18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 25 ŞUBAT 2020 SALI [email protected] TASARIM: EMİNE BİLGET olaylar ve görüşler Suriye’de son perde AV. ŞAHİN MENGÜ 23. DÖNEM MİLLETVEKİLİ Son günlerdeki gelişmeler üzerine, tablonun bütününe bakınca AKP yönetimindeki Türkiye’nin Suriye politikasının baştan itibaren çok vahim yanlışlarla dolu olduğu, kısa ve uzun vadede Türkiye’nin başına büyük sorunlar açtığı/açacağı gözden kaçmaz. Esad’ı devirip yerine “Müslüman Kardeş” bir yönetim getirme hevesiyle yola çıkılmış olmasaydı, yüzlerce şehit verilmemiş, askeri operasyonlara ve sığınmacılara milyarca dolar harcanmamış, Suriye ile karşılıklı çıkarlara dayanan iyi ilişkiler sürdürülmüş olurdu. Dinci dönüşüm Güneyimizdeki diğer komşularla birlikte, etnik ve mezhepsel yapısı bir ölçüde bize benzeyen, laik denebilecek bir komşumuz olan Suriye’nin toprak bütünlüğünün ve siyasi birliğinin bozulmasının, kaçınılmaz olarak, ülkemizin de toprak bütünlüğünü, toplumsal huzurunu, ulus devlet yapısını tehdit edecek bir nitelik kazanacağı, “monşerler” döneminin Dışişleri Bakanlığı’nda genç diplomatlara meslek içi eğitimde hep anlatılan bir “ders” idi. Atatürk’ten miras bu anlayış Cumhuriyet döneminin değişmez politikası olmuştur. AKP tarafından Dışişleri Bakanlığı ve onu oluşturan deneyimli diplomasi kadroları devre dışına çıkarılıp dış politika dinci ideoloji temelinde ele alınınca, Suriye’nin toprak bütünlüğü ve siyasal birliği, doğrudan Türkiye’nin de katkısıyla darmadağın edildi. Dışişleri Bakanlığı ne za Dışişleri Bakanlığı ne zaman devre dışı bırakılsa Türkiye’nin başı dış politikada dertten kurtulmuyor. man devre dışı bırakılsa Türkiye’nin başı dış politikada dertten kurtulmuyor. İnsan belleği kolay unutuyor. Cumhurbaşkanı olduğu dönemde Turgut Özal, Dışişleri Bakanlığı bürokrasisini bir kenara itip, belli başlı becerileri patronlarına yaranma olan bazı aklı evvel danışmanlarla çalışınca, Irak’ın toprak bütünlüğü Türkiye’nin de katkısıyla bozulmuştu.   Şimdi Irak’a bir de Suriye eklendi. Türkiye, kendi varlığına yönelik bu kadar çok boyutlu ve ağır tehdit ile Cumhuriyet tarihinde ilk kez karşılaşılıyor. İdlib’deki canımızı yakan şehitler üzerine resmi şahıslar, konunun vahameti ve ciddiyeti ile bağdaşmaz biçimde açıklamalarını Twitter mesajlarıyla yapıyorlar. Mesajların içeriği de, nasıl davranılacağı ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Suriye topraklarında olmasının meşruiyetinin nasıl açıklanacağı konusunda çaresiz kaldıklarını gösteriyor.   Örneğin, “iletişim başkanı” sıfatını taşıyan Fahrettin Altun, mesajında, Türk askeri nin İdlib’de “şiddeti ve insani krizi sonlandırmak” amacıyla “uluslararası hukuk” çerçevesinde görev yaptığını iddia ediyor. Yabancı bir ülke toprağında böyle bir görevi icra etme yetkisini hangi uluslararası hukuk tanıyor, söylese de anlasak! Altun, açıklamasında “düşman”, “savaş suçlusu” gibi savaş hukukuna ait kavramlar da kullanıyor. Oysa ortada resmen ilan edilmiş bir “savaş” bulunmuyor. Zaten savaş ilanı, TBMM’nin yetkisinde olan bir tasarruftur. Soçi askıda kaldı İdlib’deki güncel sorun, özetle, Türkiye’nin, Eylül 2018 Soçi Mutabakatı ile üstlendiği bir ay içinde BM’nin “terörist” saydığı dinci militanları silahsızlandırma yükümlülüğünün gereğini, aradan bir buçuk yıl geçmiş olmasına rağmen, hâlâ yapamamış olmasıdır. Öyle olunca, Rusya ve Suriye o mutabakatın kendilerine yüklediği ateşkesi sürdürme zorunluluğunun ortadan kalktığı ve İdlib’deki cihatçıların Suriye ordusu tarafından bertaraf edileceğini bildirdiler. Rusya, ken di topraklarını teröristlerden temizlemenin Suriye’nin hakkı olduğunu vurguluyor. Halen yaptıkları da budur ve bu tutumları El Kaide, El Nusra veya bunların türevleri ile mücadeleyi öngören BM Güvenlik Konseyi kararları ile uyumludur... Bir parantez açalım İdlib’de bulunan ve sayıları 50 bin kadar olduğu söylenen El Kaide ve IŞİD kalıntısı cihatçı katiller, geçen yıllarda Suriye ordusu tarafından geri alınan ülkenin çeşitli bölgelerinden İdlib’e getirildiler. Türkiye, bu teröristlerin bulundukları yerlerde Suriye ordusu tarafından imha edilmelerini önlemek için araya girdi ve yardım ederek bunların İdlib’e taşınmasını sağladı. Daha sonra TSK bölgede “ateşkes”i denetleyecek gözlem noktaları oluşturdu. Bu gelişmeler, dünyada, Türkiye’nin El Kaide ve IŞİD kalıntılarının hamiliğini yaptığı gibi güçlü bir algı oluşmasına neden oldu. Rusya ile sorunlar başlayınca ABD fırsatı kaçırmadı, Türkiye’nin İdlib serüvenini desteklediklerini açıkladı. O kadar ki ABD, BM Güvenlik Konseyi kararlarını görmezden gelerek El Kaide uzantısı olan İdlib’deki teröristleri, Esad’a karşı mücadele ettikleri için hoş görebileceklerinin işaretini bile verdi. Amaçları açık: Bir yandan Rusya ve Türkiye’nin arasını açmak, diğer yandan ise Türkiye’yi İdlib’de batağa iyice saplanmasını, Suriye’nin kuvvetlerini bizim karşımızda tutmasını ve böylece iki ülkenin de Fırat’ın doğusunda ABD desteği ile oluşturulan PKK/ PYD devletçiğini rahat bırakmasını sağlamaktır. Medya, kopya... Bilim, film... Sevgili okurlarım, eskiden kendilerine “haber kanalları” denilen medyayı artık seyretmiyorum... Eskiden sözde “Ana Akım” denilen bir zamanların “Büyük Medyası”nın kanallarını ve onların yaptığı haber programlarını da. Ama internet sitelerinden hangi kanalda kim nasıl bir program yapmış, kimler katılmış, neler demiş, izliyorum... İZLİYORUM ve UTANIYORUM! HHH Tartışma ve haber programlarında kimlerin neler söylediğini izlerken UTANIYORUM, çünkü karşımda: 1) Bir gün önce savunduğu fikrin tam tersini bir gün sonra savunan... 2) Bir gün önce bağlılığını ilan ettiği ilkenin tam tersini bir gün sonra tartışılmaz bir gerçek olarak öne süren... 3) Toplumsal ve siyasal olaylardan, gerçeklerden tümüyle kopuk... 4) Omurgasız... 5) Haysiyetsiz... 6) Medya ve/veya üniversite ahlakından zerre kadar nasibini almamış... 7) Sadece kendilerine efendi bellediklerinin söylediklerine gerekçe uydurmaya çalışan... 8) Bunları papağan gibi tekrarlayan... 9) Ama efendi belledikleri çok sık ve hızlı fikir ve müttefik değiştirdiği için... 9a) Dün söylediğini bugün inkâr eden... 9b) Dün savunduğunun tam tersini bugün utanmadan savunan... Bir şaklabanlar sürüsü görüyorum! HHH Medyayı tümüyle ele geçirir ve onu papağanınız (yoksa “pengueniniz” ya da “pelikanınız” mı demeliyim?) haline getirebilirsiniz... Üniversiteleri denetiminiz altına alır, bırakın ifade özgürlüğünü, akademik özgürlüklerin “ö”sünü bile kimseye tanımayabilir... Her dediğinizi sürekli olarak hem sözde medyaya hem artık bütün saygınlıklarını yitirmiş olan sözde akademisyenlere tekrarlatabilirsiniz! Ama çok hızlı karar, müttefik ve politika değiştirdiğiniz için, sizin sözlerinizi tekrarlayanların tek kazancı, bütün güvenilirliklerini yitirmek olacaktır: Dün “Yaşasın Rusya ve Putin’le ittifak, kahrolsun emperyalist ABD” diye bağıranlar, bugün, “Kahrolsun Rusya, yaşasın müttefik ABD ve Trump ile ittifak” diye haykırmaya başlayınca... Kamuoyu nezdinde sizin haklılığınız değil, kendi dalkavuklukları tescil edilir! HHH Ülkede ve dünyada olup bitenleri doğru dürüst öğrenmek ve yorumlamak istiyorsanız: Halk TV gibi birkaç muhalif kanalı, özellikle de TELE 1’i izleyin... BirGün gibi birkaç muhalif gazeteyi, özellikle de Cumhuriyet’i