Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
SAYFA 6 25 AĞUSTOS 2018, CUMARTESİ Bir Ağustos düşüYaşıyoruz işte hep yürek ağızda, ağızlar sımsıkı kapalı, lâlü ebkem Gök gürlemesini andıran korkunç bir gümbürtüyle uyanıyorum, gecenin bir yarısı. Uyanıyor muyum? Uyanmasam? Kim ister kötülüğe uyanmayı? Yataktayım hâlâ, gözlerim kapalı, üzerimde bir pike, oysa sanırım hava sıcak. Ağustos ayı. Ürperiyorum yine de. Gözlerim kapalı, bilincim açık. Açık mı? Olmayabilir. Bilinç bulanık. Cayırtıları dinliyorum, gözlerim sımsıkı kapalı. Önce hafiften bir esinti, sonra bir gümbürtü daha, yavaş yavaş sallanıyor yatak. Pikeyi iyice başımın üzerine çekiyorum. Rüya mı görüyorum? Keşke. Karabasana bile razıyım. Yeter ki gerçeklere uyanmayayım… Avaz avaz bağırıyor birileri. Sussa ya! Başka şangırtılar, seri vınlamalar. Takır takır. Patlama sesleri. Alttan bir şeyler çatırdıyor. Çığlıklar hâlâ çınlıyor kulaklarımda. Duymuyorum desem, yalan. Duymak istemiyor olabilirim, ola ki kulak arkası ediyorum. Sağır edici bağırış çağırışlar, yakarışlar bunlar. İnlemeler, ilenmeler. Tiz bir ses. Hayır, kadın değil, erkek. Bağırıyor, çığırıyor, biteviye. Bitmiyor feryadı. Bir türlü susmak bilmiyor. Kulaklarımı tıkamak fayda etmiyor. Derdi ne bunların? Derken bir çangırtı daha, bir şeyler yıkılıyor ya da çöküyor az ötede. Nerede? Yanı başımda mı? Hangi topraklarda? Sınırdan içeri mi, dışarı mı? Dışarıdaysa ne önemi var? Var mı? Ona göre mi karar vereceğim gözlerimi açmaya ya da daha sıkı kapamaya? Görmeye mahkum değilim ya! Dışarıda yıkım sürüyor, sürüyor mu? Her neyse, bana ne? Bahanem var diyemez miyim? Elbette. Bana dokunmayan… Bin mi yaşasın? Ya bin ölüyorsak? Daha da öleceksek? Binlerce, yüz binlerce? Ya yoksa içerisi dışarısı, sınırdan ötesi berisi? Hatta sınıra dayanmışsa? Sınırdakileri şimdiden sıraya dizmişlerse? Hatta, kim bilir, bizi de… Elimize tutuşturmuş olmasınlar bir sıra numarası? Sırayla mı? Yoksa sıra bana da gelecek mi? Gerçi liste uzundur nasıl olsa. Hep öyle değil midir? Sıra ne zaman gelir, kim bilir? Gelmese? Gelmez: Daha var, çok var… Ama ya hızlanıverirse? Neden hızlansın? Hızlanmasın. Ama bazen hızlanıverir sıra. Sıra dayağında, sıraladıklarında, sıradaki indiğinde tepemize, hem de tüm gücüyle… Ya sırayla değilse? Param varsa? Yırtabilir miyim acaba? Kaç para? Para etmez mi yoksa? Bir an için kısılıyor sesler. Sessizlik. Uzun bir es. Derin bir nefes. Bitti mi çok şükür? İyi günlerimiz mi bunlar? Şükür mü etmeliyiz? Beterin beteri misali… Dert etmesek de olur mu? Uzaktaysa yani… Ya da komşudaysa yangın? Ötekilerde. Bana ne? Artık açabilir miyim gözlerimi? Ne göreceğimden hiç korkmadan? Bitti mi karabasan? Derken bir anda başlıyor yine çığlıklar, ciyaklamalar, böğürtüler. Bir türlü şükredemediler! Bir şükredebilseler… Ben hâlâ sağlam bir zemindeyim. Öyle miyim? Yatağım yerinden kımıldamıyor gerçi. Güvendeyim. Öyle olsa gerek. Güvende miyim? Doğrulmaya çekiniyorum, hele yataktan inmeye. Boşlukta sallanıyor olabilir miyim? Pamuk ipliğine mi bağlı düşüp düşmemem? Asla istemem. Yeter mi ki istememek? Gözümü açabilsem göreceğim neler olduğunu. Açabilir miyim? Görmek istiyor muyum? Anlamak, hissetmek, farkına varmak, idrak etmek… Kafama dank etmesi… Dank! Dank etmesinden korkuyorum. Korkulmaz mı? Ya kapıya dayandıysa çoktan? Yıkım, yok oluş, evsiz barksız yollara düşüş? Hiç mi olmadı mazide bu topraklarda? Yıka yıka, kova kova… Herkesi. Haydi tası tarağı topla… Ne kalmışsa geriye. Nereye? Cehennemin dibine! Hadi soyunu kurutuver çöllerde… Kabahat sende. Ötekiler de haydi mübadeleye. Onlar ya da bunlar, şimdi de be Öteki Düşler başlıklı kitabıyla 2018 Yunus Nadi Öykü Ödülü’ne değer görülen Yiğit Bener, Cumhuriyet Cuma6tesi için yazdı. rikiler? Kanlı Eylüller, daha nice pespayelikler… Ya kalmadıysa başka kimse? Kalan da buysa. Acılarla kalmışsak baş başa? Yoklukla, yoksunlukla, yoksullukla, duyarsızlıkla. Bellekle beraber benlik de yok olur mu acaba? İnkârlarla, yasaklarla, diller kimlikler yok sayılmışsa, akıllar tutulmuşsa… Dövün boşuna. Ya testi çoktan kırılmışsa? Kalmadıysa başka kimse sırada… Sıra bize mi geldi yoksa? Gerçekleri görmeliyim. Görmeli miyim? Korkunun ecele faydası yok. Yok mu gerçekten? Kafamı iyice kuma soksam, yumsam gözlerimi sıkı sıkı, hiç açmasam, yok olur mu ki? Ne mi? Bilmiyorum. Tehdit? Korku? O şangırtıya ne sebep olduysa… Oldu mu? Çoktan olup bitti mi yoksa, iş işten geçti mi? Geçtiyse Bor’un pazarı, şimdi nereye? Bindik bir alamete, tut tutabilirsen kıyamet kopmadan. Tut ki açmadım gözümü, görmedim olan biteni, acıları, acılıları… Suçlu hep başkası. Gözlerim tam kapalı, ya kulaklar? Ya o seslere nasıl dayanmalı? Bağırıyor birileri her bir köşede. Babalar Cuma’da anneler Cumartesi’de. Tıkaç mı tıkamalı? Tıkaya tıkaya tıkanıp kalmadık mı yeterince, her şeyi görmezden gelince? Görmeli mutlaka, elbette. Açmalı gözleri. Görmeli… Gerçi görsek ne olacak sanki? Görmeden de bilmiyor muyuz bal gibi? Yitik değerleri, şişen yürekleri, vicdanı reddedişleri, hali pürmelalimizi, toptan iflas ettiğimizi? Ne yapmalı? Bilanço mu çıkarmalı? Ama artı hanesine ne yazmalı? Önce hasar tespiti mi gerek? Ne, ne kadar yıkıldı? Ne kaldı geriye? Kimler? Kimlikler, nesneler, düşler, acı gerçekler? Onulmaz… Yoksa sebeplerini mi arayıp bulmalı bir an önce? Tank sesi miydi yok sa yine? Ne düştü tepemize? Uzaklardan bir yerlerden? Dolar, Avro ya da Yen? İç mihrak ya da dış güçlerden gelen? Bombalar mı acaba bu gökten yağmur gibi inen? Kim bilir hangi terör örgütünden? Ola ki derin devletten… Heyelan, çığ ya da tsunami derinlerden? Beklenen ya da artık bellekten silinen deprem mi yine yeni yeniden? Yedi nokta dörtten ötesi, en şiddetlisinden? Yetmedi mi? Hani sağlamdı temeli? Bir dünyaya bedeldi? Al kanla ödemedik mi yeterince bedeli? Bedellisi ya da mecburisi… Millisi, ilahisi, askerisi… Hepsi de kaba kuvvetleriyle övünmedi mi, güven içinde nefret etmedi mi, biz çalışırken çala çırpa tepemize binmedi mi? Bu kez nereye gidiyor gemi? Hepimiz içindeyiz, nasıl olmayalım, et ve tırnak gibi hep aynı illet, hep aynı sorunlar değişmeyen nutuklar cukkalanan milyonlar, kâbus gibi, dön baba dön, bin tepine tepine tepemize… Nasıl da sallanıyor kılıç tepemizde, düştü düşecek… Yaşıyoruz işte hep yürek ağızda, ağızlar sımsıkı kapalı, lâlü ebkem, dört duvar arasına ya da enkazın altına kapatılma korkusuyla sersem, her birimiz davalı, ahali ise belalı ve an meselesi kapıya dayanmaları! Tevekkülle yanıyoruz işte cehennem ateşinde, bayram seyran demeden. Gerçi ne bayramı, kurbanlık koyun gibi dizilmişken! Ateşe atılmışken… Her yer yanıyor, alev alev. Yangın yeri. Kaçmalı belki de uzaklara, cennet vatanın sahil bucaklarına? Hiç gözünü açmadan dalmalı belki de süfli düşlere, serin sulara bırakmalı tasaları, vesveseli dırdırları. Unutmalı, enikonu boşaltmalı hafızayı, yeniden formatlamalı, başka ezberler doldurmalı. Açılmalı engin denizlere, uzaklarda güzel bir teknede. Dalgalara emanet etmeli belirsiz geleceği, dalga geçmeli hayatla, başkalarının acısına kulak tıkayıp bakmalı dalgasına… İlle de yürekler dalgalanmalı çifte kumrular gibi, çifte haneli rakamlarla inip çıkan kurlar gibi… Kurtlar sofrasının yemi. Hayır hayır. Yok öyle pabuç bırakmak derde tasaya, alabora olan borsalara. Varsa yoksa yaylalar yaylalar, lüküs kamaralar, sosyetik dedikodular, hangi ünlü kiminle nerede nasıl ve neler zıkkımlanarak? Al sana gurme tatil köyü… Zıkkımın kökü! Köküne kibrit suyu… Hayır hayır. Suyunu çıkarmamak kaydıyla göz yummalı küçük kaçamaklara. Elimize derhal almalı yaldızlı kapaklı bir aşk romanı, arsız hayallere dalıp sevdalanmalı. Sevgiliyi düşünmeli… O kösnül bedeni… Karnı deşili. Al sana namus cinayeti! Hayır hayır. Düşlerimizde namussuzlara yer açmamalı. Açmalı hemen fiyatı ateş pahası bir ateş suyu, sulandırmalı ortalığı. Sular seller gibi şakımalı en moda şarkıları. Aklımıza getirmemeli sel sularında boğulanları… Hayır hayır. En iyisi her derde deva bir yerli dizi, öylesi lazım tüm evlere. Her karesinde bitmeyen bir eril öfke, nefretle inen bir sille. Nefret midir en çok yakışan bize, belki en çok kazınan beynimize, ölü toprağı gibi örtüp üstümüze? Parklarda mı dolaşsak evimizin az ötesinde? Yabancı birileri gelmiş, yayılmışlar her yere. Yollasak ya evlerine, bir an önce! Gidecek yerleri yoksa bize ne? Alavere dalavere, ötekiler zaten hep nöbette, her türlü nefretin hedefinde. Nöbete tutulmuş gibi titriyorum yatağımda. Gözlerim kapalı, yatağım terden sırılsıklam ya da belki damarlarımdaki asil kandan, hemen burnumuzun dibinde oluk oluk akanından. Boğulmadan bir karar vermeliyim. Uyanmalı mıyım karabasana dönen bu yaz düşünden? Gözlerimi açmak mı, açmamak mı bütün mesele? Yoksa bir ihtimal daha mı var düşlerin ötesinde? Başka düşler kurabilir miyim kovmak için karabasanı? Çatırdayan fayları, göçen hayatları, yükselen feryatları… Bir daha görmemek için yıkılan o evleri, koca kentleri, ezik gövdeleri, cansız bebeleri… Sonrasını mı anımsamalıyım? Uzanan elleri, kimse yok mu diye dünyanın öbür ucundan ya da karşı yakadan gelenleri… Ekmekleriyle, battaniyeleriyle mangal gibi yürekleriyle koşup yetişenleri… Enkazın altında kalanlara ulaşmak için gece gündüz demeden, kürekleriyle ya da elleriyle… Unuttuğumuz insanlığımızı mı getirmeliyim gözlerimin önüne, o kardeşliği, dayanışmayı, yardımlaşmayı? Kimseyi ayırmadan, kimseyi kayırmadan, hiç yılmadan canlandırmalı mıyım yitik düşleri? Bu cehennem sıcağında yanan yüreğimi serinletmek için gençlerin coşkusuna, neşesine mi yönelmeliyim yeniden? Küfürle geviş getirmeden, öfke geğirmeden, medet ummadan şiddetten darbelerden… Dilimizi kütük gibi şişirmeden, içi boş sloganlar böğürmeden… Onun yerine gezinmeli miyim gençlerin kardeş türküleriyle? Gökkuşağının tüm renklerini kucaklayan masumiyetlerine, yeri göğü çınlatan kahkahalarına mı kulak vermeliyim yeniden? Eyvallah mı demeliyim hiç yüksünmeden? Başka bir dünyanın mümkün olduğunun düşünü mu kurmalıyım? Teslimiyetten, hep şikâyetten, felaket tellallığından, küçük hesaplardan, şişik egolardan ırak, silkinmeli miyim tüm korkulardan, ucuz ve nafile öfkelerden, nefret dilinden, içte ve dışta düşman aramaktan? Açabilir miyim yüreğimi yeni umutlara, daha unutmamışken önceki yenilgilerin düş bozumlarını? Yüreğim kaldırır mı, gücüm var mı, çabam yeter mi diye dertlenmeden kim nasıl girsin ki yeni mücadelelere, hele çoktan iş işten geçmişse? Geçmişse zaten yok hiçbir çare. Sızlanmak nafile. Teslim ol o zaman kâbusa dönüşen bu bunaltılı düşlere, her daim böğüren seslerin eşliğinde… Hem de bu sefer uyanmamak üzere. Ama ya geçmemişse? Uyanabilir miyim hâlâ başka bir güne, uzatabilir miyim elimi ayırım gözetmeden tüm ötekilere? Ölüm uykusundan silkinerek uyanmak mümkün mü böyle bir düşe? C MY B