Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
30. ULUSLARARASI İSTANBUL KİTAP FUARI ¥ bitmez arayışlarla bezeli yaratı refleksleri olanlar... İnsana, Cezanne, Van Gogh veya Picasso gibi doğaya, tene ve kimi Tanrıya kimi üsluba bambaşka bakanlar... Matisse gibi çırılçıplak gördükleri ışıkla düello edenler ve bir Avni Lifij gibi ışığı zaman olanlar, bir Abidin Dino gibi Batı ve Doğu resmindeki ışığın doğum yerini en doğru tespit edenler... Sanat sonsuz, ustalar sayılı... Yazı alanında da, resim alanında da tek bir genelgeçer ölçüt de yok. Sanat zenginliğini, gücünü bu çelişkilerden alıyor. Bu nedenle, eskinin ya da yeninin, Asya’nın ya da Afrika’nın, Avrupa’nın ya da Amerika’nın sanat yapıtları karşısında şaşırıyoruz, açıklamaya çalışıyor ama açıklayamıyoruz. Hiçbir şey, determinizm kadar sanata yabancı değildir. Abidin Dino, Marksçı bir resmin mümkün olduğuna inanırdı. Ama hiçbir zaman Marksçı bir resim yapmadı. Devrimci konularda resimler yaptı. 1940’ların Adana’sında Sovyet direnişçilerini resmetti. Grev resimleri yaptı. 1968 olaylarında, elinde klasörü ve keçe kalemi Paris sokaklarındaydı. Ama tüm bunlar bir ressamın devrimci dünya görüşünün kâğıt üzerindeki izdüşümleriydi, Marksist izdüşümler değil. Marksçı resmi, bir başka Türk ressamı gerçekleştirdi: Yüksel Arslan. Yüksel Arslan, bir imkânsızın peşine düştü. Das Kapital’i resimlemeye girişti. Bu olağanüstü girişimin sonucunda Marksçı bir resim çıkmadı ortaya, Karl Marx’ın başyapıtının illüstrasyonu çıktı. Ki bu aynı şey değildi. Sorunuza, izin verirseniz, biraz su katacağım: Nijinski, hastalığının dışavurumu olan günlüğünde, kendisini dile getiriyordu. Abidin inançlarını, Yüksel Arslan ise, ne birini, ne öbürünü, yalnızca kitapta okuduklarını. Nijinski Öyküleri’ni, yazıp yayımladığıma göre, sanırım, bana hangisinden yana olduğumu sormayacaksınız. “Bir psikolojiye, bir sosyolojiye, bir estetik ya da morale başvurmadan edebiyattan söz etmek olanaksızdır” diyor Barthes sizin de kitapta dikkat çektiğiniz gibi. Siz resim için ise tam tersini düşündüğünüzü ifade ediyorsunuz yazılarınızda. Anlatır mısınız bunu? Evet, bunların hiçbirinin resim sanatında yeri yoktur. Buna karşılık tarihin, coğrafyanın, arkeolojinin, resim dünyasında hem yeri, hem etkisi vardır. Her sanatın ayrı bir yapısı, ayrı bir dili olduğu içindir bu. Örneğin müzikten ya da mimarlıktan söz etseydik başka şeyler söyleyecektik. n’ r yaşki e de edi. nsüra ve tap ar “Yazarların her yazdığına birebir inanmayın. Küçük oyunlar, şaşırtmacalar, öykünün tuzu biberidir” diyor Ferit Edgü. ursuşmak başıeğer, ajik anları ansısallığı, eliliSanaar üzedram, al örselenler nence u dev a mürden inski ümü m bu şçuluk natının Her günediğim m.) fizik klerle esen, unda mesidir dığı” ya başüde. m, pek ünü a bu. l bir en büynı zaometti rı, sosldırılayı kişieylem i, res/veya uramn resüslup ersi ¥ 1134 “BUGÜN BOZUK TÜRKÇEDE, HERKES BİR ŞEYLER OKUYOR” Resmin aşamalarını şöyle sıralıyorsunuz: “Resme bakmak / Resmi görmek / Resmi duymak / Resmi dinlemek / Resmi okumak / Resim.” Görseli, sanatı yazım rotanız da bu mudur?Ayrıca resme bakmayı Fransız yazarları ve şairlerinden öğrendiğinizi yazıyorsunuz. Hangi yazar ve şairlerdi bunlar? Bugün bozuk Türkçede, herkes bir şeyler okuyor. Yorumlamak sözcüğünün karşılığında kullanıyorlar okumayı. Ben, bir resmi okumaktan söz ettiğimde, sözcüğü gerçek anlamında kullanıyorum. Çünkü resim de bir dil. Resmi anlamak için bu dili öğrenmemiz gerekir. Öğrendikten sonra okuyabiliriz. Ama doğru okuyup yanlış okumak, o, ayrı bir konu. Evet, ben resmi okumayı, resim dilini, Akademi’deki hocalardan değil olağanüstü bir göze, sezgiye ve tabii birikime sahip şair ve yazarlardan öğrendim. Fransa’da, öteden beri, ressamlar, yazarlar resim sanatıyla yakından ilgilenirler. Resim sanatı üzerine düşünürler. Ressamlarla yazar ve şairler dostluk içindedirler, beraber yaşarlar. On dokuzuncu yüzyılın büyük şairi Baudelaire, yalnız şiirde değil, sanat yazıları konusunda da bir yol açıcıdır. Yirminci yüzyılda, onun mirasçıları özellikle gerçeküstücüler olmuştur. Onları en çok etkileyen ve genç yaşta ölen büyük şair Apollinaire gerçek bir resim tutkunuydu. Başta Picasso, 1900’lerin başlarında, Derain, Vlaminck’le yakın ilişkiler içindeydi. Gerçeküstücüler, Apollinaire’nin yalnız şiirinden etkilenmediler. Resim sanatına duyduğu bu yakınlığı da kendi yaşamlarında uyguladılar. Diyebilirim ki, birbirini izleyen sayısız yeniliğin at oynattığı yirminci yüzyıl görsel sanatları ve şiir, bu birliktelikten çok yararlandılar. Yalnız sanatları açısından değil, geçim kaynağı olarak da. André Breton, Paul Eluard yaşamlarının sonuna değin, Aragon uzun bir süre hayatlarını bu yoldan kazandılar. Bu uzun açıklamadan sonra, gelelim sorunuza. Hangi şair ve yazarlar eğitti gözümü, yol göstericim oldu, sana bir resmi okumayı öğretti? Hemen yanıtlayayım: Başta Baudelaire, André Breton, Eluard, Aragon (onun Matisse, Roman’ı başlı başına bir ders gibi) Michel Leiris, Philippe Soupault, Benjamin Peret… Tümüne çok şey borçluyum. Ama özellikle Breton ile Leiris’e. Yalnız ben değil, yirminci yüzyılın tüm büyük ressamları da, onlara çok şey borçludurlar. Neyse ki, bizdeki gibi değil, onlar (ressamlar) bunu biliyordular. Ders Notları’nda da yazdığınız gibi biçim ve özden ayrı ayrı söz etmeyi saçma bulduğunuzu belirtirken bir “biçimöz” nitelemesinde bulunuyorsunuz, resim sanatında bunun daha açık seçik göründüğünü vurgulayarak... “Biçimöz”ü açar mısınız? Bir zamanlar Batı’da da bizde de o saçma “Biçim mi önce gelir öz mü” ya da “Biçim mi özü doğurur öz mü biçimi” tartışmaları vardı. Bunlar, “Sanat, sanat için midir, toplum için mi?” tartışmaları kadar yanlış, yararsız, hatta aptalca tartışmalardı. Ben yazarlığımın ilk yıllarında böyle bir ayrımın yapılamayacağını görmüştüm. Biçimle öz arasında hiçbir öncelik yok. Bakın bunda genelleme yapabilirim: ne yazında, ne de resimde. Biçimsiz sözcüğünü bunu vurgulamak için uydurmuş olmalıyım. Eski iplikle yeni kumaş dokuyan gelenekçi ozanlara, ressamlara: “Yaratıcı olmak isteyen, her şeyden önce yıkmayı, değer yargılarını havaya uçurmayı öğrenmeli.” Ben değil, yüzyıl önce Nietche söylemişti bunu. Gelenekle nasıl bir ilişki söz konusu olageldi, ideali de yok ki bunun yoksa var mı? Gelenek de biçimöz tartışması gibidir. Yüzyıllar boyunca sanatçılar, dünyanın dört bir yanında daha önceki birikimlerinden yararlanırlar. Yirminci yüzyıl sanatçısı, yalnız kendi kültür ve sanatının değil yeryüzünün tüm mirasından yararlandı. Aynı gelenekten yararlanmak, daha önce yaratılmış bir şeyi alıp bugüne getirmek, onun üzerinde bir şey inşa etmek değildir. Picasso’ya Matisse’e bakın. Nâzım’ın, Oktay Rifat’ın, Melih Cevdet’in şiirini okuyun. Ne demek istediğimi anlayacaksınız. “YAZARLAR, ÇİZERLER KİMYAGER DEĞİLDİR” Sanatta DoğuBatı sentezine inananlardan olmadığınızı imliyorsunuz kitapta. DoğuBatı sentezi kavram yoluyla Doğulu sanatçıları ilgilendiren bir kavramdır. Batılı sanatçının böyle bir derdi yoktur. Kültür ve sanat mirası bugün evrenseldir. Kapıları, Doğulu, Batılı tüm sanatçılara açıktır. Etkilenmedir bu, sentez değil. Çünkü yazarlar çizerler kimyager değildir. Oryantalizmin hem Osman Hamdi Bey’in sanatı için hem de Türk resmi için bir talihsizlik olduğunu düşündüğünüzü okuyoruz. Neden? Oryantalizm, sanat tarihi içinde, bir dönem ortaya çıkmış, marjinal bir akımdır. Ortaya çıkışı da, romantizm gibi realizm gibi empresyonizm gibi yaratıcı bir oluşumunun sonucu değildir. Dolayısıyla sanat tarihi içinde bir zincirin halkası değildir. Daha çok tarihsel ve toplum bilimsel yanları vardır. Çok şükür, Osman Hamdi Bey dışında, dönemin hiçbir Türk ressamı Oryantalizme ilgi duymamıştı. Bu durumu açıklamaktan güçlük çekiyorum, ama sonuçtan memnunum! Resmi bir karasevda olarak algıladığını imlediğiniz ve Nazmi Ziya saygısı ve eskiyle yeninin ortak noktasını bulduğu hayli köklü Matisse sevgisi başta olmak üzere gönül verdiği bir motifin, bir ressamın ardından koştuğunu ifade ettiğiniz Bedri Rahmi’yi de okuyoruz kitapta... Türk resminde aşkı bir tema durumuna getirip, yepyeni, cinselliğin en uç noktasına varan yeni aşk resimleri gerçekleştirme edimini... Yücelttiği halkın doğallığı gibi bir doğallığın peşinde oluşunu... Sınırsızlıklardan yana oluşunu... Ne Doğu ne Batı’ya karşı aşağılık kompleksi olmamasını sonra... Bedri Rahmi’de gördüğünüz saygı duyulası ülküselliğini ve onun arayışlarla dolu dönem değil dönemler ressamı oluşuna ilişkin düşüncelerinizi burada da paylaşır mısınız? Ben resmi Bedri Rahmi kadar seven pek az ressam tanıdım. Bir coşku adamıydı. Şiiri de, resmi de bu coşkunun ürünüdür. Çok verimli bir sanatçıydı. Ne yazık ki, seçici olmadı, ne yaptıysa sakladı. Bu nedenle, Türk resmi içinde bugün hak ettiği yerde değil. Evet, birçok dönemi oldu. Ama Picasso’dan daha fazla değil. Ne var ki, bir dönemden diğerine, hangi gerekçelerle geçtiğini, bugün yapıtlarına topluca baktığımızda, pek açıklayamıyoruz. Örneğin, Matisse etkisinden, çok ağır bir Dufy etkisine geçiş… Bu nasıl açıklanabilir? Herhalde Kara Dut’ta ya da Babatomiler’de olduğu gibi aşkla değil! Çığlık adlı kitabınızda yer alan “Denizin Kıyısında” adlı öykünüzü şu cümleyle bitiriyorsunuz; “Söyler misiniz, her öyküyü ille de bitirmek mi gerek?” Öykü janrınızı açmak, burada da ortaya koymak adına adına bu cümleyi açar mısınız? Öykü tadınızı, yaklaşımınızı, hayata o bazen puslu bazen de aydınlık kanattan bakışınızı, hayatın sokağını hani gazeteci diliyle sahayı gözlemleyişinizi anlatır mısınız? Öyküleriniz arası geçişleri daha doğrusu zamansal atlamaları, başkalaşımları da örnekleriyle yorumlar mısınız? Yazarların her yazdığına birebir inanmayın. Küçük oyunlar, şaşırtmacalar, öykünün tuzu biberidir. Andığınız cümle de öyle, öykü andığınız cümleyle bitiyor. Ama ben gerek resimde, gerek öyküde, bir bitmemişlik havasından, tadından hoşlanırım. Minimal öyküler böyle doğdu. Belli bir yerden sonra, elimden geldiğince yalın, daha yalın olmaya çalıştım. Bu, dil üzerine çalıştım, çalışıyorum anlamına gelir. TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’nın bu yılki Onur Yazarı olmanız dolayısıyla bu konudaki duygularınızı sorarak bitirelim söyleşimizi. Söz konusu bir kitap fuarı olduğuna göre, böylesi bir konukluğu, hiç değilse bir okur olarak hak etmiş olduğumu düşünüyorum. ? gamzeakdemir@cumhuriyet.com.tr Görsel YolculuklarToplu Sanat Yazıları/ Ferit Edgü/ Sel Yayıncılık/ 616 s SAYFA 6 ? 10 KASIM 2011 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1134