28 Aralık 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
KÜLTÜR 18 EDEBİYATIMIZIN ÖLÜMSÜZ USTASI, GAZETEMİZ YAZARI MELİH CEVDET ANDAY BUGÜN 100 YAŞINDA Cuma 13 Mart 2015 Özlerken CELAL ÜSTER TELGRAFHANE Uyumayacaksın Memleketin hali Seni seslerle uyandıracak Oturup yazacaksın. Çünkü sen artık o sen değilsin Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin Durmadan sesler alacak Sesler vereceksin Uyuyamayacaksın Düzelmeden memleketin hali Düzelmeden dünyanın hali Gözüne uyku giremez ki Uyumayacaksın Bir sis çanı gibi gecenin içinde Ta gün ışıyıncaya kadar Vakur metin sade Çalacaksın. Melih Cevdet Anday erşembe günleri, Aydın Emeç’le paylaştığım Kültür Servisi odasına getirdiği cuma yazılarını özlüyorum. Cumhuriyet Kitap’ın ilk dönemlerine yazdığı “Akan Zaman Duran Zaman”larını özlüyorum. Bazen gazetede, bazen Hacıbaba’da, bazen Refik’teki sohbetlerini özlüyorum. Özlemimi, kimi zaman “Rahatı Kaçan Ağaç”la, “Göçebe Denizin Üstünde”yle, kimileyin “Teknenin Ölümü”yle, “Ölümsüzlük Ardında Gılgamış”la dindirmeye çalışıyorum. Yine de, insanı afallatan, meraka yönelten, akıl açan, hemen her seferinde bir düşünce buluşunda bulunan sohbetlerini özlemeden edemiyorum. Melih Cevdet’i, 100. yaş gününde, Turgay Fişekçi’nin onun dizeleri, sözleri, düşünceleri arasında gezinen; Ayşegül Yüksel’in onun oyunlarının gizlerini aralayan yazılarıyla selamlıyoruz. P Melih Cevdet Anday, uzun yıllar sonra 1991’de İstanbul’a gelen yakın dostu Abidin Dino’yla. Yaşama sevincinin ozanı TURGAY FİŞEKÇİ azetemiz okuru olup da Melih Cevdet Anday’ın cuma günleri ikinci sayfada yayımlanan zekânın, düşüncenin ve mizahın harmanlandığı o benzersiz yazılarını özlemeyen var mıdır? Ya, “Bir sis çanı gibi gecenin içinde / Ta gün ışıyıncaya kadar / Vakur metin sade / Çalacaksın” diyen ünlü dizelerini? Bakın 20.10.1989 tarihli yazısında ne demiş: “İnsanoğlunun büyüklüğü yalnız düşünmesinde değil, çıkarsız düşünmesindedir. Ölümlü olduğunun bilincindedir. Buna karşın felsefeyi, bilimleri, sanatları yarattı; doğruyu, güzeli bulmak için çırpındı durdu, yılmadı. Bir tür ölümsüzlüğü arayış, ölümsüzlüğe inanıştır bu. Ortak aklımızdır bizi bu inanışa bağlayan, ölmeyecek olan birey değildir, insanoğludur. Bunca sanat yapıtı onun yüceliğini kanıtlamak için yaratıldı. Sanat uzun, yaşam kısa.” G Abidin Dino’ya şöyle yazmıştı: “Leonardo, ‘Doğadan öğrenin,’ demiş. Ne güzel söz! Ben de bir şiirimi ‘İnsan öğrenmek için yaşar’ diye bitirdim. Sonu yok bunun. Ne dersin? Bu yaşta hâlâ yabancı dil çalıştığım halde, doğaya da baştan başlayamaz mıyım? Hiçbir malım yok, öyle memnunum ki!” İnsanı insan eden temel sorunlar üzerinde düşünmeyecekse, yazmayacaksa, konuşmayacaksa, bir insanın edebiyatçı, düşünür ya da gazeteci olmasının ne anlamı kalır? Melih Cevdet’in 1915’te başlayıp 2002’de sona eren 87 yıllık uzun ömrü, sanata ve düşünceye adanmış böyle bir ömürdür. Dünyaya karşı Melih Cevdet denli çırılçıplak soyunamayanların, elbet kişilikleri de, sanatları da örtülü olacaktır. Bir anekdot Yaşar Kemal, “Binboğalar Efsanesi”ni yazdığı zaman, kitabının başına Melih Cevdet Anday’ın bir dörtlüğünü koymak ister. Bu isteğini Melih Cevdet’e ilettiğinde şu yanıtı alır: “Olur, ama ben de bir şiirimin başına senin bir romanını koyarım.” Yazdığı tiyatro oyunları bugün tiyatro tarihimizin önde gelen metinleri arasındadır. Gazete yazıları onu deneme yazarlığımızın doruklarına taşımıştır. Romanları önemini bugün de korumaktadır. O unutulmaz “Annabell Lee” çevirisi hâlâ en çok okunan şiirler arasındadır. Abidin Dino’ya yazdığı bir mektubun Sanat uzun yaşam kısa Garip’ten mitolojiye Orhan Veli ve Oktay Rifat ile başlattıkları Garip akımı ile şiirimizi yüklerinden arındırıp halkın günlük hayatına sokmayı başardılar. 1960’lardan başlayarak Melih Cevdet şiiri mitolojik temalar çevresinde insanoğlunun varoluş sorunlarına yöneldi. Anlam derinliği ve düşünce gücüyle okurlarına büyüleyici şiirler yazdı. Ozanlığı önde gelse de, o bütün ömrünü sanatın her alanıyla ilgilenen bir kültür adamı olarak geçirdi. daki şu satırlar, belki de onun yaşam felsefesinin temeli: “Leonardo, ‘Doğadan öğrenin,’ demiş. Ne güzel söz! Ben de bir şiirimi ‘İnsan öğrenmek için yaşar’ diye bitirdim. Sonu yok bunun. Ne dersin? Bu yaşta hâlâ yabancı dil çalıştığım halde, doğaya da baştan başlayamaz mıyım? Hiçbir malım yok, öyle memnunum ki!” Günümüzün “malın kadar konuşabildiğin” dünyasında nasıl da evrensel bir çığlık! Sanki çağlar sonra, şiirlerini yeniden yorumladığı Karacaoğlan gibidir: “Uryan geldim gene uryan giderim.” Troya önlerinde İstanbul Belediye Konservatuvarı Tiyatro Bölümü’nde fonetikdiksiyon öğretmenliği yaptığı yıllarda her bahar öğrencilerini Çanakkale’ye götürür, hem Troya’yı hem de Gelibolu Yarımadası’nı görmelerini sağlardı. Troya gezisi, öğrencileri antikçağın büyük destanı “İlyada”nın dünyasına taşırken, Çanakkale Savaşı’nın geçtiği yerlerde ise bir ulusun nasıl yeniden doğduğunu öğrencilerine anlatırdı. Fonetikdiksiyon dersiyle Troya’nın ya da Çanakkale Savaşı’nın ne ilgisi var diye sorulabilir. Melih Cevdet, sanatla hayatı, geçmişle bugünü, sözle düşünceyi birbirine böylesi güçlü bağlarla bağlayabildiği, insanlık kültürünü bütün öğeleriyle bir bütün olarak görüp gösterebildiği için, 100 yaşında da aramızda yaşamaya devam ediyor ve kim bilir daha kaç yüzyıl insanlara doğruluk ve aydınlık saçmayı sürdürecek. Dünyaya karşı çırılçıplak Pek çok insanın paradan puldan, geçim sıkıntısından söz etmeden konuşamadıkları günümüzde Melih Cevdet’in böylesi konulardan söz açtığını hiç duymadım. Hep ortaya bir tartışma konusu atar, bunun çevresinde düşünceler gelişmesi için çabalardı. Nice yüzyıllara... AYŞEGÜL YÜKSEL aman nasıl akıyor! Melih Cevdet Anday ile Şükran (Kurdakul) Ağabey’in Babıâli Yokuşu’ndaki Ataç Yayınevi’nde tanışmıştım. Kırklı yaşlarındaydı. Son karşılaşmamız ise 80. yaşını Ankara’da bir etkinlikle kutladığımız 1995 yılında oldu. Anday’ı 2002 yılında yitirdik. Bugün tam 100 yaşında. Yazlarını Milas’ın Ören beldesinde geçirirdi. Denizle göğün buluşarak uzamı sınırsızlaştırdığı, geçmişle geleceğin birbirine karışarak ‘geniş zaman’a aktığı, insan varoluşunun mitologya boyutunda sonsuzlaştığı bir beldedir Ören. Anday artık bu mitologyanın evrenindedir. Anday, yalnız şiirleri, denemeleri, romanları ile değil, sahne yapıtlarıyla da belleklere kazınmış bir dünya yazarıdır. ‘Toplumsal’ olan ile ‘evrensel’ olan Anday’ın tüm oyunlarında iç içe yer alır. Çünkü sanatı, toplumumuzun ‘şimdi’sinde yaşananlar ile ‘geniş zaman’da (dünyanın ve Anadolu’nun binlerce yıllık serüveninde) var olanı aynı anda duyumsayabilen bir bilincin ürünüdür. Bilginin duyarlıkla sarmaş dolaş olduğu noktada ulaşılan bilgelik yansır tüm yapıtlarında. Anday’ın oyunlarında somut (güncel, göreneksel, tanıdık) olan ile soyut (genel, düşünsel, yadırgatıcı) olan öğeler öylesine iç içedir ki, bir yandan sahnede ülkemizde yaşananları (siyasi tutukluların sorgulanma süreçlerini, kadını ve erkeği ezen yargı ve önyargıları, baskı dönemlerinin yarattığı kuşku ve dehşet ortamını, aynı dönemlerdeki ‘her kafadan başka sesin çıktığı’ toplumsal görüntüyü) izlerken, öte yandan da insa Z nın varoluş sancılarının, yalnızlığının, iletişimsizliğinin, yaşamın gizini çözememişliğinin ‘gülünesi/acınası’ manzarasına tanık olursunuz. Ancak Anday, ‘pathetic’ (buruk) olana abanmayan bir ‘pathos’ (buruk etki) ustası olarak çıkar karşımıza. Oyunların dokusuna incecik işlenmiş bir burukluktur söz konusu olan. Kimi zaman bir sözcükte, yalın bir eylemde, öylesine anlatılmış bir öyküde, bir el hareketinde yakalanıveren. Anday, ‘kahraman olmayan kahramanlar’ın yazarıdır. Dahası, sahne metinlerini çekici bir olaylar dizisi çerçevesi içinde biçimlendirmektense, yalın bir melodiyi, zengin bir armoni oluşumuyla yoğunlaştırmayı yeğlemiştir. Toplumsal olan ile evrensel olan, Anday’ın tüm oyunlarında iç içe yer alır. Bilginin duyarlıkla sarmaş dolaş olduğu noktada ulaşılan bilgelik yansır tüm yapıtlarında. kurbanları çökertme gücünde arayışın, klişeleşmiş bir belden aşağılığın alaturka bir arketipini oluşturur. Aynı oyunun ‘Tutuklu’su, devletin ‘aydın kişi’ karşısındaki kuşkucu tutumunun göstergesi olan baskının, bu baskı karşısında sınanan direncin simgesidir. 1960’ların ürünü olan ‘Mikado’nun Çöpleri’ ve ‘İçerdekiler’ oyunlarının ‘yaşama sevinci’ne açıldığını görürsünüz. 1970’lerde gündeme gelen dört soyut oyunda (‘Yarın Başka Koruda’, ‘Dikkat Köpek Var’, ‘Ölüler Konuşmak İster’, ‘Müfettişler’) bir yandan Türkiye’nin güncelini, öte yandan da insanoğlunun, ‘yaşam’ı ‘aldanışlarla yaşanır kılma’ çabası ile ‘ölüm’ gerçeğinin çatıştırıldığı ‘trajikomik’ serüvenini izlersiniz. Anday’ın yıllar sonra (1980’lerde) yazdığı ve günümüzde de yaşayan ‘ölümsüz’ Jül Sezar’ın serüvenini anlatan ‘Ölümsüzler’e gelindiğinde ise ‘yaşam’ ile ‘ölüm’ uzlaşmıştır. İnsan dediğin, isterse Jül Sezar olsun, yaşar ve ölür. ‘Ölümsüzlük’ ise tarihin bir ‘yalan’ı, ‘yakıştırması’dır olsa olsa. Anday’ın oyunlarının ‘düşsel (fantezi) boyutu’ hiçbir zaman ‘gerçeği’ dışlamaz. Anday, aklın, sağduyunun, arı düşüncenin tanrısı Apollon’u, coşkunluğun tanrısı Diyonizos’un karşısına çıkartmış, tüm yapıtlarında olduğu gibi ‘duygu’yu ‘akıl’ ile dengelemiştir. Birbirine benzemeyen, birbirinden etkilenmemiş, çok özel oyunlardır Anday’ın yazdıkları. Doğru biçimde sahnelenmeleri için özenli bir çaba, zekâ ve yetenek gerekir. Nice yüzyıllara, büyük usta! İnce bir burukluk Trajikomik serüven Bir dünya yazarı İki sahne başyapıtı Yaşamın gizi İki başyapıtı ‘Mikado’nun Çöpleri’ ve ‘İçerdekiler’, iç içe dokunmuş toplumsal/evrensel düzlemdeki anlam katmanlarından zorlu kulaçlar atarak geçmeyi gerektirir. ‘Mikado’nun Çöpleri’nde karlı bir gecede kucağındaki bebeğiyle sokakta kalmış bu kadını evine alan yalnız bir erkeğin yaşantısına tanık oluruz. Birbirlerine öykülerini anlatıp yakınlaşırlar, sevişirler, sonra da evlenirler diye bekleriz. Oysa yalnızca konuşurlar. Sırlarını hem anlatıp, hem anlatmadan... Sabah olunca kadın çıkıp gider. Erkek yine tek başınadır. Ama etkilemişlerdir birbirlerini. İkisinin de yaşama bakışı değişecektir. Duygula akıl dengesi 60’ların ‘İçerdekiler’i Melih Cevdet Anday’ın ‘Mikadonun Çöpleri’ adlı oyunu ilk kez 1967’de Kent Oyuncuları’nda sahnelenmiş, başrolleri Yıldız Kenter ile Müşfik Kenter paylaşmıştı. ‘İçerdekiler’in yazıldığı 1960’lı yıllarda ‘işkence’ olgusu dile düşmemişti. Anday’ın ‘Komiser’ karakteri fiziksel işkenceye başvurmaz, ama amirlere yaranmaya endekslenmiş emir kulu psikolojisinin, üstünlük duygusuna ulaşmanın yolunu gözaltındaki C M Y B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle