15 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 9 OCAK 2019 çarşamba [email protected] TASARIM: BAHADIR AKTAŞ OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Meclis Başkanı deyince... Prof. Dr. TÜRKKAYA ATAÖV Meclis Başkanlığı kavramını hafife almamak gerekir. Bu kurum değişik coğrafya, siyasal yapı, düşünce birikimi ve yaşam biçimi açılarından yerine göre değişiklikler gösterebilir. Mustafa Kemal’in Meclis Başkanlığı kendi toplumumuz için bir demokrasi öncülüğüydü. Tavanı akan o bina gerçekte örnek bir eğitim alanıydı. Bu görkemli geçmişimizin yeterince bilindiğini varsayarak, bu yazıda Britanya’daki Meclis Başkanlığı üstünde kısaca durmak istiyorum. 1960’larda yeni TC Anayasası İstanbul’da kotarılırken, Ankara SBF’de de bir taslak hazırlanıp basılmıştı. 1963 Anayasası bu iki metinden esinlenmiştir. O aşamada sunduğum “Britanya’da Avam Kamarası Başkanı’nın Yansızlığı” konusundaki yazanağımı burada özetliyorum. Meclis üstünlüğü Britanya’nın (ve TC’nin) kuruluşunda Meclis üstünlüğü düşüncesi ve uygulaması var. 1215’de Magna Carta benzeri belgelerin yanı sıra, “1688 Görkemli Devrimi” Meclis üstünlüğünün kesin dönemecidir. İngiltere’de daha 1215’de tek adam düzenine son verilmişti. Halkın bireysel hak ve özgürlüklerini tanıyan o tarihli belgede ünlü Madde 39 der ki: “Hiç kimse, yasalar aynı haklara sahip olan görevlilerin geçerli kararları ya da ülkenin yasaları gerektirmeden, tutuklanamaz, içeri atılamaz, malımülkü alınamaz, hakları zorlanamaz ve sürgün edilemez.” 1688 Devrimi’nden de Avam Kamarası, Kabine ve (tek bir yazılı metin olmayan) Britanya Anayasası doğmuştur. Seçmen sayısını artıran ünlü 1832, 1867, 1884, Meclis Başkanı’nın saygınlığı ve etkisi yansızlığıyla ölçülür. Başkan ancak iktidarla muhalefet bir adayda anlaşırsa seçilir. Seçilir seçilmez de kendi partisiyle bağlarını hemen ve gerçekten koparır; önce istifası şarttır. Meclis Başkanı tartışmaların üstünde yer alır. Kurallara bağlı kalır her düşünceye anlatım üstünlüğü tanır. Eskiden üyesi olduğu partiyi kolladığı izlenimi hiçbir zaman vermez. 1918 ve 1928 yasaları Atlantik’te bu iki adanın demokrasisini genişletti. Yazılı ve bütüncül bir anayasa metni yoksa da, bizler Walter Bagehot gibilerinin “Britanya Anayasası” başlıklı kitaplarını okuyup sınavlara girdik. Meclisin ve hukukun üstünlüğü anayasal ilkelerin başlıcalarıdır. Bu gelişimde Burke, Locke, Bentham ve Mill ile Fabian Derneği yazarlarının yadsınamaz payları vardır. Shaw, Webb’ler, Wells, MacDonald, Laski, Cole ve Attlee ile güçlü sendikalar da unutulmamalı. Avam Kamarası, (çoğu iyi eğitimli ve gene çoğu erkekse de) bir anlama, ulusun ufaltılmış yapısını yansıtır. Ama İşçi Partisi ilk iktidar olduğunda eli nasırlı emekçiler kabinede bakan olmuşlardı. Meclis Başkanı’na gelince: Baş kanın saygınlığı ve etkisi yansızlığıyla ölçülür. Adayı ilk öneren Meclis’te çoğunluğu olan partidir, ama önce mutlaka muhalefetin görüşünü alır. Azınlıktakilerin onaylamadığı birinin adı ileri sürülmez bile. Başkan ancak iktidarla muhalefet bir adayda anlaşırsa seçilir. Seçilir seçilmez de kendi partisiyle bağlarını hemen ve gerçekten koparır; önce istifası şarttır. Bundan sonra herkes bilir ki, Meclis Başkanı artık tartışmaların üstünde bir yer alacaktır. Kurallara bağlı kalacak, her düşünceye anlatım özgürlüğü tanıyacak, eskiden üyesi olduğu partiyi kolladığı izlenimini hiçbir zaman vermeyecektir. Meclis Başkanı Bir sonraki seçimlerde, bu kez muhalefet partisi kazanırsa, onun başkanlığı sürer, çünkü yansızlığını kabul ettirmiş ve kanıtlamıştır. Ne zamana değin? Ölürse, ya da kendi kararıyla çekilirse. Meclis Başkanı ne hükümetin adamı olur, ne de muhalefetin. Birbirinin üstüne yürüme Zaten, Avam Kamarası’nın kendi de karşılıklı beşer sıradır. Konuşanın her dediği salonun her yerinden işitilir. Bağırmaya gerek yoktur; birbirinin üstüne yürüme, yumruklaşma, tekmedayak görülmemiştir. Britanya yurttaşı, yani İngiliz, Galli, İskoç ve Kuzey İrlandalı seçmen böyle bir Meclis’e ve başkana alışmıştır. Başka türlü bir görünüm olsa, (yazılı tek bir anayasa yoktur, ama) sokakta ve basında şu sesler duyulacaktır: “Anayasa çiğneniyor!” Darası başkalarının başına... c ülkemizin yüz akı Ressam Merih Demirkol’un “Baraka” adlı eseri. Cumhuriyet okurlarının (CUMOK) İMECE kampanyasından sonra sanatçıların gazetemize desteği devam ediyor. Ressam Merih Demirkol, Cumhuriyet gazetesinin sanat ve kültüre verdiği önemle her koşulda aydınlık yarınlara ilişkin inancımızı canlı tuttuğunu belirtti. “Baraka” adını verdiği çalışmasını gazetemize hediye eden Demirkol, “Cumhuriyet, bugün de ülkemizin yüz akı olmaya devam ediyor. Bilinç niteliğimizin çağdaş uygarlık düzeyine yaraşır hale gelmesi, ancak karanlığa ışık tutan Cumhuriyet sayesinde gerçekleşecek; tıpkı adını bu büyük atılımdan alan gazetenin yaptığı gibi. Bu gazetenin okuru olmaktan gurur duyuyorum” dedi. Bugün için düne bakmak lazım Cevat Turan YazarŞair “Unutmalar Şehri” romanımda 12 Eylül’ün son basamağı olan bir şehrin nasıl bir savrulma, katliam ve travma geçirişinin sürecini anlatmıştım. Öyle görünüyor ki bugün hâlâ olanı biteni anlamakta zorluk çeken, sanki bu iktidar başımıza gökten düşmüşçesine şaşkınca bakanlar var. Bugünün yönetim zihniyetine sahip olanlar bu toplumun içinde hep var mıydı yoksa sonradan mı dönüşüm geçirdiler? Bu sorunun her ikisi de gerçekçi. Türkiye’nin çok partili döneme geçme çabası ile birlikte demokrasi arayışları da başladı. Bu denemelerin ilkinde karşı devrimciler de kendilerine yer buldular. DP iktidarı ile birlikte din ve milli duyguları siyasette kullanma politikası süregelen iktidarlar içinde geleneksel bir yönteme dönüştü. Giderek gericilik kurumsallaşmaya başladı. Emperyalizmin yükselmekte olan özgürlükler ve haklar mücadelesini geriletmek için işbirliği yapacağı kitle ve ilişkiler çoktan hazırdı. Barış Gönüllüleri 27 Ağustos 1962 yılında ABD ile yapılan ortak bir protokol gereği Barış Gönüllüleri adı altında yirmi yaşına gelmiş ve fiziki görüntüleri bakımından örnek olabilecek özellikte seçilmiş kız ve erkek gönüllüler Anadolu köylerine, topraklarına gönderildi. Anadolu insanının binlerce yıldır biriktirdiği kendi kültürü yetmiyormuş gibi okyanus ötesinden ne olduğu belirsiz bir kültürle tanıştırma çabasının gerçek yüzü sonradan ortaya çıktı. Bunların önemli bir bölümü casusluk ve bu top Kriz ekonomileri hayatımızın vazgeçilmez bir parçası olmuştur. İktidar ülkenin en kıymetli varlıklarını, fabrikalarını satarak küresel tefecilere çocuklarımızın geleceğini bile ipotek ettirmiştir. Düşünce özgürlüğü hapislerde gün sayar olmuştur. lumun neye sevinip neye üzüleceği, neye, nasıl hangi durumda tepki göstereceği ve kararlarını ne tür durumlara göre vereceği gibi sosyolojik veriler topladı. Oysa bugün sosyal medya paylaşımlarını analiz etmek bile tek başına milyarlarca veriyi toplamaya ve psikolojik çözümlemeleri rahatça yapmaya yeter de artar bile. 24 Ocak kararları Türkiye işlenmemiş toprakları, bakir yer altı ve yer üstü kaynakları, en önemlisi de genç ve dinamik nüfusu ile kapitalist dünyanın ekonomisiyle entegre edilmeye en müsait toplumlarından biriydi. Birde buna Sovyetlerin burnunun dibinde bulunan jeopolitik konumunu eklerseniz üzerinde çalışılması kaçınılmaz bir fırsat olarak kendi başına bırakılamazdı. İslam inanışı ise tam da Sovyetlerin yanında bir yeşil kuşak projesini hayata geçirmeye çok elverişliydi. 24 Ocak kararları da serbest piyasaya geçişin temel taşlarını döşüyordu. Bütün bunların uygulanabilmesi için en büyük engel toplumun örgütlü duruşu, sendikalar, öğrenci örgütleri, siyasi partiler, basın ve sivil toplumun varlığıydı. Onlara göre en kötüsü de yükselen emek eksenli sol bir dalga vardı. İşte bütün bunları ortadan kaldıracak şey bir kaos, şiddet, devleti yönetememe ve darbeye muhtaç bırakılma iklimiydi. Bugün Cumhuriyet değerlerinin ortadan kaldırılıyor olmasına toplumun yüzde ellisi onay veriyor ve sessizce izliyorsa 12 Eylül darbesi başarılı olmuş demektir. Bu çok nettir. Darbecilerin ilk yaptığı işlerden biri din dersini zorunlu kılmak olmuştur. Düşünmek, düşünce üretmek, okumak ve tartışmak uzun süre yasaklanmıştır. Bugün olduğu gibi pozitif bilim rafa kaldırılmıştır. Bunlara yasak konulurken tarikatların önü açılmış dinin siyasette kullanımı kurumsal hale getirilmiştir. Muhalefet güçleri tümden bastırılmış, idamlar, sürgünler, hapisler, işsiz bırakılmalar gibi travmalarla geleceği yeniden yaratacak insanlar yok edilmiştir. 12 Eylül’den sonra öldürülen gazeteci, yazar, akademisyenlere bakınca bugünlerin yolunun nasıl açıldığını, düşünsel bir kurak iklimin nasıl oluştuğunu anlamak mümkün. 12 Eylül’ü anlamak için en basit soru şudur. Bu darbe kimin işine yaramıştır? Bunun yanıtını verirsek 12 Eylül’ün sahibini de sonuçlarından faydalananları da bulmuş oluruz. Avrupa’da yüz yılda nesilden nesle değişen ve gelişen serbest piyasanın hazmedilmesi bizde bir kanunla üç beş yılda uygulanmaya konulmuştur. Topluma dar gelen bir deli gömleği gibi serbestleşme ile yolsuzluk ve nereden gelirse gelsin de zenginleşme gelsin anlayışı ahlakı, değerleri çökertmiştir. 12 Eylül sadece bizim iktisadi işleyişimizi değil aşklarımızı, yeme içme alışkanlıklarımızı, kültürümüzü, aile ilişkilerimizi yozlaştırmış ve serbest piyasacı hale getirmiştir. Piyasa artık her yerdedir. İnsanların ruhlarında, aşklarında ve ayrılıklarında bile bir ölçü birimi halindedir. Çocuklarımızın geleceği Her 810 yılda bir genişleyip daralan kriz ekonomileri hayatımızın vazgeçilmez bir parçası olmuştur. Artık küresel köyün şamar oğlanı kullanıma hazır hale getirilmiştir. İktidar elinde ne var ne yok ülkenin en kıymetli varlıklarını, fabrikalarını satarak küresel tefecilere çocuklarımızın geleceğini bile ipotek ettirmiştir. Genç nesiller tekçi düşünce ve eğitimin içine sıkıştırılmaya çalışılmaktadır. Düşünce özgürlüğü hapislerde gün sayar olmuştur. Altı yüz yıllık genlerimizde dolaşan tebaa kültürü yeniden hortlamış kendine hem seçmen kimliğinde hem de siyasetçi ve lider kimliğinde hayat bulmuştur. Bunu değiştirmeye muktedir bir muhalefet ne yazık ki yoktur ve iktidarın kurduğu oyunun kurallarını kabullenmiş görünmektedirler. Bu sıkıştırılmış, teslim alınmış ve siyaseten seçeneksizleştirilmiş toplum düştüğü yerden bir avuç toprak alarak kalkmasını bilecektir. Ne emperyalistlere ne de onların uzantısı partnerlerine teslim edilecek bir ülke yoktur. Her alanda üreten ekonomisi olan; özgür ve tam bağımsız bir geleceği inşa etmek bugünün ve yarının düşünen tüm yurtsever bireylerinin sorumluluğundadır. 12 Eylül’le başlayan dönüşüm uzun zamandır, tamamdır. Toplumun yüzde ellisine hayırlı olsun. Nadir Nadi Ben Atatürkçü değilim!.. Nurer UĞURLU Benim burada anlatmak ve anmak istediğim olay Nadir Nadi’nin bir kitabıyla ilgilidir. Nadir Nadi Bey, Melih Cevdet Anday’ın söyleşilerine çok önem verir, onun anlattıklarını, ayrıntılı olarak ilettiği öyküleri, dile getirdiği olayları büyük bir ilgi ve şaşkınlık içinde dinlerdi. Kahve içimi söyleşileri Çoğunlukla Nadir Bey, Melih Cevdet Anday’ın anlattıklarını ve öykülerini İlhan Selçuksuz, Oktay Akbalsız, Necati Cumalısız, Sami Karaörensiz pek dinlemezdi. Onlarla büyük odasında öğle sonu, kahve içimi söyleşileri çok hoşuna giderdi. Bir sabah Nadir Bey arkadaşların “Hasan Nadi” adını verdikleri yardımcısıylaişyerimden beni “mevcutlu” olarak çağırdı. Apar topar gazeteye gittim. Nadir Bey çağırınca gitmemek olmaz, bu çağrı ertesi güne de bırakılamazdı. Yoktu böyle bir uygulama ve gelenek. Hemen o saat elinizdeki bütün işleri bırakacaksınız Nadir Bey’e gideceksiniz ve onun isteklerini, anlatacaklarını, soracaklarını dinleyeceksiniz! Nadir Bey, üst katta büyük odasında oturmaktadır. Önünde dosyalar, kesilmiş gazete parçaları, çok dağınık alınmış notlar, yazılar vardır. Beni masanın önündeki sandalyeye oturttu. Kimi zaman böyle durumlarda aşağıdaki katta çalışan Doğan Hızlan’ı da odasına çağırır, danışırdı. Önündeki kalın dosyayı bana uzattı. Dosyanın içindekiler büyük çoğunlukla Nadi Nadi Bey’in 12 Eylül 1980 askeri yönetimi sırasında kaleme aldığı ve gazetede yayımlanan makalelerdi. “Bu yazılarımı toplamaya, bir kitap yapmaya karar verdim. Fakat kitaba nasıl bir isim koyacağımı bilemedim, bulamadım. Bu konuda bana yardımcı olman için seni buraya çağırttım. Dedim ki, ne de olsa Nurer kitap piyasasının içinde, elinden çok kitap geçtiği gibi, bunların satış durumlarını da iyi bilir.” Nadir Nadi Bey, daha önceki yıllarda yazılarını şu kitaplarda toplamıştı: Sokakta Gürültü Var (1943), Atatürk İlkeleri Işığında Uyarmalar (1961), Perde Aralığından (1965), 27 Mayıs’tan 12 Mart’a (1971), Sil Baştan (1975), Olur Şey Değil (1979) vb. Yakın dostu Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, onun “27 Mayıs’tan 12 Mart”a’ adlı kitabı için şunları yazmıştı: “Bu yazılarda bugünkü politikacı ve aydınların da izlemesi gereken büyük ibret levhaları vardır. Fakat biz, günümüzdeki düşünce ve politika kargaşalığına bakarak, bu ibret levhalarından hiç değilse şimdilik pek çok kişinin içtenlikle yararlanmaya çalışacağını sanmıyoruz. ‘Nedir o? Nedir o?’ 27 Mayıs’tan ibret alınsaydı 12 Mart’a gelip dayanmazdık. Ancak tarihin, siyasal yönetimde hiçbir yanılgıyı ya da ihaneti bağışlama dığını ve bu konuda, uzun yıllar sonra bile, çok insafsız, hatta zalim olduğu gerçeğini unutmamak gerekir. Gerek dünya tarihinde, gerek kendi tarihimizde, çağlarında kudretli, hatta namuslu sayılan birçok devlet ve politika adamının bugün lanetle anılmasının nedeni, tarihin hiç bağışlama tanımayan objektif yargısıdır (Bk. Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedoğlu, Cumhuriyet gazetesi, 1971). Nadir Nadi Bey’in dosyadaki yazılarını teker teker gözden geçirdim. Makalelerine koyduğu ilgi çekici isimleri ayrı bir kağıda tek tek yazdım. Son yazılarından birinin başlığı “Ben Atatürkçü Değilim”di. Birden oturduğum koltuktan ayağa kalktım. “Kitabınıza ad buldum!..” dedim. Nadir Bey de oturduğu koltuktan ayağa kalktı. Büyük bir merak içinde: “Nedir, nedir?..” Ben gülerek, “Nadir Bey, kitabınızın adı son yazılarınızdan birinin başlığı olmalı!..” “Nedir o?.. Nedir?.. Hangisi?..” “Ben Atatürkçü Değilim!..” Nadir Bey, birden durdu, çok şaşırmıştı, “Hiç böyle kitap adı olur mu? Sonra bana ne derler?..” “Ama efendim, sizin son makalelerinizden birinin başlığı da böyle. Bu başlıkla gazetede bir yazınız çıkmış. Bu yazınızın başlığı niçin çıkacak kitabınızın adı olmasın? Bir engel mi var?” Nadir Bey, biraz şaşkın, “Niçin engel olacakmış? Hiçbir engel yok!..” Nadir Bey, durdu, sonra sözlerini şöyle sürdürdü, “Hem bu günlerde başta Kenan Evren olmak üzere herkes Atatürkçü olmadı mı, bu herkesin Atatürkçü olduğu bir ortamda ben Atatürkçü olabilir miyim? Olamam!.. Hiç olamam!..” ‘Harika bir isim’ Nadir Bey, benim koyduğum kitabının adını önce İlhan Selçuk’a, sonra Melih Cevdet ile Oktay Akbal’a ve Sami Karaören’e anlatmış. “Hiç böyle kitap adı olur mu? Sonra herkes bana ne der!..” diye yakınmış. Melih Cevdet, “Harika bir isim Nadir Bey!.. Harika!..” İlhan Selçuk da Melih Cevdet’in görüşüne katılmış. Oktay Akbal da, çok ilgi çekici bir kitap adı olduğunu vurgulamış. Sonra Sami Karaören’e dönmüş, “Sen kitap işlerini iyi bilirsin Sami Bey!.. Ne diyorsun Nurer’in önerdiği bu isme?” Sami Karaören’in sonradan bana anlattığına göre, o gün, o toplantıda Nadir Bey’in çıkacak kitabının adı, benim önerdiğim isim olmuş: “Ben Atatürkçü Değilim” Kitap 1981 yılının sonbaharında, askeri dikta yönetimi bütün ağırlığını ve acımasızlığını sürdürürken çıktı, büyük ilgi gördü, yayın dünyasında olay oldu Her gün, her saat, konuşmasında “Atatürk” adını dilinden düşermeyen dikta lideri Kenan Evren bile, “Her taşın altından Atatürk çıkıyor!..” diyerek Nadir Nadi Bey’in bu kitabına (sözüm ona) gönderme yapmak gereğini duydu. “Ben Atatürkçü Değilim” yılın en çok satan kitapları arasında yer aldı. C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle