Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
SAYFA 4 25 AĞUSTOS 2018, CUMARTESİ JaponyaDoğduğu için güneşe, yağdığı için kara, aktığı için nehre teşekkür edenlerin ülkesi neden sevilir? ZEYNEP GÜVEN ÜNLÜ Toplum yaşamı düzenli, insanlar nazik, şehirler temiz ve güvenli. Bu ülkeyi kim sevmez diye düşünebilirsiniz. Seviyoruz ama acaba neyi sevdiğimizi tam olarak biliyor muyuz? Sapporo’da ailesiyle birlikte altı buçuk ay yaşayan bir gazetecinin gözünden Japonya... 2018’in hemen başında, uçak biletlerimiz posta kutumuza düşüp önümüzdeki altı ayı Japonya’da geçireceğimiz kesinleştiğinde, şaşkınlıkla fark ettim: Japonya ve Japon kültürü hakkında çok az şey biliyordum. Sushi, yeşil çay, geyşalar, kimono, sumo, sakura, ikebana, samuray, yüksek teknoloji, robotlar, kakülleri çekik gözlerinin üstüne düşen sevimli Japon kızları… Bir de, çocukluğuma damgasını vuran çizgi film Şeker Kız Candy! Ancak, bu imgeler zihnimde belli yere oturmuyor, bir hikayeyle ya da olayla ilişkilenmiyor, uzay boşluğundaki gibi havada asılı duruyordu. Hatta diyebilirim ki içlerinde en somut olanı kurmaca karakter Şeker Kız’dı! Bize benziyorlar, çünkü... Japonya’da bulunma sebebimiz, akademisyen eşimin bir yıllık ‘sabbatical’ izniydi. Bu yolculukta ona 10 yaşındaki oğlumuz Kaya ve ben eşlik ettik. 1 Şubat 2018 günü ülkeye girerken, cebimizde 15 Ağustos tarihli dönüş biletimiz de vardı. Vaktimin kısıtlı olduğunu bilmek, bir dakikamı bile boş geçirmeme konusunda beni müthiş motive etti ve keşiflerim son güne kadar aynı hevesle sürdü. Pek çok insanla tanıştım, bir sürü soru sordum, çok gezdim, çok dolaştım. Japonya’yı bazen çok tanıdık bulduğum, bazen de hiç anlamadığım için çok sevdim. Japonya deyince akla hemen Tokyo’nun gelmesi doğal. 40 milyona yaklaşan nüfusuyla yalnızca Japonya’nın değil, dünyanın en büyük şehri, 150 yıldır ülkenin başkenti. Biz ise Japon medeniyetinin yeşerip rafine hale geldiği bu bölgeye değil, ülkenin kuzeyindeki Hokkaido adasına gittik. Ada dediğime bakmayın, zaten Japonya’nın kendisi bir ada ülkesi, Hokkaido da ülkenin yaklaşık dörtte biri. Bundan 150 yıl önce Hokkaido’da yalnızca yerli Ainu halkı yaşıyormuş. Tarihleri boyunca bazen dünyaya açılan bazen de tüm kapılarını dışarıya sımsıkı kapatan Japonlar, yine bir Batılılaşma hamlesi çerçevesinde bu geniş coğrafyaya da yayılmışlar ve ortaya ABD’den hayli etkilenmiş yeni bir Japonya çıkmış. Doğu Karadeniz’i andıran doğası, derin yeşil ormanları, berrak nehirleri ve gölleriyle Hokkaido yılın her mevsiminde doğal güzelliklerini sunuyor. Japonya’nın bir kar ülkesi olduğunu bilmiyor dum. Ta ki dünyanın en çok kar alan ikinci şehri Sapporo’ya yerleşene kadar! Yağış kasımda başlıyor, nisana kadar beş ay devam ediyor. Belediyenin açık ara en büyük harcama kalemi, karların düzenli olarak temizlenip şehir dışına taşınması. Bu bölgede yaşayan hemen herkes kayak yapıyor. Kuzey Japon’daki her çocuk gibi Kaya’nın da zorunlu okul eşyası iki kalemden oluşuyordu: Doğal afet kiti ve kar kıyafeti. Bakmayın siz, “Orası başka bir gezegen, Japonlar da uzaylı” diyenlere, Japonlarla ortak o kadar çok noktamız var ki… Onlar da bizim gibi misafirlerini el üstünde tutuyor. Aile içi şiddet ve işyerinde taciz söz konusu olduğunda, onların da kırılan kolu yen içinde kalıyor. Onlar da toplumsal hayatta kadını erkeğin bir adım gerisinde konumlandıran ataerkil anlayışla yaşıyor / mücadele ediyor. Onlar da toplumun beklentilerini, bireysel istek ve ihtiyaçlarından önde tutuyor. Onlar da eve ayakkabıyla girmiyor. Yalnızca evlere değil, mesela okullara, bazı işyerlerine hatta mağazalarda soyunma kabinine bile ayakkabı çıkarılıp terlik giyilerek giriliyor. Ama kurallar konusunda onlar çok katılar, biz fazla esneğiz. İşlerini yaparken onlar çok titiz, biz gevşeğiz. Onların mesaisi günde 10 saatin altına düşmüyor, kabul edelim biz o kadar çalışkan değiliz. Hükümet zorla göndermese bazı Japonlar hiç izin yapmayacak, biz uzun tatilleri severiz. Orada akıllı telefonunuzu metroda unuttunuz diyelim. Kayıp eşya bürosuna gidin, bulamazsanız şaşırır Sapporo, 2 milyon nüfusuyla Japonya’nın beşinci büyük şehri. Alışveriş merkezleri, restoran ve barları, geniş parkları, müzeleri, kültür sanat etkinlikleri ve festivalleriyle beklentileri karşılıyor. sınız. Bizde ise tam tersi, bulursanız mucizelere inanmaya başlarsınız. Müşteri kral Bir Japonla evli olan ve uzun yıllardır Japonya’da yaşayan İtalyan arkadaşım Giovanni’ye göre, “Bu ülkede müşteriysen kralsın, çalışansan köle.” Kendisi bir süre bilişim teknolojileri sektöründe çalışmış, ancak uzun mesai saatlerine, katı hiyerarşiye, mesleğin hızıyla bağdaşmayan formalitelere dayanamayıp istifa etmiş. Benim iş deneyimim olmadığı için “kölelik” kısmını bilmiyorum ama Japonya’da müşteriysen hakikaten kralsın, kraliçesin. Bir sabah, ünlü çok katlı mağaza Daimaru’nun önünde, değme askerlere taş çıkaracak kadar muntazam biçimde sıra olmuş Japonlarla birlikte bekliyordum. Derken vakit geldi, kapılar açıldı, mağaza çalışanlarının yerlere kadar sessizce eğilerek verdikleri selamlarla içeri girdim. Hazır fırsat varken Japonca öğrenmeye niyetlendim, Hokkaido Üniversitesi bünyesindeki ücretsiz kurslara üç ay devam ettim. Haftada iki kere yaptığımız derslerde, sınıfta yaklaşık on öğrenci oluyordu. Dersi bir öğretmen anlatıyor, en az dört yardımcı öğretmen de aramızda dolaşıp bizlere yardım ediyordu. Hem öğretmen hem de asistanları o kadar yetkinlerdi ki gönüllü olduklarını öğrenince bayağı şaşırdım. Japonların çok aktif olduğu bir başka gönüllü faaliyet de bahçe işleri. Şehrin parklarını yine Futbol antrenmanı bitmiş. Birazdan toprak sahayı düzeltip eski haline getirecek, sonra da koçlarına, anne babalarına ve nihayet futbol sahasına eğilerek teşekkür edecekler. Japonların benimsediği Şinto inancına göre canlı cansız her şeyin bir ruhu var. Doğaya ve hayatlarını güzelleştiren şeylere sık sık teşekkür ederek ibadetlerini yerine getiriyorlar. şehrin sakinleri düzenliyor, ekip biçiyor. Ama arkasında nasıl bir