okuyun... Şekibe Çelenk’in ardından Erendiz Atasü Şekibe Çelenk’i kaybettik... Halit Çelenk’in değerli eşi, hem bir tarihin tanığı hem bize tüm Türkiye’ye kalan hatırasıydı. Bugün hepimiz biraz daha eksildik, farkında olmayanlarımız bile... Halit Çelenk sadece “Denizlerin’’ ve onlarca devrimci gencin avukatı değildi; Şekibe Hanım sadece Denizlerin ablası değildi... Bu hukukçu karı kocayı, bencillikle tanışmamış tüm bir yurtsever gençler kuşağına kol kanat germiş, görkemli birer çınar ağacına benzetirdim. Halit Çelenk hayattayken, sanki Türkiye’ye çok kötü bir şey olamazmış gibi gelirdi bana. Elbette bu bir yanılsamaydı ama sağlam bir gerçekliğe dayanıyordu: Karıkoca Çelenkler hukukun ete kemiğe bürünmüş timsaliydiler. Haksızlık karşısında ürkmeyen, gerilemeyen, ödün vermeyen, çıkar hesabı hiç yapmayan, insanı kolayca ele geçiriveren boşunalık duygusuna kapılmadan, dimdik duruşlarını bozmadan, acılarını alınlarında birer çelenk gibi taşıyarak doğru bildikleri yolda yürümeyi sürdüren iki insandı onlar... Bugün böyle insanlar o kadar az ki... İşte onun için, biraz daha eksildik, hepimiz. Bir acı aydın yazısı... Bütün bu eksilmeleri anlamlandırabilmek, ülkemizde hukukun hepimizin canını yakan iflasının nasıl vuku bulduğunu kavramak için belki işe, neredeyse yarım yüzyıl önceden, dosta düşmana ibret olsun diye, sosyalistlere gözdağı verebilmek için, bir mayıs sabahı üç genci “Denizleri’’ ipe çeken hukuksuzluktan başlamak gerek. Şekibe Çelenk’in Türkiye sosyalizmi içindeki yerini araştırmacılar saptayacaktır. (*) Bu yazı, bir değerli insanın daha yitiminden acı duyan bir aydının yazısıdır. Şekibe Çelenk hayranlık duyulacak bir insandır. Hayat boyunca hem toplumun geleneksel kadınlıktan hiç kuşkusuz iç dünyasında onaylamadığı beklentilerini yakınmasız karşılarken devrimci olabilmek; sadece düşünce, söylem ve duruşta değil, eylemde de devrimci olabilmek ve öyle kalabilmek... Nasıl çelikten bir asap sistemi, nasıl bir yaşama direnci, nasıl bir öz disiplin, ve nasıl bir yürek ve soluk gerektirmektedir! Şekibe Çelenk Şekibe Hanım’ın evine üç kez konuk olmuşumdur. İlki, “2 Temmuz 1993 Sivas kalkışması ve katliamı’’ndan sonra idi; katliamda yanarak ve karbonmonoksit gazıyla boğularak can vermiş sanatçılar, dostlar için bir bildiri kaleme almıştım. Halit Bey ve Şekibe Hanım metni oluşturmama hukuki açılardan yardımcı olmuşlardı, bildiriye konan ilk iki imza da onlarındı. İkincisi bir dost ziyareti idi, Şekibe Hanım bize paçanga böreği yapmıştı, marifetli bir aşçıydı. Çelenklerin evinde konuğu tanış gibi değil, dost gibi, akraba gibi de değil, evlat gibi karşılayan ve sarmalayan bir atmosfer vardı. Üçüncüsü, Halit Çelenk’in vefatını izleyen başsağlığı ziyareti, yıl 2011. Tabii Şekibe Hanım onu tanıdığım 1990’ların Şekibe Hanımı değildi. Doğa hükmünü icra ediyordu.1990’larda yetmişli yaşlarını süren Şekibe Hanım çok dinç, capcanlı ve aktifti. 2011’de ise nihayet yaşlanmıştı; uzun bir hayat arkadaşlığının sonunda eşini kaybetmişti, üzgündü. O canlılığı, kıpır kıpırlığı biraz durulmuştu. Ama değişmeyen bir şeyler vardı: Her kapı çalınışında, sonradan yorgun bir halde koltuğuna çekilse de bir genç kız çevikliğiyle kapıya yöneliyor; başsağlığı konuğunu, hüzünlü yüzünde umutlu bir gülümseyişle karşılayabiliyordu. Şekibe Hanım’ı, en son dört beş yıl önce Halit Çelenk için düzenlenen bir anma töreninde gördüm. Yumruğunu kaldırmış “enternasyonal’’i söylüyordu... Yaşı, bir yüzyıla yakındı... Anısının önünde saygıyla eğilirim. (*) Serpil Güvenç, Sultan Özer, “Denizlerin Şekibe Ablası’’, Evrensel basım yayın, 2011
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle