18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 13 ŞUBAT 2015 CUMA [email protected] yine yapılan oylamalarla “hayat boyu Başkan” seçilirler! Türkiye şimdilik bu öneriyle karşı karşıya değil... Ama, hele bir anayasayı değiştirelim, yeni Başkanımızı seçelim, onun becerikli ve şefkatli elleri ile uzun süre bir yönetilelim... Görev süresinin sonuna doğru bu “Ölene kadar Başkanlık” seçeneğini de düşünürüz elbette! HHH İkinci olarak önümüzdeki soru “Nasıl bir Devlet?” Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter yapısı devam edecek mi?.. Yoksa dünyadaki hemen hemen bütün başkanlık rejimlerinde görülen bir federasyon veya konfederasyon mu söz konusu olacak? Federatif devlet tartışmaları, daha Özal zamanında, onun girişimiyle gündeme girmişti... Türkiye’nin Kürt sorununu çözmek için “Osmanlı Eyalet sistemini” örnek alan bir yönetim biçimini uygulayabileceği, bizzat AKP yöneticileri tarafından defalarca dile getirilmiştir. Kürt politikacılar da, federasyon modelini bir çözüm olarak defalarca belirtmişlerdir. Bütün bunlara ek olarak, ülkenin Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde şu anda üniter devlet modeli ile bağdaşmayan pek çok uygulama görülmektedir. HHH AKP ve Erdoğan, “Başkanlık rejimi” ile birlikte bu rejimin dayandığı “Federasyon Modelini” de ortaya getirseler tartışmalar daha gerçekçi bir zeminde yapılabilir. 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER P AİHM Pınar Selek Davasında Hüküm Vermedi 16 yıllık bir süreç, sayısız duruşma, 3 beraat, hukuk ilkelerinin fersah fersah uzağında yapılan bir duruşmada verilen bir müebbet ve bütün kararların teker teker Yargıtay’da bozulmasından sonra 2014’te alınan dördüncü beraat. Ve gene Yargıtay yolu. PROF. DR. SAMİM AKGÖNÜL STRASBOURG ÜNİVERSİTESİ tılmasını cesaretlendirmek bu önlemlerin başında geliyor. Almanya, Bosna Hersek, Sırbistan, İspanya ve Türkiye örneklerinde görülen AİHM içtihadına uygun davranacağı sözüyle kurulmuş olan Anayasa Mahkemesi filtreleri aynı çerçevede görülebilir. Bu tip önlemler sayesinde 2014 yılında mahkemeye gelen 56 bin 250 başvuru 2013’e nazaran yüzde 15 daha az. Aynı sene 43 bin 450 dosya tek bir hâkim tarafından incelenmeye gönderildi ve bu dosyaların kabul edilmeyecekleri düşünülüyor. 12 bin 800 başvuru ise bir daireye ya da komiteye esas hakkında incelenmek üzere sevk edildi ki bu rakam da geçen yıla oranla yüzde 11 azalmış durumda. Böyle bir iş yükü altında mahkemenin bazı durumlarda kendiyle çelişmesi kaçınılmaz görünüyor. Aynen Pınar Selek davasında olduğu gibi. Yukarıda bahsi geçen 2010 başvurusu tam beş sene mahkemenin bir çekmecesinde bekledi. Ve beş sene sonra, tam da yerel mahkeme 4. beraat kararını almışken ve tam da savcı gene, yine, tekrar, bıkmadan, usanmadan, utanmadan bu kararı Yargıtay’da görüşülmek üzere temyiz etmişken AİHM bir “karar” aldı. Tuhaf bir karar. Metodik gidelim: 1. Türkçede bir semantik sorun mevcut. AİHM’de iki tip karar alınıyor “décisions” ve “arrêts” (ya da “decisions” ve “judgements”). İkisi de Türkçede, en azından medyatik dilde “karar” olarak geçiyor. Halbuki birincisi dosyanın kabul edilebilirliği üzerine verilmiş biçimsel bir “karar”, diğeri ise davanın esası hakkında verilmiş “hüküm.” Bugünkü durumda geçerli olan birincisi. Yani AİHM işkence olmamıştır, haksız yere uzun tutukluluk uygulanmamıştır ya da adil yargılanmıştır falan dememekte. 2. Bu kararı veren bir daire değil, yani bu bir AİHM hükmü değil, 3 hâkimden oluşmuş bir komitenin dosyanın kabul edilebilirliğine dair aldıkları bir biçim kararı. 3. Kısaca bu küçük komite Pınar Selek’in kötü muamele gördüğü yönündeki şikâyetinin incelenemez ol duğuna karar veriyor. Gerekçe si “zaman.” Zi ra AİHM kurallarına göre kötü muamele ve işkence iddiaları serbest kaldıktan en geç 6 ay sonra AİHM’ye gelmeli. Pınar 2000’de serbest bırakıldı, dosyası 2010’da AİHM’ye geldi. Kararda açık açık Pınar Selek’in kötü muamele görmüş olabileceği, bunu defalarca yerel mahkemede dile getirdiği ancak yerel mahkemenin herhangi bir inceleme yapmadığı (dolayısıyla insan haklarından birinin yani adil yargılanmanın ihlal edildiği), inceleme yapılmadığı için de AİHM’nin bu konuya eğilebilmesi için çok geç olduğu belirtilmekte. Hatta, işkence raporunun başvurudan “sadece” on altı gün önce alındığını söylemeye cüret edip bir önceki paragrafta kendiyle çelişmekte. Uzun lafın kısası, komite, insan hakkı ihlal edilmiş olabilir ama bunu görmem için çok geç demekte. 4. Aynı komite adil yargılanma konusunda da kendi ilkelerine aykırı olarak kurallara sıkı sıkıya sadık kalmayı tercih ediyor. Evet diyor on altı sene uzun, evet diyor burada muhtemelen adil yargılama ihlali var ama bunu görmem için çok erken. Bütün prosedür bitsin, ne kadar sürerse sürsün, o zaman bir daha gel. Zira iç hukuk yollarını tüketmen gerek. Ve bunu Türkiye hukuk sisteminde iç hukuk yollarının tüketilememesi için her şeyin yapıldığını göre göre, bile bile söylüyor. 5. Kısacası AİHM’nin 3 hâkimden oluşan komitesi, Pınar Selek’e, bize gelmen için çok geç kalmışsın ve çok erken gelmişsin diyor. İnsan hakları ihlallerini görüyor ama göremem diyor. Fakat daha da önemlisi bu kararın “moment”i. Bu karar 2015’in Şubat ayında açıklandı. Yani başvurudan beş yıl sonra, başvurunun incelenemeyeceği belirtildi. Böylece AİHM kendi kararıyla çelişmiş oldu zira bu karar çok geç. İki sene önce, üç sene önce, başvurudan hemen sonra rahatlıkla verilebilirdi (“iş yükü”dür herhalde cevabı). Ve bu karar çok erken. AİHM rahatlıkla Yargıtay’ın kararını bekleyebilir (beş sene dosyayı çekmecede tutmuş, altı ay daha tutsa ne fark eder?), böylece Yargıtay’ın kararına etki etmemeyi ve dolaylı olarak yeni bir insan hakkı ihlaline vesile olmamayı seçebilirdi. Eğer başvuru fazla geç ve fazla erkense başvurunun kabul edilebilirliği hakkındaki bu karar fazla geç ve fazla erken. “Zaman” paradigmasını başvurucuya karşı kullanırken kendisinin de aynı paradigmaya tabi olabileceğini hesaba katmıyor. Bu kararda “kötü niyet” aramak elbette abes. Şahsen buna kesinlikle inanmıyorum. Ancak burada Roma hukukunun “ius”u (adalet) ile Helen hukukunun “lex”i (kanun) arasında ikincisine bir meyil olduğunu düşünüyorum. Hem de gittikçe artan bir şekilde. Muhtemelen “iş yükü”nden. Roma hukukunun ilkelerinden biri, “Argumentum ad consequentiam”. Sonuçlara bakıldığında, AİHM, hem görebileceği insan hakkı ihlallerini görmemeyi “kuralları gereği” tercih etmiş hem de bunu bugün açıklayarak daha fazla insan hakkı ihlaline yol açma riskini almıştır. Yani varoluş sebebini reddetmiştir. İş yükünden... ınar Selek davasını takip edenler, nasıl yerel, ulusal ve uluslararası hukukun karmaşık bir yumağın içinde debelendiklerinin farkındalar. 16 yıllık bir süreç, sayısız duruşma, 3 beraat (2002, 2006, 2011), hukuk ilkelerinin fersah fersah uzağında yapılan bir duruşmada verilen bir müebbet (2013) ve bütün kararların teker teker Yargıtay’da bozulmasından sonra 2014’te alınan dördüncü beraat. Ve gene Yargıtay yolu. Herhalde bu dava daha şimdiden hukuk fakültelerinde Frenklerin “acharnement judciaire / judicial harassment” dedikleri hukuksal tacizhukuksal usandırma sürecine örnek olarak gösterilmeye başlanmıştır bile. Bu çalkantılı süreç içinde, hukuksuzluk ve adaletsizlik ile boğuşurken Pınar Selek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne 2010 senesinde bir başvuru yaptı. Selek başvurusunda, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 4 maddesinin aleyhine ihlal edildiğini belirtti. Bu maddeler işkenceyi veya insanlık dışı ya da aşağılayıcı muameleyi veya cezayı yasaklayan 3. madde; uzun ve adaletsiz tutuklamayı yasaklayan 5. madde; bu davanın taraflı tarafsız herkesin gözüne batan özelliği olan adil yargılama sürecinin olmaması (6. madde) ve ifade özgürlüğünün kısıtlanmasını yasaklayan 10. maddeydi. AİHM’nin artan bilinirliği ve itibarının bir nevi kurbanı olduğu bilinen bir gerçek. Son 20 yılda mahkeme insan hakları ihlallerine maruz kaldıklarını düşünenlerin akın akın başvurduğu son kapı özelliğini o kadar artırdı ki, iş yükünden makul bir sürede davaya bakabilecek durumdan çıktı. Elbette bu bir ironi zira makul sürede adalet dağıtma sözleşmenin getirdiği zorunluluklardan biri. Yani bazı durumlarda mahkeme kendi ilkelerine aykırı davranmak zorunda kalabiliyor. Bu durumu çözmenin iki yolu vardı, birincisi mahkemenin hukukçu ve hukukçu olmayan personelini artırmak ki bu yapılamadı, mahkemenin finansmanının kararlardan gittikçe daha fazla rahatsız olan Avrupa Konseyi üye ülkeleri tarafından sağlandığını unutmayalımya da bir dizi önlemle gelen başvuruların sayısını azaltmak. Örneğin iç hukuk yollarının tüketilmeden AİHM’ye gelinememesi ilkesinden hareketle iç hukuk yollarının uza Başkanlık ve Federasyon AKP’nin 2015 seçim kampanyasını “Başkanlık rejimi” üzerine kuracağı ve propagandanın tarafsızlık yemini etmiş olan Erdoğan tarafından yapılacağı anlaşıldı. Bu model gerçekleşirse Türkiye’yi nasıl bir gelecek bekliyor acaba? HHH Birinci olarak, önümüzdeki soru “Nasıl bir Başkan?” Erdoğan’ın bizzat kendi sözlerine bakıldığında, savunulan bu “Başkanlık Rejimi”nin dünyadaki hiçbir siyasal sisteme benzemediği, yargı erkinin gücünü yok etmek üzerine kurgulandığı açıkça görülüyor... Milletvekilleri de parti lideri tarafından belirlendiğine göre, Meclis zaten çoğunlukla seçilecek olan “Başkanın” denetiminde olacak... Böylece, Erdoğan’ın savunduğu modeldeki “Başkan”, hiçbir dengelemeye ve denetime tabi olmadan istediği gibi at oynatacak, yine onun sözleriyle “İstediğini asacak istediğini kesecek!” bir yönetici oluyor... Ali Sirmen dün bu rejime bir de isim bulmuştu: “Güçlendirilmiş Başkan Baba Zulmü düzeni.” Bu düzenin liderine siyasal bilimlerde “Diktatör” denir... Bunların bazıları, C M Y B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle