03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
31 MART 2014 PAZARTESİ CUMHURİYET [email protected] SAYFA KÜLTÜR 19 Bugün 30 Mart. Türkiye’de seçim var. Koca memleket bir tel gibi gerilmiş, her dokunuş tehditkâr bir vınlama yaratıyor, kulaklarım vın vın vınlıyor günlerdir. Huzursuzum. Seçimlerin sonuçlarıyla ilgili değil bu huzursuzluk. Sanki koskoca bir eğik düzlem üstünde, kavga ede ede aşağı doğru kayıyoruz topluca. Eğik düzlemin üzerinden görüntüler, ses kayıtları, suratları hırstan gerilmiş, kaskatı kesilmiş insan manzaraları geçiyor durmadan. Koskoca bir yalan düzlemi üzerinde, geçmişten bugüne birikmiş tüm yalanların ağırlığını da sırtımızda taşıyarak aşağı doğru kayıyoruz. Böyle hissediyo Adalı’nın türküsü u Mahir Çayan’ın hücrede yazdığı “Hücredeki Adalı’nın Dünyası” şiiri, bir ruh halini özetlemesi ve şiirle de direnilebileceğini göstermesi açısından önemli gelir bana: “Karanlık denizin ortasında, / Güneşi batmayan bir ada. / Ben ne şuralıyım ne buralı, / Adalıyım adalı, / Adam ormanlıktır. Dostluk, yoldaşlık, mertlik ormanı, bütün adamı kaplar. / Erdemin güneşi yirmi dört saat aydınlatır adamı, biz ada sakinleri bilmeyiz karanlığı.” rum. Huzursuzum. Yarın 31 Mart olacak, bu yazı 31 Mart’ta çıkacak. Gazeteler, televizyonlar, internet seçim sonuçlarıyla ilgili değerlendirmelerle dolup taşacak. Yorumcular, büyük uzmanlar, kerameti kendinden menkul “kanaat önderleri” yinele Seçimi yazmayacağım ne yinelene sakıza dönmüş cümlelerle o yalan düzlemini beslemeye devam edecekler, üzerinde durdukları düzlemi pekiştirmekle uğraşacak, aşağıya doğru o uğursuz kayışı, bizi biz yapmaktan çıkaran parçalanmayı fark etmeyecekler; fark edenleri de şu düzen üç gün daha sürsün diye bunu görmezden gelecekler, bizi topluca kafalarımızı kuma gömme ri tüeline davet edecekler. Bugün 30 Mart. Seçimler var. Yarın 31 Mart. Seçimleri değerlendirme günü. O obur, iştahlı, yedikçe doymayan haber çarkına fırından taze taze çıkmış, dumanı üstünde haberler, yorumlar atılacak. Ama ben seçimleri yazmayacağım. Cumhuriyet Nasıl Kuruldu? Bu yazıyı bir arazaman’da tamamlayıp gazeteye göndermek zorundayım. Evet, bir arazaman, çünkü bir seçimin bu yazı yazılırken henüz belli olmayan sonuçları, ben yazıyı gönderdikten 45 saat sonra açıklanmış olacak. O halde nasıl bir yazı yazmalıyım ki, seçim sonuçları ne olursa olsun konusu bağlamında “iş işten geçmemiş” sayılabilsin? Sonunda, “Türkiye Cumhuriyeti nasıl kuruldu” sorusuyla yola çıkan bir yazıda karar kıldım. Çünkü 29 Ekim 1923’ten bu yana geçen sürece bakıldığında, hem defalarca sorulmuş, hem de anılan süreç boyunca olup bitenlere bakıldığında hiçbir zaman yeterince sorulamamış bir soru. Bu yüzden de çoğu zaman ne yazık ki “iş işten geçtikten sonra” sorulmuş bir soru. Ya da, daha bir açıklayıcı olması için, şöyle diyelim: Defalarca sorulmuş, yanıtları da defalarca verilmiş, fakat bu yanıtlar içersinden doğru olanları, yine defalarca, türlü hesaplarla ve niyetlerde göz ardı edilmiş, görmezlikten gelinmiş, rayından saptırılmış bir soru. Yanıtlar içersinden en özetleyicisi ile yetiniyorum. En özetleyicisi ve dahası belkemiği, çünkü bu yanıt ile en ufak bir oynama, kesinliğine yönelik en ufak bir kuşku bulutu, Mustafa Kemal Cumhuriyeti’ni temellerinden sarsmaya yeter hep yetmiş. Evet, yanıt: Türkiye Cumhuriyeti, laiklik ilkesi temelinde kuruldu. Bu demektir ki, laiklik ilkesi, kuruluşta çok özel bir ağırlık taşıyor. İlkenin çokanlamlı oluşundan kaynaklanan bir ağırlık. İlkenin aslında din ile bir alıp vereceğinin bulunmamasından kaynaklanan bir ağırlık. Çünkü laiklik ilkesinin meselesi dinsel inançlarla değil, fakat bağnazlıkla. Ve akıldışılığın temel simgesi olan bağnazlık ile din arasında laiklik ilkesini yozlaştırmak amacıyla her türlü eşanlamlı sayma girişimi, gerçekte dine yönelik bir aşağılama eyleminden başka bir şey değil. Laiklik ilkesinin meselesi ve savaşımı, bağnazlıkla. Çünkü bağnazlık, eleştirel düşünebilme eyleminin en büyük düşmanı. Laiklik ilkesinin meselesi, geçerli kılınmak istendiği ortamda bilimsel geleneğin kurulmasıyla ilgili. Çünkü eleştirel düşünebilme eyleminin bağnazlığın öldürücü oklarına hedef olduğu bir ortamda herhangi bir bilimsel gelişmenin göverebilmesi söz konusu değil. Laiklik ilkesinin meselesi, ortamının çağdaşlığıyla. Çünkü içinde bulunduğu her zaman parçasında o zamanı belirleyen eleştirelliği ve bilimselliği yakalayamayan bir ortamın ve toplumun çağını yakalayabilmesi gibi bir atılımı gerçekleştirebilmesi söz konusu değil. Ve nihayet laiklik ilkesinin meselesi, uygar olabilmekle veya olamamakla ilgili. Çünkü yaşadığı zamanın genel anlayışına göre “insanı insan, içinde yaşanılan toplumu da insanca kılan” ölçütlere ulaşılamadığında, uygar toplumlar ailesine katılmak da olanaksızlaşıyor. Evet, işte böyle. Bir seçim gününde ya da o günün hemen ardından, bugüne kadar yenik düşmesi için hep din ile bağıntılı kılınmasına çalışılmış ve çalışılan bir ilkeden, Türkiye Cumhuriyeti’nin asal kurucu ilkesi olan laiklik ilkesinden alıntılar yapmaya çalıştım. Belki hâlâ, bu bağlamda “işin işten geçmemiş yanları” kalabilmiştir diye! ‘Kendi sanatının iktidarında’ bir şey olduğunu söylerdi. Son sergisi için de böyle bir teklif gelmişGrafik sanatçısı Mengü Ertel’in ti. Ama “Yeni bir şeyler yaratacayaşamı ve sanatına odaklanan “Tiğım” dedi. “Ben öldükten sonra yatrografi” sergisi Maçka Sasen yaparsın” diyerek bana vasiyet nat Galerisi’nde sürüyor. Baba etti. O sergiyi açarak vasiyetini yeZula’nın kurucusu, müzisyen oğlu rine getirdik. Murat Ertel’in kendi gözünden baBu sergi çok daha doğal gelişen, basını anlattığı sergi, bu daha samimi bir seryönüyle dikkat çekiyor. gi bana göre. Bu yalMengü Ertel’in tiyatnızca benim onun oğBaba Zula’nın ro afişlerinden tasarladılu olmamdan değil, kurucusu ğı logolara, dostlarıyla aynı zamanda Menmüzisyen olan fotoğraflarına kagü Ertel’in Maçka Sadar pek çok belge ve çinat Galerisi’yle olan Murat Ertel, zimleri kapsayan sergiilişkisinden de kayMaçka Sanat de Murat Ertel, kendi el naklanıyor. Maçka Galerisi’ndeki yazısıyla kaleme aldığı Sanat’ta özellikle Rabia yazılarla babasının saÇapa’yla ve galeriy“Tiyatrografi” natsal dönemlerine ışık le bambaşka bir ilişkisi sergisinde, tutarak hayat hikâyesini vardı. Logosunu tasarkendi gözünden anlatıyor. lamıştı. Diğer sergilerin babası Mengü Küratörlüğünü Diaçılışlarına gider, kodem Çapa’nın yaptınuşmalar yapardı. Hem Ertel’i anlatıyor. ğı sergi 26 Nisan’a kaRabia hem de kızı DiKüratörlüğünü dar açık kalacak. Didem dem Çapa çocukluktan Didem Çapa’nın Çapa, serginin farklı ilberi dostum. lerde sergilenmesi için Babanızın çok çaüstlendiği sergi de çeşitli kültür merkezlıştığını, hatta bazen 26 Nisan’a kadar lerinin yöneticileriyle kendine haksızlık edeizlenebilecek. görüşmelerin sürdüğünü rek yoğun çalışma ansöylüyor. larında yaptığı eserleri İki yıl önce bir retattığını söylüyorsunuz. rospektif sergi yapmıştınız MenBöyle bir ortamda büyümek sizin gü Ertel için. Sizin gözünüzden sanatınıza nasıl yansıdı? babanızı anlatan Maçka Sanat Hiç kimseye aldırmamayı öğrenGalerisi’ndeki bu serginin yeri dim babamdan. İnsanlar sizin için ayrı sanırım. Tiyatrografi sergisi ne derlerse desin kendi inandığınasıl oluştu? nız yoldan yürümeniz gerek. Bütün Babamı yitirdiğimizden beri onu devlet, hükümet güçleri size karşı her sene anmaya çalışıyoruz. Bada olsa bir inancınız varsa gerçekbam retrospektif sergi açmanın yeni ten onu yapmanız en doğrusu. Habir şey üretemeyen sanatçılara has yat hakkında verdiği ilham dışında, AYŞEGÜL ÖZBEK Oğlu Murat Ertel’in gözünden grafik sanatının ustası Mengü Ertel sanat hakkında verdiği ilham da çok önemliydi. Başka insanları taklit etmemeyi de öğrendim. Hep kendi içimden gelen müziğin peşine düştüm. Babam hep kendi sanatının iktidarındaydı. Sınır tanımaz bir sanatçıydı. Grafikte onun karşı çıktığı tanımlar vardı. Bir eserin grafik olarak değerlendirilmesi için kapitalist bir ilişki öngörülüyordu. Bir müşteri ve ısmarlanan iş gibi. Bir kitap görüyor, kapağını sevmiyor, kendine bir kapak yapıp yapıştırıyordu. Aynı şey tiyatro afişleri için de geçerliydi. Bir tiyatro oyunu okuyor. Ondan bir afiş isteyen yok, yönetmen yok, oyuncular yok, salon yok. Ama o öyle bir şey hayal ediyor. San Grafik babanızın kariyerinde önemli bir noktada duruyor. Sergideki bölümlerden biri de bu... 1954’te San Organizasyon olarak kuruldu. Daha sonra San Grafik ve San Reklam oldu. Orası bir okuldu. Türkiye’nin belli başlı grafik sanatçıları o tezgâhtan geçti. Ressamlar, yazarlar, şairler. Aziz Nesin oturuyor, Edip Cansever orada çay içiyor. Bir uğrak yeri gibi. Babam oraya atölye derdi. Onun hocalığı atölyesindeydi. Ben üniversitede hocalık yapan bir insanın sanat yapmaya yeterince vakit ayıramadığını düşünüyorum. Mengü Ertel’in de vakti yoktu, devamlı üretiyordu. Ben de şimdi onu devam ettiriyorum kendi stüdyomda. Adı San2. Atatürk Oto Sanayii 2. Kısım’da. Bu da bir şekliyle miras benim için. Bugün 30 Mart 2014. Yazı yarın çıkacak ama ben size bir “Ada” öyküsü anlatacağım bugün, “Adalı”nın ağzından. Ben bugün onunla, 10’larla dertleşeceğim, yalana inat, yalana inat, yalana inat… 30 Mart 1972’nin üzerinden tam 42 yıl geçmiş. Bir ömür… Ama o tarihte Kızıldere’de öldürülen gencecik insanlar için zaman denen ırmağın akışı duruvermiş. Donmuş kareler, sararmış fotoğraflar olarak bakıyorlar artık bize, dünden bugüne… Ama zaman akışının durdurulması, yaşamın dışına itilmek anlamına gelmiyor demek ki… Hüseyin Cevahir öldürüldükten sonra Mahir Çayan’ı yaralı olarak Selimiye’ye getirmişler ve bir hücreye kapatmışlardı. Ben de Selimiye’deydim o sırada, hücredeydim. Jandarma eşliğinde helaya giderken ölgün bir ışıkla aydınlanmış o koridorda yatağına zincirlenmiş yaralı Mahir’i görürdük. Mahir’in o hücrede yazdığı “Hücredeki Adalı’nın Dünyası” şiiri, bir ruh halini özetlemesi ve şiirle de direnilebileceğini göstermesi açısından önemli gelir bana: “Karanlık denizin ortasında, / Güneşi batmayan bir ada. / Ben ne şuralıyım ne buralı, / Adalıyım adalı, / Adam ormanlıktır. Dostluk, yoldaşlık, mertlik ormanı, bütün adamı kaplar. / Erdemin güneşi yirmi dört saat aydınlatır adamı, biz ada sakinleri bilmeyiz karanlığı.” Bu gerçekten böyle miydi, gerçekten baştan aşağı erdem kesilmiş insanlar mıydık? Bence doğru soru bu değil. Efsanenin arkasında aranması gereken gerçek bu değil. Önemli olan, o “ada”nın, Utopia’nın kendisi. O ruh halini reel politikanın sınırları içinde değerlendirmeye kalkmak, mitolojiyi bir yığın palavradan ibaret sanmaktan farklı değildir. Ama siz ne sanırsanız sanın, o mitoloji toplumsal kolektif bilinçaltını şekillendirmeye devam eder. Evet, “karanlık denizin ortasındaki güneşli ada” da bir ruh halinin, bir isyan halinin ifadesidir, “Adalı” olmak budur ve bu nedenle “Adalı”nın, “Adalı”ların türküsü dillerden düşmeyecektir. H Birazdan gidip oyumu atacağım, herkes gibi ben de oturacağım televizyon karşısına, seçim sonuçlarını izleyeceğim, muhtemelen ben de yorumlar yapacağım. Ama içimin bir yerinde hiç susmayan bir ses bana bir hakikatin içinde dolaşmadığımı hatırlatacak, asıl hakikatin, reel politikanın tamamen dışındaki o Utopia olduğunu söylemeye devam edecek. Benim tarihim, benim kimliğim, benim özüm olduğunu bildiğim o ses, bana “asıl gerçek olan adadır” demeye devam edecek. İyi ki varsın “karanlık denizin ortasındaki güneşli ada…” Bir ‘Ada’ öyküsü Fotoğraf: VEDAT ARIK UNESCO’DAN BERAT ŞEHRİ İÇİN ÇARPIK KENTLEŞME UYARISI ‘Kültürünüzü koruyun’ BERAT (AA) Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) Genel Direktörü İrina Bokova, UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan Arnavutluk’taki Berat şehrinin izinsiz inşaatlardan dolayı listeden çıkarılabileceğini söyledi. UNESCO ve Balkanika Vakfı tarafından düzenlenen “Balkan Köprüleri Konuşuyor” etkinliğinde konuşan Bokova, “Biz polis güçleri değiliz ama bu durumda en nihayetinde olabilecek şey dünya mirası listesinden Berat kentinin çıkarılmasıdır ki bu da kent için iyi bir şey değildir. Elbette siz yeni evler ve oteller inşa edebilirsiniz ama bunların kültürel değerlere aykırı olmaması gerekir. Şayet kentin kültürel değerleri hasar görürse bir daha inşa edilemez. Kanaatim şu ki yerel toplumun bu değerlerin korunmasında ciddi bir rolü vardır. Gelişime yönelik her ne kadar bir baskı mevcut ise de her durumda bu değerlerin muhafaza edilmesi gerekir” dedi. Berat şehrinde Osmanlı İmparatorluğu döneminden kalma birçok tarihi eser bulunuyor. n Kültür Servisi Opus Amadeus Müzik Festivali’nde bu akşam Saint Antoine Kilisesi’ndeki konserde Fransız org sanatçısı Ghislain Leroy ile trompetçi Romain Leroy, Barok dönemden 20. yüzyıla uzanan çok ilginç bir izlence sunacaklar. Sanat yönetmenliğini Mehmet Mestçi’nin üstlendiği festivalin son iki konseri de Saint Antoine Kilisesi’nde. 9 Nisan Çarşamba akşamı Collegium Musicum Den Haag, 11 Nisan Cuma akşamı ise Aura Musicale Barok Topluluğu ile bas Wolfgang Bankl İstanbullu müzikseverlerle buluşacaklar. Bütün konserler saat 20.30’da başlıyor. (www.opusamadeus.com) St. Antoine'da barok J O S È C A R R E R A S Ö NC EKİ GÜ N İ ST AN BU L ’DAYDI Operanın efsane sesi... Kültür Servisi Grammy ödüllü efsanevi Katalan tenor José Carreras önceki gün Zorlu Center PSM’de konser verdi. Konserde Carreras’a soprano Simge Büyükedes ve orkestra şefi David Gimenez eşlik etti. Opera, operet ve müzikal şarkılardan bir seçki seslendiren Carreras konser sonrasında dakikalarca ayakta alkışlandı. 6 yaşındayken ünlü Amerikalı tenor Mario Lanza’ya hayranlığıyla müziğe ilgi duyan ve amatör bir bariton olan dedesi Salvador Coll’un desteğiyle piyano ve ses eğitimi alarak 8 yaşında konservatuvara başlayan José Carreras ilk kez 11 yaşında Gran Teatre del Liceu’da konser verdi.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle