22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 3 ŞUBAT 2013 PAZAR 10 HABERLER Kocaeli’nden Bursa’ya kadar tüm bölge ağır ve etkin bir tehdit altında Yalova da kanser tedirginliği yaşıyor ÖZLEM GÜVEMLİ RTE’nin Doktrini: Barış İçin Savaş Evet, gözden mi kaçırmışız, yoksa unutmuş muyuz: “Emniyet Genel Müdürlüğü 2007’de dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay’a verdiği brifingde, ulusalcılığı ‘aşırı sağ faaliyetler kapsamında bir tehdit’ olarak değerlendirmiş...” Akşam’da Özlem Akarsu Çelik’in 31 Ocak 2013 tarihli “Ulusalcılık, terörist tehdit mi?” başlıklı yazısı anımsatıyor. Laikliğin içeriğini boşalttıktan sonra doğal olarak “irticai faaliyetler”i suç olmaktan çıkaran bir iktidarın, bugün geldiği noktada, ulusal, ulusalcılık, ulus vb. gibi kavramları ve bu içerikte politikaları “suç” olarak görmeye başlamasını doğal mı karşılamalıyız? Evet doğal! Bu noktaya adım adım ve bilinçli politikalarla geldik. HHH Kürt meselesinde PKK Başkanı Abdullah Öcalan ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan arasındaki görüşme ve pazarlıkların epey bir süredir başlamış olması, ulusalcılığı suç kapsamına sokacak bir içeriğe de sahiptir. Ulusalcılığa reddiyenin çok önemli bir yönü, “ulusal sınırları” tartışma konusu yapmakla ilişkilidir... Başbakan, Atatürk’ün Yurtta barış dünyada barış sözünü değiştirmiş, yeni bir “doktrin”e dönüştürmüştür: Suriye ile ilgili olarak şöyle dedi: “Şunu ifade etmek istiyorum; biz ancak savaş meraklısı değiliz, savaştan da uzak değiliz. Bu millet yeri gelmiş kıtalar arası savaşları da görmüştür. Yurtta sulh cihanda sulh, sulhun egemen olduğu yerde olur. Bizim can damarımıza bastıkları zaman o zaman sulh konuşamayız. ‘Hazır ol cenge, Sulhu Salah istiyorsan’ (Barış istiyorsan savaşa hazır ol) denirken, yeri gelir o zaman cenk barışın anahtarı olur.” (5 Ekim 2012, DHA ve internet siteleri) Davutoğlu da “Ulusalcılıkla hesaplaşma zamanı geldi” diyerek “aslında ulusal sınırların değişebilirliğini” de gündeme getirdi, “Yeni Osmanlıyız” sözleriyle, Osmanlı’nın eski egemenlik alanları üzerinde tarihi ve kültürel bağlara dikkat çekerek hak iddia etti. Ulus Yıkıcılığı Zamanları kitabımda (2. baskı) bu görüşlerin ve Davutoğlu’nun geniş bir eleştirisini bulursunuz. Başbakan ile Davutoğlu’nun tamamen aynı görüşte olduğunu görüyoruz. Başbakan “Bu millet kıtalar arası da savaşmıştır” sözleriyle, takipçisi olarak Osmanlı’yı anımsatıyor ve benimsiyor. Zaten son AKP kongresinde de dört kıtada at koşturmuştu... HHH Ulusalcılığın dışlanması ve suç olarak görülmesinin güncel bir nedeni tamamen KürtSuriyeOrtadoğu politikasıyla ilgilidir. Ulusal devletin sınırlarını değiştirmek gereği de buradan doğuyor. Özal’ın bıraktığı yerden politikayı devralan RTE, Kürt meselesinin çözümünü, Ortadoğu Kürtlerini de Türkiye’ye katmakta görüyor. TürkKürt Federasyonu olarak tarif edilebilecek yeni bir yapı. Zaten AKP’nin başkanlık anayasası da devletinülkenin kimliğini vatandaşlık bağına indirgeyerek buna uygun bir federatif yapının kapısını açıyor. Suriye’ye karşı savaş politikasını, bir fırsat yaratıp Suriye’ye girme, Esad’ı yıkma isteğini bu kapsamda değerlendirmek gerekir. Bu amaçla, hem Atatürk’ün “Yurtta sulh dünyada sulh” ilkesinin çöpe atılması ve yerine “Barış için savaş” gibi, bütün “savaşçı sultanların” ve liderlerin sarıldıkları bir gerekçenin geçirilmesi gerekir... Hem de ulusalcılıkla savaş, ulusal devlet ve sınırlarını gerektiğinde geçersiz ilan etme... HHH Ne yazık ki, ulusalcılık, ulusal devlet tartışması, benim açımdan çok yanlış olarak etnik kimlik üzerinden sürdürülüyor. Ulusalcılık benim için ülkenin çıkarları, yararları, yurttaşın refahı, özgürlüğüdür. Kendi kararlarını verebilme özgürlüğüdür, emperyalizmin dayatmalarına direnmektir aynı zamanda... Kitapta yeni bir manifesto denemesi, tamamen bunlar üzerinde kurulmuştur... Ama tartıştığımız başka: Şüphesiz, RTE ve ekibi, Türkiye ve bu topraklarda yaşayanlara ne denileceği gibi bir tartışma yarattı. Kimlik, insanın kendini ne hissettiği konusudur. Ama “Türk” adının artık anılmaması gerektiğini ileri sürenlerin “yarattığı büyük sorunun adı nedir” diye sorarsanız: En az 60 milyon için bir kimlik bunalımıdır... Üstyapıdan bunu attınız ama “altyapıda”, yani millette, sokakta, evde yaşamaya devam edecek olan nedir sizce? Ve bu çelişkiyi nasıl çözeceksiniz? İmparatorluk vatandaşlığı ile mi? “TürkKürt Federasyonu yurttaşı” ile mi? “Türk Kürt Federasyonu’nun Türk kesimi kimliği” ile mi? İmparatorlukların çöktüğünü ve çöpe atıldığını unutanlar, bugünün dünyasında, tüm uluslararası ilişkilere rağmen “sapına kadar” “ulusal devletler” çağında yaşandığını atlayanlar... ... Sanki imparatorluk döneminde uyumuşlar, şimdi nerede kalmıştık diye devam etmek istiyorlar! Kurtuluş ve Kuruluş dönemine karşı büyük bir reddiye ile karşı karşıya olduğumuza göre, galiba ağır bir hastalıklı tablo var önümüzde... Yalova’nın birinci derece deprem riski taşıyan, birinci sınıf tarım arazilerine kurulan sanayi tesisleri bölge halkının sağlığını tehdit ediyor. Dilovası’nda artan kanser vakalarının bir benzeri neredeyse tüm Armutlu Yarımadası’nda görülüyor. En son Aksa Akrilik Sanayii’ndeki yangınla gündeme gelen kimyasal tesisler, Yalova halkının sağlığını ve bölgedeki zengin meyve bahçelerini yıllardır zehirliyor. Yalova Çevre Platformu’nun kurucularından avukat Ayşe Aydemir, 1993 yılından beri Yalova Taşköprü’de yaşıyor. Aydemir kimyasal tesislerle iç içe yaşamak istemediklerini, bölgenin fiziki özellikleri nedeniyle de çok yanlış bir yer seçimi yapıldığını söylüyor. Zeminin çok yumuşak olduğunu vurgulayan Aydemir, “Marmara’nın en güzel sahiline, birinci sınıf tarım arazilerinin ortasına karayolunun hemen kıyısına böyle tesisler kurulmaz. Türkiye’nin en küçük coğrafyasına sahip bu ilin nüfusu 225 bini geçti. Tüm açtığımız davalara, protestolara karşın kimyasal depolama tankları yetmiyormuş gibi bir de termik santral kurdular” diyor. 50 bin tonluk siyanür tankları ile yeni kurulan termik santral arasında 100 metre kadar mesafe olduğunu anlatan Aydemir, santralın da fay hattı üzerine bataklık alana kurulduğunu ifade ediyor. Kelebekli göller bataklık oldu Bölgenin 3 bin yıldır kuşların göç alanı olduğunu, koyların 265 çeşit kuşun, kelebeğin, balığın yaşama, üreme, dinlenme alanı olduğunu vurgulayan Yalova Çevre Platformu’nun kurucularından avukat Ayşe Aydemir, çevredeki fabrikalar yüzünden bu türlerin yok olduğuna dikkat çekiyor. Aydemir 1945’lerde bölgenin “Kelebekli Göller Mevkisi” olarak anıldığını belirterek “Burası Ramsar Sözleşmesi ile korumaya alınmış bir bölge. Ortak miras alanımıza kimyasal fabrikalar yaptılar, yetmedi içine bir de kömürle çalışan termik santral kurdular” diyor. Dilovası’nda bebek kakalarında ve anne sütünde ağır metaller saptayan araştırmasını açıklayınca hakkında soruşturma açılan Kocaeli Üniversitesi Halk Sağlığı Ana Bilimdalı Başkanı Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu da kanser tehdidine karşı kıyıları hatta Armutlu Yarımadası’nın tamamını dahil etmenin mümkün olduğunu söylüyor. Kocaeli’nin tamamının kirli olduğunu belirten Hamzaoğlu, “Hava kirliliği Dilovası’nda AB standartlarının üzerinde. Bu sadece Dilovası ile sınırlı değil. 2011 yılının Eylül ayında Bakanlar Kurulu İzmit’in içine 4. demir çelik fabrikasını kurmak için karar aldı. Kentte kapasite artıyor, Dilovası’nda daha hızlı artıyor. Buraya 13 organize sanayi bölgesi kurulacak. Halbuki resmi raporlar kapasite artışının sonlandırılmasını öneriyordu” diye konuşuyor. Yerleşim alanlarının organize sanayi bölgesi ilan edilemeyeceğinin altını çizen Hamzaoğlu, şöyle devam ediyor: “Raporu açıkladıktan sonra bölgedeki en büyük değişiklik halkın kendi sağlığına sahip çıkması oldu. Bu konuda ilk çalışan ben değilim. Ben sadece halk için ürettiğim bilgiyi onlarla paylaştım. Onlar da bu bilgiye sahip çıktı. Geçen hafta Dilovası’nda yapılan mitinge her siyasi görüşten insan katıldı. Ben hedefime ulaştım. Bu bölgede yaşanan sorunların hepsi çözülebilir. Hammaddeyi değiştirerek, teknolojiyi yenileyerek yani para ile bu sorunların yüzde 9095’i çözülebilir. Kârlarından vazgeçmemek için çözmüyorlar.” Kocaeli’nin tamamı kirli Sağlık koruma bandı düşürüldü Sanayi tesislerinin 1969 yılında muhtar izni ile sahile atölyeler kurulmaya başladığını anlatan Aydemir sonraki süreci şöyle aktarıyor: “1988’e kadar yasadışı olarak çalışmaya devam ettiler, kimse karışmadı. Burada akrilonitril yani siyanür içeren hammadde ile elyaf, orlon ve bazı araba aksamı üretildiği tespit ediliyor. O zamanlar Aksa’da sadece bir tank var içinde siyanür bulunan. Siyanürün bir kaza ya da acil durumda ortaya çıktığında en az 30 km’lik alanı tehdit edeceği tespit ediliyor. Önce 910 km’lik sağlık koruma bandının olması gerekir deniliyor. Ama imar planları yapma yetkisi bir gecede İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlanıyor ve kimse duymadan planlar askıya çıkarılıyor. Planlarda sağlık koruma bandı 1.2 km’ye düşürülüyor.” Depremde nefes alamadık 17 Ağustos 1999 depreminde Aksa’daki siyanür depolanan 3 tankın zarar gördüğünü ve 7 bin ton litre siyanürün açığa çıktığını kaydeden Aydemir, “Siyünürün 9 km’lik alana yayıldığı tespit edildi. Bizim evimiz depremde yıkılmadı. Hemen çıkıp insanları kurtarmaya başladık. Oturduğumuz siteden 4 komşumuzu kurtarabildik. 1.5 km uzaklıkta askeri havaalanı buluyor. O sırada eğitime gelen 2 bin pilot adayı vardı. Hep birlikte enkaz altından insan kurtarmaya çalıştık. Ama nefes alamaz hale gelince bölgeyi terk etmek zorunda kaldık. Enkaz altından insan kurtarabiliyorken orayı terk ettik. Bizi dağlara doğru yönlendirdiler. Eylüle kadar evlerimize gitmemize izin vermediler. Enkazdan çıkarılan çoğu kişinin gömüldüğü mezarlar bile bilinmiyor. Bu yüzden siyanüre bağlı ölümler kayıtlara hiç geçmedi” diyor. Yalova’nın bu felaketten ders çıkarmadığını düşünen Aydemir, depremden sonra Aksa’nın tankların yerini değiştirme sözünü verdiğini ancak sözlerini tutmadıkları gibi tank sayısını da arttırdıklarını savundu. Depremden sonra 189 kişi bir araya gelip Aksa’ya dava açtıklarını, mahkemenin kendilerinden zararlarını kanıtlamasını istediğini belirten Aydemir, “Fatura mı kesecektik, nasıl ispatlayacağız? Dağlarda kaldığımız süreyi nasıl kanıtlayacaktık ki? Davayı AİHM’ye taşıdık. Dava açanların 21’i kanserden öldü” dedi. Sözler tutulmadı Bebekler astımlı doğuyor Aydemir, o dönem sağlık il müdürlüğüne yaptığı başvurularda edindiği verilerin 2002 Nisan ayına kadar Yalova’daki kanser oranının yüzde 80 civarında olduğunu gösterdiğini aktardı. “Artık çocuklarımız astımlı doğuyor” diyen Aydemir, şunları söyledi: “Sadece Taşköprü’den örnek vereyim. Hangi eve girseniz kanser hastası olduğunu görürsünüz. İnsanların kanserden iyi olmak için gelmesi gereken bu coğrafyada kanser patlaması yaşanıyor. Dilovası gibi burası da kanser ovası sayılacak ikinci ova. Yalova’ya 10 km mesafedeyiz. Aksa’nın kimyasallarını soluyoruz. Kimyasal bulaşan meyve ve sebzelerini yiyoruz. Üretim fazlası Türkiye’ye de dağıtılıyor. Kanser dağıtıyoruz resmen. Tarım, balıkçılık, süs bitkiciliği yok ediliyor. Burada yerken de nefes alırken de zehirleniyoruz. Sanayiye karşı değiliz Metalurji Mühendisleri Odası Halk Sağlığı ve Ekoloji Komisyonu Başkanı Cemalettin Küçük de Aksa’nın var oluş biçiminin tartışmalı olduğunu, ülke nüfusunun 3’te 1’inin yer aldığı bölgenin ortasında konumlandığını belirterek burada meydana gelecek bir olumsuzluğun İstanbul, Yalova, Karamürsel, Kocaeli, Tekirdağ hatta Bursa’yı etkileyebileceğini söylüyor. Yapısında siyanür bulunan bir sıvı malzeme olan akrilo nitril ile elyaf üretimi yapan bir tesis olan Aksa’nın buradan kaldırılması için 1999 depreminden sonra da ısrar ettiklerini anımsatan Küçük, “Kaldırmayı bırakın, gittikçe genişledi. Biz sanayiye karşı değiliz. Kent sanayiden ayrılmaz bir bütündür ama kimyasal tesisler kent içinde olmaz. Aksa’nın kurulduğu yer deprem açısından riskli. Böyle kimyasallar kullanan bir tesisin bu şekilde kurulmasına dünyanın başka yerinde izin verilmez” diye konuştu. Bu tür yangınlarda hidrojen siyanür gazının açığa çıkmasının kaçınılmaz olduğuna dikkat çeken Küçük, “Evde birçok eşyada kullanılan elyafın yanması itfaiyecilerin zehirlenmesindeki en önemli nedenlerin başında gelir. Elyafın yanmasına bağlı olarak hidrojen siyanür gazı çıkar. Bu çok zehirli bir gazdır” diyor. Elyaf zehirler Aksa iddiaları kabul etmiyor İstanbul Haber Servisi Aksa Akrilik Kimya Sanayii AŞ ise hakkındaki iddiaları yalanladı. Şirket tarafından yapılan açıklamada depremde siyanür değil üretimin hammaddesi olan akrilonitril sızması yaşandığı ve yayılımın 250 metre yarı çapında bir alanla fabrika sınırları içerisinde kaldığı kaydedildi. Açıklamada bu durumun o zamanlar yapılan bilimsel üniversite raporları ile de kanıtlandığı belirtildi. Açıklamada, “Depremde Aksa tanklarından siyanür değil üretimin hammaddesi olan akrilonitril sızması yaşanmıştır. Her gün kullanılmakta olan on binlerce kimyasaldan biri olan akrilonitril benzine benzer özellikler gösterir. Sıvı haldedir ve buharlaşabilen bir yapısı vardır. Günlük hayatımızı kolaylaştıran diğer kimyasallar gibi, uygun şekilde, gerekli dikkat ve özen gösterilerek kullanıldığı takdirde zarar ve risk oluşturmamaktadır” denildi. savunuldu. Aksa Akrilik Kimya Sanayi AŞ’ye ait tüm üretim üniteleri ve depolama sahası ile ilgili donanım, dünya standartlarına uygun bir şekilde yapılandırıldığına dikkat çekilen açıklamada, “360 derece esnek boru bağlantıları teflon contalı, yüzen çatı tasarımları, kimyasala dayanıklı, sızdırmaz geomembran kaplı tank güvenlik havuzları, yedek depolama tank kapasitesi, otomatik yangın önleme su ve köpük sprey sistemleri gibi özellikleriyle yangın, doğal afet gibi tehlikelere karşı alınmış tedbirlerin yeterliliği de yerli ve yabancı uzman kuruluşlar tarafından onaylanmıştır” bilgisi verildi. Tamamen zararsız Akrilonitrilin ilk anda sahip olduğu etki ve özelliklerini doğada hızla bozularak kaybettiği, bünyede birikme özelliği taşımadığı için uzun süreli bir etki taşımadığı ve havada sadece saatler, denizde ise gün içinde bozunarak zararsız hale dönüştüğü
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle