18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 15 MART 2019 CUMA [email protected] Nadia Boulanger’nin OLAYLAR VE GÖRÜŞLER öğrencisi Michel Legrand İdil Biret Bu yıl hayata veda eden 1932 doğumlu meşhur besteci, caz piyanisti Michel Legrand, hocam Nadia Boulanger’nin en sevdiği öğrencilerinden biriydi. Her fırsatta onun olağanüstü müzik yeteneğinden söz eder, mükemmel bir armoni duygusuna sahip olduğunu vurgulardı. Birçok talebe armoni derslerine hatasız ödevler getirir, ancak müziği içlerinde doğru şekilde duymadıklarından bunlar tatmin edici bulunmazdı. Hocamız bana, “Legrand müziği içinde duyduğundan, doğru ve güzeli birleştiren nadir öğrencilerimden biri oldu” demişti. O, köklü bir bestecilik eğitimi alırken ve hocaları da iyi bir besteci olacağını beklerken Nadia Boulanger’ye ‘hafif’ diye adlandırılan müzik türünü seçtiğini söylemişti. Bu beklenmedik karar hocamızı başlangıçta hayrete düşürmüş fakat biraz düşününce ona hak vermiş ve şöyle demişti, “Orta halli, iyice bir klasik müzik bestecisi olmaktansa, olağanüstü, zevkli ve bilgili hafif müzik bestecisi olmak çok daha akıllıca bir harekettir. Birçok ciddi müzik eğitimi alan kimse de Legrand kadar zeki ve mantıklı davranabilseydi dünya lüzumsuz bazı müzik eserlerinden kurtulurdu.” Bu duyduklarım beni o zaman çok etkilemişti. Hollywood’un yabancı müzisyenleri zor beğenen camiasında Legrand gibi tipik bir Fransız geleneğinden gelen bestecinin bu kadar büyük başarı kazanması son derece önemliydi. Paris Konservatuvarı’nda geçirdiğim skolastik eğitim yılları sırasında pek mutlu değil Nadia Boulanger, öğrencisi Michel Legrand için “Müziği içinde duyduğundan, doğru ve güzeli birleştiren nadir öğrencilerimden biriydi” demişti... Legrand, tipik bir Fransızdı, müzik bilgisinin enginliği dışında insan olarak da nadir özelliklere de sahip biriydi aynı zamanda. Michel Legrand İdil Biret hocaları Nadia Boulanger ile. dim. Sadece çarşamba akşamlarını iple çekerdim. Saat 22.00 civarında radyoda caz yayını vardı. Bazen plaklar, bazen de caz konserleri dinletilirdi. Özellikle “jam session” dan çok hoşlanırdım. Her enstrümanın tek başına doğaçlama yapması sonra birlikte çalıp bu cazip müziğe son vermeleri hakikaten nefisti. Caz o yıllarda kafamda özgürlüğün simgesiydi. Konservatuvarın bağnaz havasından beni uzaklaştırmak için biçilmis kaftandı. Legrand bu nedenle benim için özgür olmayı seçen bir insan olarak önem kazanmıştı. Hocamızın evinde haftanın belirli günlerinde akşam ye mekleri olurdu. Sanat, fen, akademik, diplomatik dünyadan ileri gelenlerin katıldığı bu yemekler hakiki bir akademiydi. Bir seferinde Legrand yanımda oturdu. Belki görmüş olduğum bazı filmlerin etkisi altında, hafif müzik bestecilerinin daha “bohem” bir görüntü sergilemelerini bekliyordum. Halbuki o gözlükleri, sade ve koyu renkli kıyafetiyle tipik bir Fransızdı. Bütün yemek boyunca konuştuk. Son derece doğal, mütevazı ve nazik bir insandı. Hocamıza olan hayranlığı ve sevgisi sonsuzdu. O, müzik bilgisinin enginliğinin dışında insan olarak da nadir özelliklere sahipti. Hep doğruyu araması, hele ödün vermeyi reddetmesi beni derinden etkilemişti. Babası Raymond Legrand’ın Fransa’da tanınan bir hafif müzik orkestrası vardı. Belki bu da verdiği kararda etkili olmuştur. Konuşmamızda plak yapımından epey uzun bahset ti. En önemli sorunu caz müzisyenlerinden bazılarının provalar sırasında mükemmel yaptıklarını, kayıt günü almış oldukları yabancı maddelerin etkisi altında, tanınmayacak kadar değişik şekle sokmalarıydı. En fenası, Legrand’ın “Bu kayıt tam olmadı, isterseniz tekrarlayalım” teklifine, “Hayır, bu şimdiye kadar yaptığım en iyi icra” diyerek reddetmeleri olduğunu söyledi. Almış ol dukları maddeler onlara kafalarında yarattıkları hayali olağanüstü çalışı hakikat olarak gösteriyormuş. Bu nedenle birçok kayıt kullanılamamış. Rahatsız edici dünya gerçeklerinden kaçmak için yapay imkânlara başvurmanın giderek yayıldığını, bundan çok endişe duyduğunu da ekledi ve “Çocuklarımızın geleceği beni ürkütüyor, onlara nasıl bir dünya bırakacağız acaba” diye sordu. O akşam, daha birçok konudan söz ettik. Olağanüstü bir müzisyen olan bu efendi insanla konuşmak çok güzeldi. Nadia Boulanger’nin yemeklerinde karşılaştığım en sıra dışı kimselerden biriydi Michel Legrand. Türk aydınlanmasının İmamoğlu’nun barışçı kucaklaması... Türkiye 17 yıldır bir ayrıştırma, bir kamplaştırma, bir düşmanlaştırma stratejisi ile boğuşuyor: Atatürk ve arkadaşlarının kurduğu Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti, 1961 Anayasası ile Demokratik Laik ve Sosyal Hukuk Devleti haline gelen ülke, bu ayrıştırma, kamplaştırma, düşmanlaştırma stratejisi ile iki düşman kampa bölünerek iki düşman kültüre göre yeniden biçimlendirilmeye, (isterseniz “dizayn edilmeye” diyebilirsiniz) başladı. Bugün gelinen noktada Türkiye “iktidardan yana olanlar” ve “muhalifler” olarak iki kampa bölündü. Eğer iktidar kampında değilseniz, hainlikten, bölücülükten, terör destekçiliğine kadar her türlü suçlamaya hazır olmalısınız. Yok eğer iktidar kampındaysanız, ne olursanız olun, makbulsünüz, güven ve refah içinde yaşamınızı sürdürebilirsiniz. HHH Zaman içinde bu kamplaşma stratejisinin müttefikleri ve politikaları da sürekli olarak değişti: ABD ve AB kimi zaman dost, kimi zaman düşman ilan edildi. “Kanka Esad” “Hain Esed” oldu. “Fethullah Gülen Cemaati” önceleri “aynı yolda yürünen” saygın bir müttefik iken, sonra “Fethullah Gülen Terör Örgütü, Paralel Devlet Yapılanması”, FETÖ oldu. PKK terör örgütü bile, bir ara kendisiyle müzakere edilen bir siyasal kimlik olarak kabul edildi ama sonra HDP gibi yasal meşru bir parti bile terörist ilan edildi. Bir süre “Milliyetçilik ayaklar altına alındı”, sonra MHP iktidar ortağı yapıldı. Kendilerine “liberal” diyen “aymaz solcular” bir dönem baş tacı edildiler, sonra dışlandılar, bazıları hapse bile atıldı. HHH Bütün bu süreç içinde Türk Silahlı Kuvvetleri, Bağımsız Yargı, Özerk Üniversiteler, Özgür Medya çökertildi, hepsi Özel Girişimle birlikte “Tek Kişi Yönetimine” bağlandı ve hemen hemen herkes, sık sık değişen politikalar, müttefikler ve düşmanlıklar yüzünden, birbirine düşman edildi. Bu bölücü, düşmanlaştırıcı strateji, aynı kışkırtıcı tonla, her an, her yerde toplumun üzerine bir karabasan gibi çöktü. Toplum, önce korktu, sonra sindi, sonra yoruldu, sonra bıktı; sıkıldı... Ve birdenbire Ekrem İmamoğlu, “Herkesi kucaklayacağım” diye, uzlaşmacı, hoşgörülü, barışçı bir söylem ve eylemle ortaya çıktı: Bölücülüğe karşı birleştiricilik, kavgaya karşı uzlaşma, baskıya karşı özgürlük, savaşa karşı barış. Toplum birdenbire bir rahatlama umudu gördü onda: Ezilmekten, azarlanmaktan, düşman görülmekten yorulmuş olan halk, sanki baskıdan bir kurtuluş fırsatı yakalamıştı. Ekrem İmamoğlu’nun şansı sürekli “dövüşten” ve “baskıdan” bıkmış usanmış olan bir halkın, barış, sükunet ve özgürlük arayışında yatıyor. HHH BU SEÇİMLER HALKIN YENİDEN BİRBİRİYLE BARIŞMASI, KUCAKLAŞMASI İÇİN BİR FIRSATTIR: YAŞASIN DEMOKRASİ, BARIŞ VE ÖZGÜRLÜK. ikinci kuşak yolbaşçısı Ceyhun Atuf Kansu, tam bağımsızlıkçıdır. Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin vazgeçmez savaşçısıdır. O Kemalist’tir... Mehmet Aman / Yazar Bir Öğretmenler Günü’nde, kravatı Maraş tarhanası kokan öğretmenimiz şu şiiri okumaya başlamıştı: “Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum Bütün çiçekleri getirin buraya, (...) Son şarkımı söyleyeceğim, Getirin getirin...ve sonra öleceğim.” O kadar içimize işlemişti ki bu dizeler, çocuk aklı tabii, bu şiiri duyan duygusal arkadaşlarımız birer birer dökülmeye başlamışlardı: “Öğretmenim, ölüyor musunuz?” Ceyhun Atuf Kansu, ilmek ilmek işliyordu o düşüncelerini şiirine. Tıpkı o olağanüstü günleri işlediği gibi... Sakarya Meydan Savaşı’nı ondan daha destansı anlatan var mıdır Anadolu köylüsünün ağzından? Lumumba’da gözünü kan bürümüş emperyalist dünyanın soğukkanlı seri katil ruhunu sorgulatarak tanımlar. Buz keser okuyan. Yanık Hava’da türküyü güzeller, Arılar’da baharı hasretler... Onu şiirsel yönden ele almak pek haddime düşmez. Nitekim birkaç gün önce Ataol Behramoğlu şöyle söyledi onun için: “Benim için Ceyhun Atuf Kansu şiiri, a harfinden başlarcasına, yaşamı (şiiri, doğayı, insanı, sevgiyi) yeniden öğrenmenin, arada bir dönüp kendimizi onunla arındırmanın elkitabıdır...” “Bağımsızlık Gülü” çok yakışmıştır onun maneviyatına. Gül kadar narindir dizeleri, bağımsızlık kadar da keskin. 74. YIL YUNUS NADİ ÖDÜLLERİ 2019 Cumhuriyet gazetesinin kültür ve sanat ödülleri kapsamında düzenlenen karikatür yarışmasına, uluslararası karikatür sanatçılarının yarışma sergisi ve albümüne desteği sürüyor. Jugoslav Vlahovic Sırbistan Peki yalnızca şiir mi, yalnızca şair mi? Onu yalnızca şiirleriyle mi değerlendirmeli? Ceyhun Atuf Kansu, tam bağımsızlıkçıdır. Bağımsızlığın, tam bağımsızlığın gece gündüz uyumayan bekçisidir. Ne ki bağımsızlık onun sözlüğünde şöyledir: “Ya bagˆımsızlık ya o¨lu¨m! Hayat bagˆımlı olunca, bir yerde o¨lu¨m en gu¨zel bagˆımsızlıktır: Hic¸ olmazsa orada ne so¨mu¨ru¨lme, ne hor go¨ru¨lme, ne us¸aklık, ne tutsaklık, ne boyun egˆme, ne ezilme vardır ama bagˆımlılıgˆı o¨lu¨me degˆis¸meden yapacagˆım ilk s¸ey, bagˆımsızlık ic¸in yas¸amak, ba gˆımsızlık ic¸in bas¸kaldırmaktır. Bagˆımlılıgˆın en ufak c¸izgisi belirdi mi, bas¸kaldırmak!” O, laik Türkiye Cumhuriyeti’nin vazgeçmez savaşçısıdır. Laikliği şöyle anlatır: “Laikligˆi s¸o¨yle anlatayım, dedi, so¨ze bas¸ladı. Senin so¨yledigˆin tarikatc¸ılar, s¸eyhler ne diyorlar? ‘Bizim dedikler imize inanmazsanız, bizim yolumuzdan gitmezseniz, s¸o¨yle olursunuz, bo¨yle olursunuz, yanarsınız, yok olursunuz.’ diy orlar, degˆil mi? Cumhuriyet de diyor ki, kim ki onlar? Tanrı’nın koruyuculugˆu, Mu¨slu¨manlıgˆın yol ac¸ıcılıgˆı on lara mı du¨s¸mu¨s¸? Onlara mı kalmıs¸? Nerden almıs¸lar bu yetkiyi, bu gu¨cu¨? Cumhuriyet, siz, diyor yurttas¸lara, onun bunun dedikleriyle degˆil, go¨nlu¨nu¨zle inanacaksınız Tanrı’ya, go¨n lu¨nu¨zle yol alacaksınız Mu¨slu¨manlıgˆa.(...) İnancının kaynak suyunu insan s¸eyhten, dervis¸ten degˆil, go¨nlu¨ndeki Tanrı c¸es¸mesinden alır.” O, Kemalisttir. Türk aydınlanmasının ikinci kuşak yolbaşçısıdır. Ağır ağır nakşeder fikirlerini. Yazmak yetmez, tane tane anlatır. Kemalist ulusçuluk anlayışını, küresel sömürgecilerin gözlerini ulus devletlere yönelttiği ve deyim yerindeyse iyice azıttığı şu dönemlerde “aydın” geçinenlerden duyamayacağımız şu sözlerle çok net bir şekilde, o zamandan önümüze koymuştur: “Türk ulusunun hayat kaynaklarını sömüren “Osmanlı orta çağı derebeyleri” ve çağdaş “yeni sömürücüler” olabilirler. Türk ulusçusu, ümmet temelinde Osmanlılığı yıkıp, sömürge temelinde iç ve dış sömürücülüğü yıkıp, Türk halkının çileli, taze kanını ulusa temel yapan devrimin yanındadır. (...) Biz devrimciler, biz Kurtuluş Savaşı’nın artçıları, biz Kemalizme and içmişler, bu çeşit bir ulusçuluk anlayışı dışında, gelenekçiliğe, tutuculuğa yönelmiş bir ulusçuluğun halkı aldatmaktan, halkı sömürmekten ve halkı uyutmaktan başka bir şeye yaramayacağına inanıyoruz.” O, ulusun bağrına kara hançerin saplandığı yıllarda doğdu. Doğduğu topraklar için hiçbir zaman umutsuzluğa kapılmadı ve hep ulusun bağımsızlığı için kalem oynattı. Doğumunun 100. yılında haleti ruhiyemizin farklı olduğu söylenemez fakat bayrağını devralan bizler de, tıpkı onlar gibi Türk ulusunun refahı için elimizden geleni ardımıza koymadan yazmaya devam edeceğiz. Zor Oyunu, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından gelen Soğuk Savaş sürecinde, Türkiye’nin NATO’ya katılmasıyla başlayan uzun bir dönemin öyküsüdür. Çok partili yaşama geçen ülkede, iktidar ve muhalefet düşman kardeşlere dönüşür; subaylar her taşın altında NATO adına düşman aramaya başlar... Erol Toy, romanında Kurtuluş ve Kuruluş döneminin idealist ordusunun, 12 Eylül’ün darbeci çizgisine kayışını usta bir dille anlatıyor. 12 Eylül 1980 darbesinden hemen önce kaleme alınan ama darbe dönemi koşullarında okurla buluşamayan kitap, yeniden gün ışığına çıkıyor... C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle