıp, çete kurup, insanları taciz eden gençler varken, biz gitarlarımızı kucağımıza alıp müzik yapıyorduk. Ama bu bile o dönemde rock müziğe karşı olan önyargıları engelleyemedi. Türkiye’de müzik yapmak zor, rock müzik yapmak ise daha zordu. O dönemde hem maddi hem manevi anlamda zor günler geçirdik. Kendi başımıza mücadele ettik. Sonuçta Pentagram zor şartlarda ciddi işler başardı. İnsanlar pop şarkılarının sığlığından daralıp farklı anlamlar içeren sözleri duymak istediğinde rock müziğin önü açıldı. Bu tarz grupların konserleri dolup taşınca da sponsorlar ve plak şirketleri yatırımlarını buraya çevirdi. Unkapanı’nda türkücü ve arabeskçi arayan mantık, Taksim’deki barlarda iyi rock yapan grupların peşine düştü. Bu trajikomik dönüşüm ne kadar ticari olsa da gerekliydi. Şimdi rock müzik göründüğünden çok daha ciddi bir konumda. Çünkü ince bir dengede duruyor. Benim iddiam ise buradan dünyanın her yerine ulaşabilecek müziklerin çıkabileceği. Siz neler dinliyorsunuz? Çilekeş’i çok beğeniyorum. Sahneleri, albümleri ve müziğe olan bağlılıkları beni etkiliyor. Çamur diye bir grubun çıkış şarkılarını dinledim, eleştirilerim olsa da içime çok sinen bir müzik yapıyorlar. Şimdilerde Chris Cornell’lı “Audioslave”i çok seviyorum. System Of A Down, Korn, Velvet Revolver’da sıkça dinliyorum. Ennis ve Jack’in hikâyesi... Kemal Barış İlbi Y ıllar önce, muhabbeti uzun, gürültüsü bol bir arkadaş toplantısından sonra, gece yarısı uyuyamamış, elimde kumanda boş boş televizyona bakarken rastlamıştım “Same time Next yearGelecek Yıl Aynı Zamanda” adlı filme. Farklı insanlarla evli bir adam ve bir kadının uzun yıllar süren yasak aşkını anlatan film, her yıl aynı zamanda eşlerinden habersiz buluşarak yürüttükleri ilişkiyi, görüştükleri tarihsel dönemlerin siyasal ve sosyolojik gündemlerine göndermeler yaparak oldukça yalın bir sinema diliyle aktarıyordu. O günlerdeki duygusal durumumdan mı, Yılın en çok konuşulan Oscar’lı filmi Brokeback Dağı, gösterime girdi. Yönetmenliğini Ang Lee’nin yaptığı, Heath Ledger ve Jake Gyllenhaal’un oynadığı film, iki genç kovboyun hüzünlü aşk öyküsünü, Orta Amerika’nın lirik doğa manzaraları eşliğinde sunuyor... yoksa filmin insana yakın senaryosundan mıdır bilinmez kapanış sahnesinde hıçkırarak ağladığımı hatırlıyorum. Uzun süre sonra bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine Annie Proulks’un Plutzer ödüllü kitabında yayımlanmış Brockback Dağı adlı kısa hikâyeyi okurken de aynı hüznü hissetmiş, hatta “Gelecek Yıl Aynı Zamanda” filminin senaryosuyla belirgin benzerliklerini fark etmiştim. Tek bir farkla, kısa hikâyede anlatılan aşk iki erkeğin yaşadığı derin, tutkulu ve imkânsız bir aşktı. Geçen yıl öykünün filme çekildiğini duyduğumda sevindim. Kolay ve ucuz cinselliğin duygularımızla içiçe geçtiğini düşündüğüm günümüzde, aşkın toplumsal ahlak kurallarının dayatmasından sıyrılıp özgürleştiği, ama çürümediği bir öyküydü Brokeback Dağı. DOĞRU OLANI SEÇMEK! Ennis ve Jack’in hikâyesinin vücut bulduğu filmi geçen hafta perdede izleme fırsatı buldum. Jack Twist ve Ennis Del Mar’ın Brokeback Dağı’nda koyun sürülerine çobanlık yapmak için bir araya gelmeleriyle başlayan ve bundan sonra çeşitli zaman aralıklarındaki görüşmeleriyle devam eden film özellikle yönetmen Ang Lee’nin şiirsel anlatım tekniği ve resimsi çerçeve düzenlemeleriyle bir sinema klasiği halini alıyor. Ailesini erken yaşlarda kaybetmiş ve tek özlemi yaşayamadığı bir aileyi kurmak olan tutucu, hatta homofobik olarak tanımlayabileceğimiz taşra delikanlısı Ennis ile her ne kadar sözcüklere dökmese de farklı cinsel tercihinin ayrımına varmaya başlayan Jack’in aşkı, ayrıca o dönemin Orta Amerikası’nın ikiyüzlü ahlak anlayışını da sorguluyor. Karakterlerin kendi içlerine yaptıkları yolculuklarda daha çok Ennis’in bakış açısından gördüğümüz tutucu ahlak anlayışı çeşitli imgelerle sunuluyor ve Ennis’in sevme arzusuna yenilmeyi tercih etmeyip toplumsal olarak “doğru olanı seçme”si Jack’ in aşkının devamlılığı için gösterdiği cesaret ve inancı kırıyor, geriye ise ikisi için yıllarca sürecek yalnızlık kalıyor. Yasak bir cinselliği yaşayıp hayatını zindana çevirmektense duygularını bastırarak yaşamayı tercih eden Ennis ne yazık ki kadınlarla olan ilişkilerinde de başarılı olamıyor ve karısın Brokeback Dağı’nda Heath Ledger ve Jake Gyllenhaal oynuyor... dan ayrılıyor. Bu adamlara âşık olan kadın karakterlerin kendilerince yaşadıkları acı ise filmin başından sonuna yürek burkuyor. Film, takip ettiğim kadarıyla Amerika’da gösterilmeye başladığından bu güne hem tutucu çevrelerden hem de eşcinsel gruplardan olumlu ve olumsuz eleştiriler aldı. Özellikle her iki taraftan gelen olumsuz eleştiriler iki grup içinde yeterince taraf olmamasından kaynaklanıyordu, ama filmin yönetmeni Ang Lee’nin de dediği gibi bu film bir eşcinsel aşk hikâyesinden çok insanın doğasının ve aşkın kendisinin yüceltildiği bir film ve filmi izlerken hissettiğiniz her şey aşka ve doğaya dair, yani bedenlerle yitiremeyeceklerimize. Filmin dramatik bir sahnesinde Jack’in muhteşem Brokeback Dağı’nın eteklerinde mırıldandığı “Keşke senden nasıl kurtulacağımı bilseydim” cümlesi Ennis için miydi dersiniz? CUMHURİYET 06 CMYK