planlama varsa sonuçta ortaya çıkan iş, usta bir peyzaj mimarınınkini aratmıyor. Hello Kitty’li muska “Japonlar, Şinto gibi doğar Hıristiyan gibi evlenir, Budist gibi ölür” diyorlar. Doğumda, aynı Şintoizmde olduğu gibi bir hafiflik ve neşe var. Evlilik dersen, şaşaalı. Sırf ritüellere özendiği için Katolik kilisesinde sahte papazla evlenen Japonlar olduğunu söyleyeyim, gerisini siz anlayın. Ölümle yüzleşmek ise kolay değil, orada bilgelik gerekiyor, işte Budizm de o ihtiyacı karşılıyor. Japonların dinle ilişkisini “faydacı” diye tanımlayan sosyologlar var. Yani, inancının hayatına bir faydası, getirisi olsun istiyor. Bu yüzden muskaya, adağa, dileğe Şinto dininde bol bol rastlanıyor. Gezdiğim Şinto tapınaklarında, yeni arabalarını “kazasız belasız yolculuklar” için okutmaya getiren insanlara çok rastladım (5000 Yen / 275 TL civarı bir ücreti var). Aynı şekilde sağlık, evlilik, çocuk sahibi olma, para, akademik başarı, genel muska için sıraya giren bir dolu insana da. Muskaların çoğu geleneksel Japon motifleriyle bezenmiş olsa da meraklısına Hello Kitty’lisi bile var. Şintoizmin hafif ve neşeli bir din olduğunu söylemiştim, değil mi! Gücünü doğadan alan ve canlı cansız her şeyin ruhu olduğuna inanan Şintoizmde bol bol şükran var. Doğduğu için güneşe, yağdığı için kara, aktığı için nehre ve futbol oynadığınız sahaya teşekkür etmelisiniz. Okul bahçesinde oynadığı futbol Kaya’yı kesmeyince sınıf arkadaşının peşine takılıp bir mahalle takımının antrenmanlarına gitmişti. Çocuklar iki saatlik idmandan sonra, önce toprak sahayı düzeltiyor, sonra koçlarına, anne babalarına ve nihayet futbol sahasına teşekkür ederek çalışmayı bitiriyorlardı. Japonya’nın ABD’ye teslim olup 2. Dünya Savaşı’nın resmen bittiği 15 Ağustos 1945’in yıldönümünde Japonya’dan ayrıldık. Vedamız Japonlar kadar zarif ve hüzünlüydü. Altı aylığına kurduğumuz evimizi beş bavula sığdırdık. Hafif yağmur yağıyordu, ellerinde şemsiyelerle uğurlamaya gelen arkadaşlarımıza el salladık. Kulağımızda Big in Japan’in Ane Brun versiyonu, bütün anılara teşekkür ettik, Türkiye’ye döndük. Bülent Şık Pestisitler tarımsal ürünlerin üretiminde böcekleri, otları, kuşları ve diğer çeşitli canlıları öldürmek için kullanılan zehirli etkilere sahip kimyasal maddelerdir. 1950’li yıllardan bu yana kullanılıyorlar ve sayıları da bini aşmakta. Tarımsal ürünlerde kullanılan pestisitlerin gıdalarda bıraktığı kalıntılar ve doğal hayatta yol açtığı kimyasal kirlenme, yıllardan beri süregelen ciddi bir tartışma konusu. Birleşmiş Milletler örgütü geçen yıl bir rapor yayımlayarak pestisit kullanmanın istenilen faydayı sağlamadığını, kimyasal kirlilik sorununa yol açtığını, hem şimdiki hem de gelecek kuşakların sağlıklı ve yeterli gıda edinme hakkına zarar verdiğini açıklamıştı. Ancak bu açıklama yapıldı diye pestisit kullanımı sona ermeyecek. Aksine, azalmak şöyle dursun kullanım miktarı yıldan yıla sürekli artıyor. Gıdalardaki pestisit kalıntılarını azaltmak için bireysel olarak yapılabilecek şeyler var, ancak Pestisit kalıntıları azaltılabilir mi? bu konunun öncelikle kamu kurumlarına düşen bir sorumluluk olduğu belirtilmeli. Ülkemizde Tarım Bakanlığı gıdalardaki, Sağlık Bakanlığı ise sulardaki pestisit kalıntılarını kontrol etmek ve gereken önlemleri almakla sorumlu kurumlar. İdeali organik tarım Pestisit kalıntıları düzenli çalışmalarla izlenmediği; ekolojik tarım, biyolojik ve entegre mücadele, toprak sağlığının iyileştirilmesi, üretim deseninin iklim ve çevre koşulları dikkate alınarak yapılması, pestisit kullanımının dikkatle takip edilmesi gibi önlemler alınmadığı sürece gıdalardaki pestisit kalıntılarını azaltmak olanaklı olmayacaktır. Elbette ideal olan organik tarım yapmaktır. Avrupa Birliği üyesi ülkelerde yapılan kontrol çalışmalarından elde edilen sonuçlar, gıda ürünlerindeki pestisit kalıntılarının büyük oranda azaltılabileceğini gösteriyor. Örneğin birlik üyesi ülkelerde yasal mevzuata aykırı pesti sit kalıntısı içeren gıda örneklerinin oranı yüzde 23 civarında. Ülkemizde ise bu oran en az birkaç katı; bazı gıda ürünlerinde ise 10 katına kadar çıkabiliyor. Arada bu kadar büyük bir fark olmasının en önemli nedenleri, tarımsal üretime verilen kamu desteklerinin yetersizliği ve tarımda kimyasal kullanımını kontrol edecek etkili bir sistemin kurulamaması. Böyle bir sistem kurmak için güçlü bir analitik altyapı ve çok sayıda kamu personeli gerekiyor; oysa gidişat tam aksi yönde. Ülkemizdeki kamu kurumlarının şeffaflık ve hesap verilebilirlik noktasından çok uzak olması da sorunu büyüten bir başka etken. Sıcak suyla yıkayın Pestisit kalıntılarını azaltmak için bireysel olarak yapılacak şeyler de var. Besin maddelerini dışarıdan temin eden tüketiciler bir araya gelerek ekolojik ya da organik tarım yapan çiftçileri destekleyecek gıda toplulukları ya da tüketici kooperatifleri oluşturabilir. Mevsim dışı üretilen gıdaları satın almaktan kaçınmak gerekiyor. Gıda maddelerinin elde edildiği bitkiler canlı organizmalar ve her canlı gibi onların da gün ışığı, nem ve sıcaklık gibi faktörler açısından belirli talepleri var. Mevsim dışı yetiştirilen bitkiler alışık olmadıkları koşullara tabi tutuldukları için hastalıklara daha açık hale geliyorlar ve bu da pestisit kullanımını artırıyor. Mevsiminde yetiştirilen gıdalarda genel olarak pestisit kullanımı daha azdır. Meyve sebzeleri yeme öncesinde akan su altında iyice yıkamak yüzeylerinde bulunan pestisitlerin bir kısmını uzaklaştırır. Ancak bu amaçla deterjan, sabun ya da başka bir madde kullanılmamalı. Kimyasal maddelerin çözünürlüğü sıcaklıkla artar ve eğer mümkünse biraz sıcak su yüzeydeki pestisitleri uzaklaştırmada soğuk sudan daha etkili. Gıdaların kabuğunu soymak da yüzeydeki pestisitleri uzaklaştıracaktır. Besin çeşitliliğini artırmak pestisit maruziyetini azaltacak bir diğer önlemdir. Gıdalardaki toksik kimyasal kalıntılarını azaltmak kamusal önlemlerle sağlanabilir ve bu konuda oluşturulan politikalara müdahil olmanın yollarını bulmak da önemlidir. C MY B