24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 7 AĞUSTOS 2019 ÇARŞAMBA gorus@cumhuriyet.com.tr TASARIM: SERPİL ÜNAY OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Çevrecilere yönelik cinayetler rekor düzeyde AMANDA SCHUPAK, Huffington Post ÇEVIREN: M. BIROL GÜGER Küresel Tanık’ın yıllık raporu, başta madencilik olmak üzere çeşitli endüstri işkolları tarafından tahrip edilen doğal alanları korumaya çalışan eylemcilere karşı dünya çapında işlenen cinayetleri konu aldı. Çevre savunucularına yönelik daha hafif düzeyde saldırıları da mercek altına alan rapor, büyük şirketlerin ve hükümetlerin, şiddetli tacizlerine ve başvurdukları sinsi yöntemlere de dikkat çekti. 43 maden karşıtı öldürüldü Rapor, 2018 yılında dünya çapında 164 çevre eylemcisinin öldürüldüğünü ve sayısız eylemcinin de şiddetli saldırılar, tutuklamalar, ölüm tehditleri veya davalarla susturulduğunu ortaya koyuyor. Haftada ortalama üç ölüme tekabül eden sayı geçen yıla oranla azalsa da, Küresel Tanık kıdemli kampanya koordinatörü Alice Harrison’a göre durum yine de pek de iç açıcı değil. Huffington Post’a konuşan Harrison, “Cinayetlerdeki düşüş, başka bir korkunç gerçeği maskeliyor” dedi ve ekledi, “Brezilya ve diğer birçok ülkedeki ortaklarımız, çevrecilere karşı ölümcül olmayan saldırı biçimlerinde artışa işaret ediyor; öldürmekten çekindikleri için çoğu zaman acımasız saldırılar düzenliyorlar” dedi. Rapor madencilik sektörünü, eylemci ölümleriyle en çok bağlantılı işkolu olarak tanımladı. Buna göre dünya çapında, maden ocaklarının çevre üzerindeki zararlı etkilerine karşı direnen 43 eylemci öldürüldü. Lider ülke Filipinler Brezilya, Küresel Tanık’ın 2012 tarihli ilk raporundan bu yana çevrecilere yönelik cinayetlerde lider ülkeydi ancak bu yıl yerini, bu alanda 30 cinayete sahne olan Filipinler’e bıraktı. Uluslararası sivil toplum kuruluşu Küresel Tanık (Global Witness) tarafından yayımlanan bir rapor, 2018 yılında dünya çapında 164 çevrecinin, çevre koruma faaliyetleri yürütürken öldürüldüklerini ortaya koyuyor. Rapora göre Filipinler, topraklarını veya doğayı koruyan insanlar için her dönem dünyanın en ölümcül ülkelerinden biri olarak listede yer almayı başardı. Mevcut Başkan Rodrigo Duterte döneminde de bu alanda bir iyileşme gözlenmedi. Geçen yıl Filipinler’i 24 ölümle Kolombiya ve 23 ölümle Hindistan takip etti. Mayıs 2018’de Hint polisinin, Tamil Nadu eyaletinde bir bakır madenini protesto eden kitleye ateş açması sonucu 13 kişi yaşamını yitirmiş, onlarcası ise yaralanmıştı. Brezilya’da da durum farklı değil. The New York Times’a göre, Brezilya’nın yeni Cumhurbaşkanı Jair Bolsonaro’nun ocak ayında göreve başlamasından bu yana Brezilya Amazonları’ndan 1330 mil2 (3444 km2) alan eksildi. Çevreciler nasıl ‘terörist’ oldu? Bolsonaro’nun çevreye yönelik düşmanlığı, hükümetlerin çevreciler için giderek daha güvensiz bir iklim yaratmasının tipik bir örneği. Bolsonaro geçen yıl, kırsal arazilerde çalışan işçiler ve aileleri adına toprak reformu kampanyaları düzenleyen MST adlı çevreci grubun faaliyetleri için “terörizm” ifadesini kullandı. Hemen ardından, Aralık ayında iki MST üyesi öldürüldü. Benzer olaylara artık her yerde rastlanıyor. ABD ve İngiltere’de, çevrecilere yönelik devlet baskısına, söz konusu ülke hükümetlerinin, enerji ve tarım endüstrisi patronları ile rahat ilişkileri eşlik ediyor. Çevrecileri terörist olarak etiketlemek, onlar tarafından ortaya koyulan eylemlerin suç kapsamına alınmasına zemin hazırlıyor. ABD ve İngiltere baskıcı Küresel Tanık, eylül ayında İngiltere’deki çevre yanlısı gösterilerde gözaltına alınanlara yönelik “çok acımasız” hapis cezaları verildiğini vurguladı. He men ardından bu ay eski bir İngiliz terörle mücadele görevlisi, iklim değişikliğine yönelik protesto eylemlerini örgütleyen Extinction Rebellion (Yokoluş İsyanı) adlı grubu, “aşırılıkçılık” örneği olarak nitelendirdi ve yürüttükleri sivil itaatsizlik eylemlerinin “devlet ve demokrasinin parçalanmasına” yol açabileceğini iddia etti. Bununla birlikte, Beyaz Saray’ın çevrecilere yönelik tutumu da geçmişteki yönetimlere oranla daha tehditkâr. Harrison’a göre, Başkan Donald Trump’ın yoğun enerji merkezli gündemi, ABD’deki konuya ilişkin siyasi ve yasal manzarayı rahatsız edici şekillerde değiştirdi. Harrison bu konuya ilişkin olarak, “Dakota Boru Hattı protestoları patlak verdiğinden beri devlet nezdinde sözüm ona “ekoterörizme” yönelik atıflarda artış gözlendi” ifadelerini kullandı. Washington ve Kuzey Carolina’daki milletvekilleri, çevre eylemcilerini “ekonomik teröristler” olarak nitelendirdi. 2017 yılında 84 Amerikan Kongre üyesi Adalet Bakanlığı’nın, Dakota’daki boru hattı sabotajını, “yerel terörizm suçu” kapsamında kovuşturmasını önerdi. Kanadalı yerlilere hukuk çelmesi Şirketler protestoculara karşı saldırgan bir tavır izleyerek muhalefetin susturulmasında büyük rol oynuyor. Kasım 2018’de bir TransCanada iştiraki, arazilerinden geçen bir doğalgaz boru hattının inşasını durdurmak için barikat kuran Kanadalı Unist’ot kabilesi üyelerine dava açtı. Britanya Kolumbiyası Yüksek Mahkemesi de kabileye, şirketin siteye girmesine izin vermesini emretti. Raporda hükümetlerin şu ana kadarki tepkisi, “tepkisizlik” olarak nitelendirilirken, Harrison’a göre, çevre konularına ilişkin artan farkındalık, gezegeni ve onu savunan insanları korumak için somut eylemlere dönüştürülmeli. Memurların zor pazarlığı ŞÜKRÜ KARAMAN Gazeteci Hükümet ile memur sendikaları 3 milyon 33 bin memur ile 2 milyon 56 bin memur emeklisinin 20202021 yıllarına ilişkin zam ve sosyal destek ödemelerinin belirlenmesi için 1 Ağustos’ta toplusözleşme masasına oturdu. Yetkili konfederasyon MemurSen yüzde 17.2, Türkiye KamuSen yüzde 20, KESK ise yüzde 38 zam talep etti. Ne var ki taleplerin siyasi iktidar tarafından kabul görmesi olası değil. Kamu çalışanları ile emekliye yıllık yüzde 5 veya 6 artış yapılması büyük olasılık. Hiç kuşku yok ki, yetkili konfederasyon MemurSen’in sözleşme masasında takınacağı tavır zamda belirleyici olacak. Eş ve çocuklarla birlikte 20 milyonluk dar gelirli kitlenin sorumluluğu omuzlarında olacak Önceki yıllarda MemurSen iktidarın talepleri doğrultusunda tu tum takınarak düşük oranlı zamlara imza atmış, memur ve emeklinin cebindeki para yükselen enflasyon karşısında buharlaşmıştı. Dolayısıyla milyonlarca dar gelirli kitle hep mağdur olmuştu. MemurSen’in geçmişte imzaladığı, kamu çalışanına katkı sağlamayan, aksine zarara uğratan toplu iş sözleşmelerinden ders alarak bu kez daha yüksek artışlar için masada mücadele etmesi gerekiyor. Masada bu anlayışla hareket etmek aynı zamanda vicdani görevi. Sırf üye sayısını artırmak için hükümetin verdiği ile yetinmek, direnememek, yetkili sendikacılığa gölge düşürdüğü gibi güven erozyonuna yol açıyor. En azından önerilen zamma imza atmaktan kaçınarak sorumluluk almamış olurlar. 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları ve Toplu Sözleşme Yasası uyarınca sendikaların grev hakkı bulunmadığından 20 Ağustos’a dek uzlaşma sağlanamazsa sözleşme Kamu Görevlileri Hakem Kurulu tarafından bağıtlanacak. Ne var ki kurulun bağıtlayacağı sözleşme hükümetin önereceği zamdan farklı olmayacaktır. Belki 12 puan üzerinde olabilir. Geçmiş yıllarda bunun örnekleri çok yaşandı. Siyasi iktidarın 16 Ağustos’ta memur ve emekliye yüzde kaç önereceği merak ediliyor. Enflasyondan ötürü maaşları eriyen memur ve emekliye en azından yüzde 1520 arasında zam verilmeli ki kayıpları karşılanabilsin, soluklanması sağlansın. Ancak, hükümetin böyle bir artışa yanaşmayacağı aşikar. Kamu işçisine yüzde 5 ve 4 zam öneren hükümetin bundan çok farklı bir rakamı kamu çalışanları ile emekliye teklif etmesi mümkün değil. Grev hakkı bulunmadığından memur sendikalarının yaptırım gücü yok. Ya hükümetin verdiği zam ile ya da Kamu Görevlileri Hakem Kuru lu tarafından bağıtlanan sözleşme ile yetinmek zorunda kalıyorlar. Toplusözleşme görüşmelerinde siyasi iktidarın vaadi olan 3600 ek göstergenin de gelmesi bekleniyor. 24 Haziran seçimi öncesi öğretmen, polis, sağlık çalışanları ve din hizmetleri görevlilerine yönelik 3600 ek gösterge yasasının çıkarılacağı sözünü veren iktidar, aradan geçen 1.5 yıla karşın “ha bugün ha yarın” diyerek bu konuda olumlu adım atmayarak, kamu çalışanlarını oyaladı. Oysa bu sözün ardından TBMM’ye sunulan birçok torba yasanın içine ek gösterge rahatlıkla eklenebilirdi. Ama olmadı, yapmadılar. Umarım, MemurSen toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde hükümete bu vaadini bir kez daha anımsatarak olumlu sonuç almaya odaklanır. Verilen sözün yerine getirilmesi sosyal devlet olmanın bir gereğidir. Yüz binlerce memur zammın yanı sıra 3600 ek göstergeyi de merakla bekliyor. Mustafa Kemal’in askerleri... EROL ERTUĞRUL Birinci Dünya Savaşı sonucunda İstanbul işgal altındadır. İstanbul’da çıkmakta olan Alemdar gazetesinin başyazarı Refii Cevat Ulunay Mustafa Kemal Paşa ile Şişli’de Mustafa Kemal’in oturduğu evde bir söyleşi yapar. Söyleşi bittiğinde Mustafa Kemal, Ulunay’a “Her şeyi sordunuz, ülkenin nasıl kurtulacağını sormadınız” der. Ulunay şaşırır, “Böyle bir şey olabilir mi” diye sorar. “Evet” der Mustafa Kemal, “Eğer birileri Anadolu ya geçer ve ulusu örgütler, düşmana karşı koyarsa bu olur.” Cumhuriyet kurulduktan sonra Ulunay bu görüşmeyi Sadi Borak’a anlatırken “Baktım ki” der “Adam deli değil, zır deli, ülke yanmış yıkılmış, orduları dağıtılmış, birileri Anadolu’ya geçecek, ulusu örgütleyecekmiş, bu ülke kurtulacakmış.” Sadi Borak “Ama” der “Sonunda Mustafa Kemal haklı çıktı, dediğini yaptı”, Ulunay, “Hayır ben haklıyım, o dönemde herkes benim gibi düşünüyordu, bir tek o öyle düşünüyordu” diye yanıtlar. Tıbbiyeli Hikmet’e yanıt Mustafa Kemal düşündüklerini yapar Anadolu’ya geçer. Amasya Genelgesi ve Erzurum Kongresi’nden sonra 4 Eylül 1919’da Sivas Kongresi toplanır. Yurdun dört bir yanından delegeler katılır bu toplantıya. Çok kişi başka bir çözüm göremediğinden bir büyük ülkenin mandası altına girmeyi düşünmektedir. Mustafa Kemal’in düşüncesi ise ne pahasına olursa olsun tam bağımsızlıktır. Sivas Kongresine Tıbbiyelileri temsilen katılmış bulunan İstanbul Tıp Fakültesi 3. sınıf öğrencilerinden Hikmet Bey (Hikmet Boran) toplantıda söz alır. Mustafa Kemal Paşa’ya “Biz Türk gençliği olarak tam bağımsızlıktan yanayız. Hiçbir biçimde mandayı kabul etmeyiz. Eğer siz mandayı kabul ederseniz size de karşı çıkarız” der. Tıbbiyeli Hikmet bir süre önce yitirdiğimiz ünlü sunucu Orhan Boran’ın babasıdır. Mustafa Kemal’in gençleri böyledir. En güç koşullarda bile tam bağımsızlıktan ödün vermezler. Yiğitçe duruş sergilerler. Mustafa Kemal’e bile böyle yiğitçe seslenebilen Türk genci, Mustafa Kemal’in tırnağı bile olamayacak yöneticilere karşı hiç susmaz. Olmadık nedenlerle gençleri gözaltına almak, cezaevlerine doldurmak boşunadır. Hukuksuzlukları protesto ettiler diye, Cumhuriyete ve devrimlere sahip çıktılar diye gençlere karşı gösterilen acımasızlık boşunadır. Onlar Mustafa Kemal’in gençleridir. Yanlışlıklara karşı, her zaman göğüs gereceklerdir. Cumhuriyete her zaman sahip çıkacaklardır. Türk genci devrimlerin bekçisidir Mustafa Kemal ünlü Bursa Söylevi’nde bu gençlere seslenir. “Türk genci Cumhuriyetin ve devrimlerin sahibi ve bekçisidir. Haksızlıklara karşı susmaz. Cezaevine düşmüş olsa bile sinmez, susmaz. Ben inançlarımın gereğini yerine getirdim, eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmekte benim görevimdir diyecektir. İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği.” Bu sözler bir süre önce 30 Ağustos’u küçümseyen Bursa’nın AKP’li belediye başkanına bir şeyler anımsatıyor mu? 31 Mart yerel seçimlerinde, 23 Haziran İstanbul seçiminde alanlarda, salonlarda binlerce genç “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye bağırdılar. Mustafa Kemal’in askeri olmak aydınlanmaya, çağdaş, demokratik ve laik Türkiye ye, tam bağımsızlığa, ulusal egemenliğe inanmaktır. Onun için bizler 16 Mayıs 1919 günü İstanbul’dan Samsun’a hareket eden Bandırma Vapuru’ndaydık. “Ulusun bağımsızlığını ve esenliğini yine ulusun inanç ve kararlılığı kurtaracaktır” diye kaleme alınan Amasya Genelgesine biz de imza attık. Erzurum, Sivas kongrelerinde oradaydık. 23 Nisan 1920 de Ankara Ulus’ta açılan TBMM’deydik. Cumhuriyet’i sokakta bulmadık 27 Mayıs 1919 günü Aydın işgal edildiğinde kurulan Kuvayı Milliye’nin içinde Yörük Ali Efe ile birlikteydik, düşmana karşı Malgaç baskınını birlikte yaptık. Kuşadası’nda Selçuk’ta Mahmut Esat Bozkurt’la birlikte silah kuşanıp savaşan bizlerdik. 30 Ağustos utkusunu birlikte kazandık. Ve 9 Eylül günü İzmir’e şanlı bayrağımızla birlikte girdik. 29 Ekim 1923’te Ankara’da Cumhuriyeti birlikte ilan ettik. Onun için Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinde gözyaşı, emek, kan ve ter vardır. Biz Cumhuriyeti sokakta bulmadık. Cumhuriyetimizin bir Ortadoğu ülkesi olmasına göz yummayız. Türkiye Cumhuriyeti’ni tarikatlara, cemaatlere ve tek adama teslim etmeyiz. Bizim bildiğimiz ve tanıdığımız bir tek adam vardır o da Mustafa Kemal Atatürk’tür.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle