07 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

[email protected] www.sadikaslankara.com Öykünün 14 Şubat sonrası... 14 Şubat Dünya Öykü Günü’nde okuduğunuz öykü, kulaçladığınız aşk, yaşamınızı değiştirmediyse eğer, suçu aşkta, öyküde aramayın… Belli ki siz ağır aksak hayatınızı inceltecek ne bir öykü okudunuz ne de ruhunuzu kanatlandıracak aşk yaşadınız demektir bu. Değişmeyen hayat, demini almamış yaşama biçimi değil midir? O halde kendinize, çevrenize, ülkenize, dünyaya 14 Şubat’tan sonra yeniden ama yine 14 Şubat’ın gözlüğüyle bakmanız gerekiyor. Bunun için alın size yeni öyküler, hadi diyeyim yeni aşklar… U marım okur da, yazar da kısacık değerlendirme notlarıma bakarak işi hafife aldığımı düşünmez. İşin gereği bağlamında karşılar da bunu, kendine pay çıkarır yazıdan. Amacım okunmadık, atlanmadık öykü kalmasın yalnız, o kadar. CAN GÖKNİL… Can Göknil, Göz ve Söz’de (Can, 2016), öykülerini yine bu başlık altında resimlerle de harmanlayan bir yazar ressam. Bu açıdan bir öykü atölyesi, resim galerisi olarak da alınabilir yapıt… Hoş yazar, “Ben bir öykü öğrencisiyim” diyor ya hiç de öyle değil. Gözle sözü yaman buluşturmuş bir yazar çünkü o. Ama daha da önemlisi, anlatı toplamının her sözcüğünden, öykü evrenlerindeki her andan bir yaşam sevincinin yansıyışı. Bu açıdan yazar, bizi, anlatıcısının hayata bakış açısı, yaşam felsefesi, iyimser düşünüşüyle derinden etkiliyor ki hem de nasıl. Yer yer anısal çakım havası yaysa da kurmacadaki sağlam doku, öyküye halel getirmiyor. O zaman insan Can Göknil’in öykülerini okurken sevecenliklerle örülü duygular kuşanıp âdeta kanatlanıyor göz alabildiğine… SOFYA KURBAN… Sofya Kurban, Göç’te (Phoenix, 2012), “bir ailenin göç düşleri, yola çıkışları, sanki önemli bir organlarıymış gibi taşıdıkları geçmişleri”ni, (10) “etek dolusu hikâyeyle” (15) anlatmaya girişiyor. Bu bağlamda birer anı yazısı gibi de okunabilir elbette metinler. Ama Sofya’nın farklı lezzette kotardığı bu anlatı dizisi, ne yalan söylemeli, apaçık birer öykü tadı yayıyor. İnsan yaşamı üzerine farklılık taşıyan hüzünlü bir kır şiiri bile denebilir anlatıya. İncecik kaval sesiyle okunacak birer çoban türküsü ya da. Ne ki onun bu anlatımı Yaşar Kemal’le, Osman Şahin’le kesişmiyor. Belki biraz Ayla Kutlu, Kevser Ruhi anımsanabilir. Daha çok da Cengiz Aytmatov, Cengiz Dağcı, hatta yer yer Mo Yan… Anı olsa da masal anası / atası edasına dayalı bir kurmacada yüzegezmek az şey mi? EMEL KAYIN… Bir farklı kitap da Emel Kayın’dan: İyilik ve Kötülük İçin Mekânlar (Kanguru, 2016). Yazar, baştan bu yana “mekân” bağla mında pek çok sorunsalı neredeyse fragmanlar halinde küçürek öykü havasında işleyerek önümüze getiriyor hep. Böylelikle anlatılarına mekânın yanı sıra, bunlarla bir biçimde ilişkilenen insanlara dönük yarattığı gizemli, puslu havayla anlatıdan yayılacak kışkırtının da alabildiğini önünü açıyor bizim için. Bu nedenle ilginç metinler halinde okunabiliyor Emel Kayın’ın kısa ya da kıpkısa metinleri. Kuşkusuz mekân bahane, bu mekânlarla ilişkileniş biçimi asıl sorun. Gerçekle kurmacanın birbirine giriştiği Borgesvari biçemiyle kent, kadın varlık karşısında bireyi âdeta sorguya çekebilme gücü de bu sıra dışılıktan kaynaklanıyor anlatının… BERNA DURMAZ… Berna Durmaz, Karayel Üşümesi (Can, 2016) başlıklı öykü demetiyle dördüncü kez okur önüne geliyor. Öykülerinde toplumsal yaşamın bütün oluntularını, dolantılarını, girdi çıktılarını, alavere dalaverelerini, ikiyüzlülükle mertlikleri, o sonsuz geniş evreninde tam bir soyutlayımla, dönüştürümle gözler önüne sererek gerçekliği bizde yeniden kurmayı başaran yazarın öyküleri örtük mü kalıyor nedir; okur ilgisindeki sessizlik niyedir diye sorduğum oluyor kendime kimileyin. Öykü kişilerini yapılandırıp evrenlere yayarken yaslandığı her zamanki farklı dil işleyiminden alabildiğine yararlanıyor Berna Durmaz. Bu arada kadınlığı “[b]ir başına” (72) yaşayanların öykülerde öne çıkarak gürleştiği de görülmüyor değil. Çingenelere özgülediği yaşama dönük özenli yaklaşım da. OSMAN ŞAHİN… Yine okuru sarsıp silkeleyen öykülerle çıkagelmiş Osman Şahin: Mor Cepken (Can, 2016). Kitaba adını da veren öyküsüyle yazınımıza âdeta bir Romeo Juliet armağan ederken öykünün akslarından sızan bir Shakespeare olarak Türkçemize gülümsüyor da Şahin. Ressamlarla müzisyenlerin de mutlaka okuması dilenecek öykülerin yazarı o. Öyle ya renklerle seslerin anlatılandan, görüntüden önce kendisini sezdirip duyurduğu, kışkırttığı kaç öykücü vardır dersiniz dilimizde? İşte Osman Şahin’in “pır”layıp uçan dilinden söz edilecekse eğer, buna değinmeli ilkin. Zaten yapıt da doğrudan böyle izlenim uyandırıyor insanda. Bu nedenle kendisinden bekleneni karşılayan bir öykü ustası Osman Şahin. Verimleriyle kendine özgü öykü ritüeli yaratmak böyle bir şey olmalı! CEMİL KAVUKÇU… Cemil Kavukçu, O Vakit Son Mimoza’yla (Çizimler: Melih Kavukçu, Can, 2015) önceki yapıtı Mimoza’da Elli Gram’a, İkizce’ye, oradaki karakterlere nazire yapıyor sanki, daha önceleri de pek çok yapıtından tanıdığımız o Cemilsi havayla. Kavukçu’nun öykü evrenleri, “uçamayan kuşların mekânı” (17) özetle. Kimler peki, oradaymış gibi görünse da orada olmayan bu insanlar? Gündelik kahırlarıyla yaşamaya çalışıp bir biçimde hayatla oyunlar kurarak avunan küçük insanlar… Cemil Kavukçu’nun okunurluğu yüksek bu öyküleri yine hüzünlü sevinçler, sevinçli tedirginlikler eşliğinde doluyor insanın gönlüne… Bu arada Kavukçu, öykü okurlarına özel bir seçki de armağan ediyor: Maviye Boyanmış Sular (Can, 2016). “Değişik zamanlarda yazdığı deniz öykülerini bir araya getirdiği” yapıt, denizin manzara olmaktan çıkarıldığı, kesinlikle atlanmaması gereken önemli bir öykü toplamı! YEKTA KOPAN… Yekta Kopan, üretken bir öykücü olarak bu kez de Sakın Oraya Gitme (Can, 2016) başlıklı öyküler toplamıyla geliyor. Onun öykülerindeki temel sorunsallardan biri olarak “yaşanmamış çocuklukların suçu”, bu öykü toplamında da karşımıza çıkıyor bir biçimde. Mekanik yapılı kurmaca havasında örüntülenmiş izlenimi uyandıran öykülerinde biz, Yekta Kopan’ın, aslında buradan kalkarak ilginç, ötesinde insanı derinden etkileyen yaşantı denklikleri kurduğunu, bizi güncel yaşam gerçekliği ile yüzleştirdiğini görebiliyoruz kolayca. Zengin bir yelpazeye yayılan öykü evrenlerindeki soyutlamalı, sıçramalı anlatımı ise yerinde duramayan, kıpır kıpır bir öykü erkesi yaratıyor okur için. Buna leitmotifler de eşlik ediyor ayrıca. MEHMET MEZ… Mehmet Mez, ilk öykü kitabıyla öykü okuru önüne gelerek görücüye çıkıyor bir bakıma: Soprano (Kibele, 2016). İlk öykü kitapları, her zaman gerekli olgunlukla çıkamıyor ne yazık ki. ama Mehmet Mez’in bu kitabı, okuru şaşırtacak ilk kitaplar arasında anılabilir pekâlâ. Ayrıca kurduğu fantastik evrenlerle de dikkati çektiği söylenebilir yazarın. Gerçi kimi yinelemeler, özgün sözcük kullansa da dizginlerini bir çalım bırakıvermiş göründüğü tümceler öykü sanatının kabullenebileceği durum değil. Ne ki biz okur olarak yine de yazarına, bu ilk öykü kitabında yakaladığı düzeyden ötürü katkı vermek gereği duymalıyız kanımca. Ancak yazar, anlatımcı kıyılardan kurtarabilmeli kendini, hele şiirin de sularında yüzüyorsa, eksiltili anlatımın hünerini sergilemeyi savsaklamamalı. DALYA… Yürekten kaydığında o kan, nasıl sızar bedenin her yakasına? Ya anjiyoda? Yoğunlaşıp yeğnileşerek baskılanıp daralarak neyi düşündürür acaba adına beyin denen o ansiklopediye? Daha dündü. Cumhuriyet Kitap, bininci sayıya vardığında bir büyük “dalya”yla kutlamıştı bunu. O ara üç hafta arka arkaya birer yazı başlığı halinde kalem oynatmıştım ben de: “999”, “1000”, “1001”… Bu kez öyle değil, “bin”li kutlamanın ardından burkuntularla yaşanan bir ağır süreç… Cumhuriyet’in Silivri masası, yüz günü de aşıp ötesine geçti… Yayın yönetmenimiz Turhan Günay da bir “tersine dalya” yaşamış oldu Silivri’de. O günlere eklenen anjiyoyla birlikte… Tıp… Tıp… Tıp… Kan nasıl adım atar bedende? Nerelere uçurur insanın düşünce kuşlarını? O kuşlar uçar uçarken ya kendisi nasıl dayanır kafese, nasıl katlanır kan, damarlarda sınırsız bir sonsuzlukta gezinirken? Bir takvimin yapraklarını geri geri yapıştırarak geçmişe dönmek olası mı? Yaşanmamış zamanlardan mı oluşur hayat? Ama gelin biz bu gidişatı, bir geri sayma eylemine dönüştürelim yine de… Dokuz, sekiz, yedi, altı, beş, dört, üç, iki, bir… ve… İşte güneş, işte su, işte hava… Özgürlüğün cemreleri… Düştü, düşecek!.. n 22 16 Şubat 2017 KItap
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle