02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SEÇICI KURUL: Işık Kansu (Eşgüdüm), Özcan Karabulut (Öykü), Ferruh Tunç (Şiir), Öner Yağcı (Deneme). GENÇ YAZIN 29 ARALIK 2020 SALI Üniversite öğrencileri; öykü, şiir ve denemelerini [email protected] adresine gönderebilirler. DENEME Ekonominin temelleri KAAN YEŞİLÇİMEN T ürkiye Cumhuriyeti kurulduğunda, yaşlı Osmanlı İmparatorluğu’ndan tarihi binalar dışında pek olumlu bir şey alamadı, hatta Osmanlı, 1. Dünya Savaşı gibi yıkıcı bir savaşın en ağır cephesi Çanakkale’de yetişmiş insan gücünü de iyice yitirdi. Buna karşın Türk milleti düştüğü yerden kalkmasını bildi ve işgalcileri ülkesinden kovarak modern bir devlet kurdu. Savaşın askeri boyutu kazanılmıştı, peki, ya şimdi? Sırada ekonomik boyut vardı, ama yıllarca savaşmış, cahil bırakılmış, ulusal varlıkları adeta bir sömürge gibi yabancılara verilmiş bir millet ne yapacaktı? Ya yine büyük devletlere gidip borçlanıp sömürge rolü üstlenecektik ya da savaş meydanında kazandığımız bağımsızlığı ekonomik bağımsızlıkla taçlandıracaktık. MARMARA ÜNIVERSITESI İŞLETME FAKÜLTESI Cumhuriyet ikinci yolu seçti ve tam bağımsız bir ekonomik yöntem izledi. Adeta kendi yağımızda kavrulup büyüyecektik. Fabrikalar açtık, memleketimiz için pahalı ve tercih edilmemesi gereken bir yol olan karayolunu değil, demiryolunu önemseyip memleketi demir ağlarla ördük, en büyük kaynağın insan kaynağımız olduğuna inanıp cahil bırakılmış halkımız için büyük bir eğitim seferberliği başlattık. ‘SARHOŞ EDICI’ KREDILER... Peki, ya bugün dönüp baktığımızda ne görüyoruz kısaca anımsayalım: 19231950 yılları arasında genç Cumhuriyet 3 bin 764 km. demiryolu inşa etti. Karayolu ulaşımından ve taşımacılığından katbekat ucuz olan demiryoluna yatırımı 1950’den itibaren yabancı devletlerden aldığımız “sarhoş edici” kredilerle unuttuk ve adeta kendimizi petrol zengini sanarak karayoluna yöneldik. 19502004 yılları arasında yapılan demiryolu sadece 945 km., 53 yıl boyunca bu yanlış yatırımlar sonucunda halkımızın cebinden kaç milyar dolar eksildi? Bugün demiryolu yatırımları aynı hızla sürseydi halkımızın refah seviyesi ne durumda olurdu? Aynı mantıkla Kıbrıs sorununu yaşadığımız yıllara kadar ne deniz kuvvetlerinde ne de hava kuvvetlerinde yerli bir savunma sanayi oluşturduk, Kıbrıs’a müdahale kararı alıp çıkarma gemimiz olmadığı için müdahale edemediğimiz zamanları bu halk yaşadı. Oysa, bu zorlukları yaşamadan geleceği görüp önlem almak, stratejiler geliştirmek devletimizin görevi değil miydi? Ne yazık ki bugün baktığımızda yıllarımızı yabancı devletlere para kaptırarak geçirdik, halkımızı fakirleştirdik. Bugün yapmamız gereken tek şey ise memlekette üretebildiğimiz her şeyi üretmek ve savunma sanayi, ulaşım sanayi, iletişim sanayi, ilaç sanayi gibi stratejik üretim alanlarından asla vazgeçmemektir. Ekonominin asıl temeli budur, bir milletin refah içinde yaşaması ve geleceğini başka devletlerin politikalarına bağlamaması için biricik unsur budur. Ürettiğin ve ürettiğinin sahibi olup dış devletlere satabildiğin kadar varsındır, en değerli kaynağın olan insanını, katma değer üretebilecek şekilde eğittiğin zaman varsındır, halkın yatağa aç girmediği kadar varsındır. Artık Türk halkı için macera günleri geçmiştir, Türkiye üretmek ve var olabilmek için ekonomisinin temellerini elinde tutmak zorundadır, yoksa bu topraklarda barınmamızın olanağı yoktur. 934 KİLOMETRE GAMZE AKSÖZ DÜZCE ÜNIVERSITESI İŞLETME FAKÜLTESI Zamansız bir korku bu içimdeki Kalk git desem ayıp ederim Otur yeni geldin bir çay içelim desem Cinayet işlerim. İki aranın bir deresindeyim Çareler çaresiz Fener yanıp yanıp sönüyor Karanlığın canı sıkkın Uslanmaz başıboşluğum baş ucumda Bir su istiyorum elimi itiyor Kendin al diyor, Utanıyorum. Küçükken de böyleydim Suyumu annemden isterdim “Şimdi annemle aramızda 934 kilometre var” Kolumu çarpıyorum komidinin köşesine Acıyor, evet canım acıyor Yaşadığımı hissediyorum. Mutlu oluyorum ya da olmuyorum Gülümsüyorum. Umut bile çarpıp kapıyı çıkıyor Son görüşmemizde ne halin varsa gör demişti, Tamam dedim. Bari sen yapma diyecektim korktum Yuttum teker teker kelimeleri Amacımı da yolumu da kaybettim Kalktım yerimden içtim suyumu “934 kilometre çokmuş be” dedim içimden. İÇİMDEKİ DEVRİM BUSE YAREN AÇIK LİSE Güneşle ay Nasıl yarışırlarsa gece gündüz Rüzgâra boyun eğmez ise Ağaç Hasta ve yorgun bir kuş Nasıl yemek ararsa yaşamak için Ben de kendimle savaşırım Küçük bir balık Nasıl yem olursa balıkçıya Kaplumbağa Nasıl taşırsa yuvasını sırtında Arı Ne kadar bal bırakırsa kovanına Ben de kendimle savaşırım Bir anne köpek Nasıl korursa yavrusunu Bulutlar Nasıl koşuştururlarsa o şehirden bu şehre Yağmur damlaları Birbirine tutunmak için nasıl uğraşırsa Ben de kendimle savaşırım Politikacı Nasıl düşünürse koltuğunu Mahkum da Günlerini nasıl sayarsa Ben de kendimle savaşırım Bir ihtilaldir sürer gider içimde Hayata mıdır kendime midir Bu savaş Bilmem İçimde verilen kayıplar için Ağlamak varsa Yapılan devrim için de Gülmek var! DENEME Ruhun ritmi ECE KART ÇUKUROVA ÜNIVERSITESI RESIMIŞ ÖĞRETMENLIĞI Evet, gece gece zihnimi ele geçiren düşüncelerin açığa vurulması gereken zaman gelmiş. Bu düşüncelerin müzikle harmanlanmış bir şekilde yansıyor olması benim için önemli. Ruhuna seslenen bir müzik, ruhunu konuşturuyor aynı zamanda. Ve şu an olduğu gibi beni bunları yazmaya itiyor. Fark ettiğim bir şey var ki müziğin bu satırları yazdığım gibi süregelen bir ritimle sözcükleri bir araya getirmem ve müziğin de ritminin son bulması ile aslında son bulmayışı. Bir çeşit bir ritim başka bir ritmi oluşturuyor ve hiç bitmemiş oluyor. Hoşuma gitmişti bu durum. Ben de bu dinlemiş olduğum müziğin verdiği esinle bana hissettirdiklerini sizlere de yansıtmak istiyorum. BAZEN KOŞARAK BAZEN ZORLANARAK Öncelikle bir piyano müziği olmakla beraber piyanonun her tuşuna basıldığında o vurgunun kalpte hissettirdiği o iniş çıkışlar, farklı duygular yaşatıyor. Bu müziği her dinlediğimde kalbimden çalıyormuş hissine kapılıyorum ve nedense yoruluyorum. Ama gerçek anlamda bir yorgunluk değil. Nefes alırken müziğin ritmine göre nefes aldırabilecek yükselişler ve inişler var. Bu şekilde müzik, ruhu canlandırıp yaşatıyor aslında. Durgun başlayan müziğin yavaş yavaş ritminin merdiven çıkması gibi bir şey. Yer yer o merdivenlerden çıkıyorsunuz, yer yer iniyorsunuz. Bazen koşarak bazen zorlanarak ama hiç durmuyorsunuz. Bazen duracak gibi olsanız da müziğin fonu sizi ayakta tutuyor ve tekrar koşmaya devam ediyorsunuz. Durmanız müziğin elinde, enerjiniz de. Peki, ne zaman mı bitiyor? Müzik bitince durabilirsiniz ancak. Ama o koşmanın verdiği etkiye katlanan güzel yorgunluk sizin rahatlamanızı sağlıyor. Burada önemli olan müziğin sonuna gelip gelmediğiniz. Sonuçta başladığınızda önce bir yola çıkıyor, yürüyor sonra koşuyorsunuz. Ama yollar düz değil, engebeli. Yüksekler, alçaklar, düşüşler var. Ve hepsini hissediyorsunuz yüksekteyken kopan fırtınayı, inerken yüzünüze vuran rüzgârın gücünü, sizi devam etmemeniz için yaşanan düşüşleri ve sizi kaldıran enerjinin varlığını. Yalnız değilsiniz orada sizi kaldıran bir güç var ve müziğin sonunda o gücünüzü kaybetmiyorsunuz. Aksine daha çok güçleniyorsunuz. O yüzden durmayın koşmaya devam... Müziğin her defa bitmesiyle başa sarmam ve müziğin uzun olduğu halde bana hemen bitiyor gibi gelmesi, bu satırları yazarken benim de bir ritim oluşturup yazmamı sağladı. Ritimler parçaları oluşturdu ve daha sonra da bir bütünü. Şu an baktığımda o ritimlerin izlerini görebiliyorum. Siz görebiliyor musunuz? Müzik, sözleri olmadığı halde ruhumu konuşturacak, yeri geldi koşturacak ve yoracak güçte. Umarım siz de bu müziği dinlediğinizde ritimlere ayak uydurmayı unutmazsınız. Koşmaktan korkmayın, düşmekten de... Yolun sonu çok güzel. MüzikYanniNostalgia... ÖYKÜ Bir yanlışlık var DOĞA CİHAN ODTÜ İNŞAAT MÜHENDISLIĞI Gözlerimi açtığımda ODTÜ durağına yaklaşmış olduğumuzu gördüm. Çantamı yerden kaldırdım. Üstünkörü biçimde şöyle bir çırptım. Oturduğum koltuğun yanındaki tutamaç yardımıyla kendimi kaldırıp önlere doğru ağır adımlarla yürüdüm. Hafif bir öksürükle boğazımı temizledim. Çatallı bir sesle “Kaptan, müsait yerde” lafı olası bir yüz kızarıklığına öncülük edecekti. Şoför de bu yersiz hazırlanmamı görmüş olmalı ki gözlerinin içiyle güldü bana doğru dikizden. Halimi anlamış olmasının verdiği bu utancı, küçük bir kafa selamıyla geçiştirdim. Otobüsten indim, müsait bir yerde. Yağmurda yürümeyi sevmiyordum. Yağmur romantizmini de bir türlü anlamıyordum zaten. Bir mühendis adayı olarak daha rasyonel olmam gerektiğini düşünüyordum herhalde. Çift dikiş giden bir öğrenciyken, neden hâlâ mühendis olmayı düşünüyordum, cevap yoktu. Hemen otostop sırasına yöneldim. Önümde ekose eteğiyle, beline kadar uzanmış kumral saçıyla ve bembeyaz teniyle resmen bir ay parçası vardı. Kafamı aşağı eğerek alaycı bir gülümseme kondurdum suratıma. Şanslı günümdeydim herhalde. Aydınlık bir günde bile ışıklar saçacak bu kıza otostopun duracağı kesindi. Benim de muhtemelen üçüncü kez kalacağım derse yetişmem aynı ihtimale tekabül ediyordu. ŞAFAK SAYAN MAKINE MÜHENDISI Kırmızı, küçük bir araba beni yanıltmamak üzere durdu. Yağmurlu bir günde böyle güzel bir kızı yürütmeyecek kadar centilmen bir çocuktu duran. Ya da iki yüz erkeğin arasında derslerin bitmesi için şafak sayan bir makine mühendisiydi. Ön koltuğa kuruldum hemen. Kaşlarını kaldırışından apaçık ortadaydı bu durumdan duyduğu memnuniyetsizlik. O da bana kurulmuştu anlaşılan. Dikiz aynasından arka tarafı minik bakışlarla süzüyordu. Belki o, bakışlarını oldukça naif sanıyordu, ama aynada görünen bir çift göz naiften çok ürperticiydi. Bundan emindim. İnşaat mühendisliğine yakın bir yerde indim. Boğazımı temizlememe gerek kalmadan, arka koltuktan biri inmek istediğini söylemişti. Bölümün içine girdiğimde kendimi evimde gibi hissetmiştim. Her yer kasvet doluydu. Gökyüzüne kadar yüksek tavanları olan bir bina nasıl kasvetli olur anlamıyordum. Zaten binalardan anladığım pek söz edilemezdi. Merdivenlerden ikişer ikişer çıkıp sınıfıma doğru kesin adımlarla ilerledim. En arkalarda, köşe bir sıraya sotelendim. Sınıftaki en iyi yerdi. Herkesi görüyordum ve kimse beni görmüyordu. Tanrı gibi hissediyordum kendimi. Hoca statik hesaplamalarından bahsetmeye başladı yarı İngilizce, yarı Türkçe. İki dili de bildiğimden içim hayli rahattı. Ama şu sayıları anlamıyordum. O dil bana biraz karmaşık geliyordu. “Karmaşık sayılar.” Kütüphaneden aldığım kaya parçası ağırlığındaki kitabımı çıkardım çantamın en büyük gözünden. Dersi takip etmeye başladığımda bir şeylerin yanlış gittiğini anladım. Hayatımdaki işlerin neden başlar başlamaz yanlış gittiğini ise bir türlü anlayamadım. Başka dersin kitabını almışım kütüphaneden. Yapılacak iş miydi yani şimdi bu? İlk ders bittiğinde toparlanıp bahçeye indim. Dersin sonlarına doğru sarmış olduğum sigarayı koydum iki dudağımın arasına. Esaslı bir duman çektim içime. Fena değildi. Bu sarma zırvasına yeni başlamıştım. İçimi biraz zordu, ama “olsun” dedim. Cüzdanımın “yeter” diye haykırmalarına karşılıksız kalamazdım. Ciğerlerim “yeter” diye haykırana kadar sarmaya devam edecektim. Hafif tıfıl, saçları yandan açılmaya başlamış temiz yüzlü bir çocuk geldi yanıma. ‘ATEŞIN VAR MI?’ Uzattığım çakmakla yaktı sigarasını. O sırada fiyakalı bir spor araba park etti bölümün otoparkına. El ele indiler, bir kız, bir erkek. Oğlanın sevimli bir suratı vardı. Amerikan filmlerindeki sarışın jönlere benziyordu. Kız da sarışındı. Oğlan kadar sevimliydi onun da suratı. El ele tutuştuklarını görmesem ikiz olduklarını düşünürdüm. Salına salına yanımızdan geçip içeri girdiler. Tıfıl oğlan da dibime girdi. “Ulan, ne hayatlar var!” Onaylar nitelikte başımı salladım bir aşağı bir yukarı. Sahiden ne hayatlar vardı. İkinci derse girmeye niyetim yoktu. Bari şu kitap işini halledeyim diye düşündüm. Biten sigaramın izmaritini çöpe doğru fırlattım. “Baskeeet!”. Oldukça sevindim. Girmeseydi de üzülecektim. Aldığım bu riske değmişti. Kütüphaneye doğru inceden yola çıktım. Yol hızlı geçsin diye bir sigara daha içmeye koyuldum. Herkes sigara içerdi zaten bu yolda. Başka da ne yapılırdı ki. Ama çöpe basket sokabiliyorlar mıydı? Hiç zannetmiyorum. Okulu gezmeye gelenler için bir stant kurulmuştu kütüphanenin kenarına. Okulun içinde bir okul reklamı bana hep komik gelmişti. Bir anlık esen rüzgârla birlikte broşürler uçuşmaya başlamıştı. Yardım için doğruldum hemen ve topladık bir grup yardımsever. Havada kaptığımız kâğıt parçalarını standın üstüne bıraktık. Teşekkür etti. Rica ettik. Elimde kalan son broşürün üzerine şöyle bir baktım. Okulumuzun dikkat çekici sloganı büyük puntolarla yazılmıştı. “BİZLER DÜNYAYI DEĞİŞTİREBİLİRİZ”. Kütüphaneden içeri girdim. Danışmaya doğru yöneldim. Kitabı çantamdan çıkarıp masanın üzerine koydum. “Buyurun.” “Hocam, yanl...” “şşşş, sessiz” Daha kısık bir tonla, “Hocam, yanlış kitabı almışım. Değiştirebilir miyim?”
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle