24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 9 AĞUSTOS 2019 CUMA gorus@cumhuriyet.com.tr olaylar ve görüşler Suriyeliler nasıl kalıcılaştırılır? Av. Hüseyin Özbek TBB Başkan Yardımcısı Suriye iç savaşının tetiklediği göçün, dil ve kültür paydaşı komşu Arap ülkelerine değil de niçin Türkiye’ye yönlendirildiği sorusu cevabını da içinde barındırmaktadır. Çünkü bu kurgulu göç, Türkiye’nin ulus devlet, üniter yapı esaslı kuruluş mimarisini hedef alan bir stratejinin gereği gerçekleştirilmiştir. Ülkeyi yönetenlerin Kısası Enbiya’dan ileri gitmeyen tarih körlüğü, realiteden kopuk EnsarMuhacir fantezisi, Türkiye’ye kurulan demografik tuzağın zamanında fark edilmesini engellemiştir. Günümüz Türkiyesi’nde, ülkenin kuruluş kodlarıyla sorunlu bir geleneğin mirasçılarının siyasi gücü ele geçirmesi halinde neler yaşanacaksa birebir onlar yaşanmaktadır. Kurucu iradenin, Osmanlı’nın çöküşünden alınan dersler doğrultusunda inşa ettiği yeni devletin varoluş felsefesinin antitezini temsil eden anlayış, dünyaya hükmeden güçlerin bölgeye yönelik gerçek niyetlerini okuyacak stratejik akıldan yoksundur. Mekke oligarşisinin baskıları tahammül edilemez hale gelince, Hz. Muhammed’in ardından Medine’ye hicret eden Mekkeliler (Muhacir) ile Medineliler (Ensar) arasındaki ilişkinin Suriyeliler üzerinden güncellenmesindeki akıl ve bilim dışılık ayrı bir yazının konusudur. MS 7. yüzyılda Mekke’nin 25 bin, Medine’nin 10 bin nüfuslu iki Arap kenti olduğunu öncelikle belirtelim. Bir Arap kentinden diğerine giden muhacir sayısının da 186 olduğunun altını çizelim. Aynı kültürden gelen, aynı dilin konuşulduğu bir kentten diğerine göç halinde iki taraf açısından da bir uyum sorunun yaşanmayacağı açıktır. Şaşkınlık Ülkeyi yönetenler, öngörüsüzlüğün, tarih bilincinden yoksunluğun, devlet hafızasına sırt çevirmenin yarattığı tablo karşısında tam bir şaşkınlık içindedir. Şam’daki Emevi Camii’nde cuma namazı, şizofrenik bir hayaldi. Gerçek olansa, 80 milyonluk Türkiye’de sokaktaki her 10 kişiden birinin, her türlü ayrıntısıyla kurgulanmış yasadışı göçle Türkiye’ye yönlendirilmiş yabancı olmasıdır. Üstelik bu Bu kurgulu göç, Türkiye’nin ulus devlet, üniter yapı esaslı kuruluş mimarisini hedef alan bir stratejinin gereği gerçekleştirilmiştir. İstanbul Valiliği’nin kentte kayıt dışı olarak bulunan Suriyelilerin ayrılması için 20 Ağustos’a kadar süre tanımasına tepki olarak yapılan mitingde açılan pankartlardan birisi demografik istilayı tehlike olmaktan çıkarıp, topluma entegre edecek ortak kültür paydası ve müşterek bir mazi de bulunmamaktadır. Kurucu kodların önemi Osmanlı’nın çok dinli, çok dilli, çok etnisiteli, yapısı imparatorluklar açısından doğal olarak kabul edilebilirdi. Osmanlı İmparatorluğu’nun 1. Dünya Savaşı’yla tasfiyesinden sonra kurulan yeni devletin, varlığını sürdürebilmesi için ulus devlet, üniter yapıda inşası zorunluydu. Çünkü imparatorluklar çağı geride kalmıştı. Türkiye Cumhuriyeti, bu nedenle milli ve çağdaş bir eğitim politikasıyla özgür düşünceli, ulus bilincine sahip yurttaşlardan oluşan çağdaş bir toplumu hedeflemişti. Kuruluş döneminden yakın zamanlara kadar devam eden eğitim ve kültür politikası, tarihten ders alan stratejik devlet aklının yansımasıydı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş kodları, bu coğrafyada var olabilmenin ekonomik, siyasal, sosyolojik zorunlulukları ve aynı zamanda hedefleridir. Kuruluş kodlarına yönelik itiraz sahiplerinin yakın geçmişte dış dinamiklerce statükoya karşı reformistler olarak teşvik edilmesinin nedenleri şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. Batı’nın stratejisi, demografik selin, Kapıkule’den ileriye geç mesini önleme üzerine kuruludur. Asya’dan, Afrika’dan kopup gelen yığınları metropollerinde görmenin kâbusunu yaşayan AB’nin Türkiye’ye dayattığı Geri Kabul Anlaşması’nın özü, Avrupa’nın demografik saflığının ve kültürel homojenliğinin korunmasıdır. Türkiye’ye verilen rol ise birkaç milyar Avro karşılığı, demografik çöplük olmayı kabullenmesidir. Kasıtlı çarpıtma Farklı siyasi tercihten insanların, Suriyeliler konusunda ciddi boyutlara ulaşan tepkisi üzerinde düşünülmelidir. Bu durumu çarpıtarak, ırkçı nefret olarak nitelemek, insan hakları bağlamında yermek, meselenin kasıtlı olarak başka bir yöne çekilmesiyle ilgilidir. Burada üzerinde durulması gereken, köklü geçmişin, tarihsel deneyimlerin olgunlaştırdığı, diğer etnisitelerle birlikte yaşama kültürüne sahip bir milletin, devletin kuruluş denklemini değiştirecek, toplumsal dengeleri bozacak kurgulu göçe, gelecek endişesiyle tepki göstermeye başlamasıdır. Türk halkının sağduyusundan ve gelecek endişesinden kaynaklanan tepkisini etkisizleştirmek ve saptırmak için ciddi bir toplum mühendisliği yürütülmektedir. Demografik istilayı kurgulayanlar, Suriyeli ve diğer grupların Türkiye’de kalıcılaştırılması için medya ve di ğer etki dinamiklerini finanse etmekte ve yönlendirmektedir. Muhafazakâr kesim için EnsarMuhacir ve sahabe anekdotları üzerinden yürütülen algı mühendisliği, demokrat kamuoyuna, ırkçı nefret eleştirisi ve insan hakları bağlamında şırıngalanmaktadır. Her iki kesime yönelik algı mühendisliğinde medya, sendikalar, meslek örgütleri, kanaat önderleri etkili bir şekilde kullanılmakta, Suriyelilerin kalıcılaştırılması için psikolojik harekatın gerekleri kişisel ve kurumsal bazda özenle yerine getirilmektedir. Toplum mühendisliği Medyaya servis edilen haber, yorum ve röportajların kronolojik bir dikkatle gözden geçirilmesi halinde, Suriyelileri Türkiye’de kalıcılaştırma operasyonunun ustalıklı sürekliliği dikkat çekmektedir. Suriyeli akademisyenlerin bilim dünyamıza katkıları, üretken Suriyelilerin ekonomimize kazandırdıkları, Suriyeli çocukların başarı hikâyeleri, Suriyeli sanatçıların olağanüstü yetenekleri, Binbir Gece Masalları’nın fantastik söylemiyle topluma aktarılmaktadır. Medyada yapılacak kısa bir gezinti savımızı kanıtlamaya yetecektir. Hiç kuşkusuz topluma yönelik sistematik algı mühendisliği verilen örneklerden ibaret değildir. Fakat bu kısa seçki bile Türk halkının bilinçaltı direncini yok etmeye yönelik psikolojik harekâtın boyutlarını göstermeye yeterlidir. Cuma hutbeleriyle Ensarlığa, ırkçı nefret karşıtlığı söylemiyle insan hakları aktivistliğine özendirilen kitlelerde Suriyelilerle birlikte yaşama arzusu yaratma çabasının nasıl sonuç vereceğini hiç kuşkusuz zaman gösterecektir. Türk halkının sağduyusunu ve milli duyarlılığını devreden çıkarmaya yönelik psikolojik harekât, milletin gözünün içine baka baka pervasızca sürdürülmektedir. Tarihsel deneyimlerin, ortak acıların, birlikte atlatılan badirelerin bilinçaltı tortusu olan Türk milletinin kolektif sezgi ve sağduyusuna yönelik laboratuvar müdahalesinin, sonuç vermeyen nafile çabalar olarak tarihe kaydedileceğini, işi kurgulayan ve piyasaya süren toplum mühendislerine peşinen söylemiş olalım. Ölüler nikel de takmaz Savcı ve yargıçlar için dersler1 Sevgili okurlarım, başlığa bakıp da “Emre Hoca yapılan haksızlık ve hukuksuzluklar karşısında Hukuk Fakülteleri hocalarının suskunluklarına kızdı da sonunda hukuk dersleri vermeye soyundu” sanmayın: Bu yazıda Türkiye’nin en üst mahkemesi olan Anayasa Mahkemesi’nin ifade özgürlüğü konusundaki kararından çıkan dersleri savcılar ve yargıçlar için özetleyeceğim. HHH HANGİ TÜR ELEŞTİREL, SERT VE SUÇLAYICI İFADELER, TEK BAŞLARINA... Terör örgütünün şiddet ve tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek, övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde değerlendirilemez: 1) Toplumun büyük çoğunluğu tarafından kabul edilemez olsalar bile... 2) Belirli bir perspektiften ve tek yanlı hazırlanmış olsalar bile... 3) Tek taraflı, çelişkili ve sübjektif olsalar bile... 4) Abartılı yorumlar içerseler bile... 5) Yetkilileri sert biçimde eleştirseler bile... 6) Suçlayıcı ve keskin bir dil kullansalar bile... 7) Güvenlik güçlerine karşı incitici ve saldırgan bazı ifadeler barındırsalar bile... 8) Operasyonları yürüten kamu gücüne karşı ağır eleştirilerde bulunsalar bile... 9) Terörle mücadele eden devleti, halka “katliam”, “kıyım” ve “işkence” yapmakla suçlasalar bile... Bu tür ifadeler Anayasa’nın 26. maddesinde yer alan ifade özgürlüğü korumasından yararlanır. HHH Çünkü: Devlete yönelik eleştirinin sınırlarının bireylere yöneltilen eleştirilere göre çok daha geniş olduğunda bir tereddüt yoktur. Yaklaşık on ay boyunca, on bir şehirde terör örgütüne karşı yürütülen ve milyonlarca insanın hayatını etkileyen operasyonların kamuoyu tarafından takip edilmesi ve operasyonlar hakkında değerlendirmeler yapılması normal karşılanmalıdır. Çünkü: Bu tür müdahaleler kamuoyunun ülkede meydana gelen son derece önemli olayların farklı bir bakış açısından onların büyük çoğunluğu için bu bakış açısının kabul edilmesi ne kadar zor olursa olsun öğrenme hakkına ağır bir sınırlama getirmektedir. Ve çünkü: Kamu gücünü kullanan organlar, devlet politikalarına yönelik eleştirilere cevap verilmesi hususunda ülkedeki herkesten daha fazla imkâna sahiptir. Özellikle son derece saçma ve ilgisiz BİLE görünse, muhaliflerin haksız saldırı ve eleştirilerine farklı yollardan cevap verme imkânının olduğu durumlarda ceza kovuşturmasına başvurulmamalıdır. HHH Hukuk Fakültelerinde, bu ilkeler okutulmalı, savcı ve yargıçlar bu ilkeleri içselleştirmelidir. KAHROLSUN ŞİDDET VE TERÖR: YAŞASIN LAİK VE DEMOKRATİK SOSYAL HUKUK DEVLETİ! Prof. dr. Salih Özbaran Tarihçi Kaz Dağları için ayağa kalkan binlerce yurtseverin/doğaseverin ellerinde ve dillerinde yankılanan “ölüler altın takmaz” tepkisi bana Mustafa Balbay’ın 7 Temmuz 2013 tarihinde altın için uyarladığı o espri dolu ve yaşamsal dizelerini hatırlattı bir kez daha. Kitabımda da (Çaldağı: Kasaba’mdaki Darbe, 2018) alıntılamıştım onun “Tuttuğunuz altın olsun” yazısını. Yıllarca tutuklu kaldığı dört duvar arasındayken, ağaç göremediği günlerde “devlet büyüğü”ne “sihirli lamba” şefaatini yansıtmıştı. Ben de nikele dönüştürmüştüm o şefaatteki “altını”: “Sihirli lamba”, devlet büyüğüne “Ne isterseniz yerine getiririm” demiş. Büyük, “tuttuğum her şeyin nikel olmasını isterim” karşılığını vermiş. Sihirli lamba “tamam” demiş. O andan itibaren tuttuğu her şey nikel olmuş. İş başlangıçta çok zevkliymiş ama... Acıkmış ekmeğe uzanmış, nikel olmuş... Susamış... Suya uzanmış, nikel olmuş... Sevdiği bir çiçeğe dokunmuş, nikel olmuş... Yumuşak bir yatakta biraz dinlenmek istemiş, nikel olmuş... Çal Dağı’nın sesi Bu yazımla Çal Dağı’ndan duyurmak istedim sesimi, Kaz Dağları için doğa mücadelesi veren çevrecilere. KirazlıBalaban’da boğazlanan 200 bini aşan sayıda ağaca yapılan ihanetin benim memleketim Turgutlu’da da yapıldığını bildirmek istedim. O sırada sorumlu bakan Osman Pepe’nin karşı çıktığından istifasına yol açtığını ve mahkemenin “dur” kararının kenara itildiğini söylemek istedim. Çal Dağımın bağrına indirilen darbe ile çölleştirilen yemyeşil köşenin çaresiz beklediğini; börtü böceklere, kuşlara, yaşamın sağladığı canlılara yuva olamadığını duyurmak istedim. Bilemiyorum, baltalar yeniden mi bileniyor, devam mı edecek çarkların dişlileri; yoksa onca mücadele verenlerin yüzü gülecek mi? Görülüyor ki bana, size, yurttaşa hatta dünya kamuoyuna sorulmadan yeşil durmadan kemiriliyor ülkemde, ağaç kesiliyor. Doyum nedir bilmiyor, insaf nedir tanımıyor uluslararası şirketler ve yerli taşeronlar. Suyu kirletiyorlar, havayı zehirliyorlar, ekosistemi yerle bir ediyorlar. Oysa, Kurtuluş’un o sıcak günlerine yelken açmaya çalışan Gazi Mustafa Kemal, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açarken, daha o günlerde na sıl da ormanlarımız üstüne titremişti: “Gerek tarım ve gerek ülkenin servet ve genel sağlığı bakımından önemi kesin olan ormanlarımızda çağdaş önlemlerle iyi durumda bulundurmak, genişletmek ve en yüksek yarar sağlamak temel ilkelerimizden biridir”. Anadolu kolay bağışlamaz Yaşar Kemal, “doğaya düşman bir ülke olduk” demişti kazançlarından başka dünyayı görmeyen ve bilmeyen yöneticiler için. Sözcüklerine şunları da eklemişti: “Bu Anadolu insanları kolay bağışlamaz. Anadolu topraklarının üstüne titrer, Kurtuluş Savaşımıza bakın”. Binlerle yola koyulmuş. doğayı korumaya söz vermiş Kaz Dağları sevdalılarına; benim memleketim Turgutlu’da yıllar önce aynı amaç ve azimle ortaya çıkmış TURÇEP ve TEMA destekçilerine yol göstermiş Yaşar Kemal. Aynı zamanda yurttaşı yüreklendirmiş çevre korumasında. Ne demişti Ruşen Keleş! “Çevre so runları, kanımca, sokaktaki insan tarafından sahiplenilmedikçe sağlıklı bir çözüme kavuşturulamaz”.... kitabı 100 Soruda Çevre’de. Her şeyin düzeleceğine dair umudunu yitirmeyen ünlü bilgin Jared Diamond, çevreye olan duyarlılığın dünya çapında arttığına inanmakta: Mücadelenin iki tarafı “Çevreci hareketler gittikçe artan bir oranda yandaş kazanmaya devam etmektedir. Üstelik gitgide daha etkin organizasyonlar devam etmektedir... Ancak çevremizin maruz kaldığı tehditler de gittikçe artan bir oranda güç kazanmaktadır... İstediğimiz atın yarışı kazanması olanaksız değildir, ama garanti de değildir”. Yıllar öncesinde yazılmış bu sözlerin, politikacılar tarafından hiç önemsenmediği günleri, yılları yaşıyoruz şimdi! Bir yanda ağacını kesen, yeşilini sarartan, havasını kaçıran, suyunu kirleten, liderine şartsız bağlanmış bir parti iktidarı ile parayı maden uğruna orman kesmekle kazanan yerli/yabancı şirketler; diğer yanda doğa bilinci yeşertmeye çalışan ve bu bağlamda geleceğe yön vermek isteyen güzel insanlar. Tarih bize bir yörünge çiziyor, onu güzelce okuyarak geleceğimize umutla bakmak elimizde. Değerli dostum Prof. Dr. Asaf Koçman’ın incelikle ve içtenlikle belirttiği “doğal çevre bileşenleri”nin aralarında mevcut olan ilişkiyi “bozacak veya engelleyecek eylemlerin olmadığı, çevre yıkımı için teknolojik araç ve gücün kullanılmadığı doğal çevrelerde” buluşmak dileğiyle.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle