22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
25 KASIM 2013 PAZARTESİ CUMHURİYET SAYFA kultur@cumhuriyet.com.tr KÜLTÜR SOVYET TİYATROSU DENEN OLGU KENDİ İÇİNDE BÜYÜK ÇATIŞMALARLA İLERLEMİŞ AMA ÖYLE VEYA BÖYLE 20. YÜZYIL TİYATROSUNU ŞEKİLLENDİRMİŞTİR 19 Sorun tiyatroda değil devlette Terimlerin, tanımların yerli yersiz havada uçuştuğu bir ülke Türkiye. Sözel, söylemsel alışkanlıklarımız sanki yerçekiminin olmadığı bir gezegene göre ayarlanmış. Ayakları bir türlü yere basamıyor. Aslında bunda şaşılacak bir şey yok. Bu ülkede söz değerini yitireli, yozlaşalı, hafifleyeli çok oldu. Bu ülkede ortak akıl çoktandır rafa kaldırıldı, bilgi ile beslenen ve düşünerek edilen kelamın gücü çoktandır unutuldu. Varsa yoksa polemik, varsa yoksa Pyrrhus zaferleri… Kazandığımızı zannederken ve belki kısa vadede gerçekten de üstünlük sağlarken öyle şeyler yitiriyoruz ki, Pyrrhus’tan beter… Bir dönem çok modaydı. “Özelleştirme” dalgasının önündeki engelleri temizlemek için, kamu iktisadi teşekkülleri (KİT) ve “devletçilik” anlayışı sürekli topa tutulurdu. Bu taarruzda kullanılan temel metafor obüslerinden biri, Türkiye ile Sovyet modeli arasında paralellik kurmaktı. “Bu sistem bir tek Sovyetler’de vardı” dediniz mi akan sular dururdu. (Ya da öyle sanılırdı.) Sonuçta, hem kolektif belleğimizde epey derinlere kök saldığı varsayılan geleneksel “komünizm” ve “Moskof” düşmanlığından yararlanılmış, hem de yıkılmış, yani geçersizliği kanıtlanmış bir sistem üzerinden gerekli kötüleme salvosu gönderilmiş olurdu. Tansu Çiller’in 1990’lı yıllarda bu şevkle söylediği “Dünyada tek komünist ülke kaldı: Türkiye” vecizesi, siyasi hayatımızın unutulmazları arasındadır. Ekonomiden çok anlamıyorum. Sovyetler’deki o ekonomik sistemle bizim devlet eliyle kapitalist yetiştirme serüvenimiz birbirine benzer mi benzemez mi bilemem. Takip edebildiğim kadarıyla, bu konuda da kestirme metaforlarla yola çıkıp “tarihin sonu geldi” çığlıkları atmanın, iktisat tarihi ve bilimi çevrelerinde bizde yaygarası koparıldığı kadar kesin bir onay görmediği izlenimi uyandı bende. Sov Özelleştirme dalgası u “Sovyet modeli”nden çıkarılacak dersleri iyi tartışmakta gerçekten yarar olabilir: Belki o zaman soruyu, “devletin tiyatrosu olur mu” gibi kısır bir noktadan, “devlet nasıl olmalı, sanata nasıl davranmalı?” gibi asıl tartışılması gereken ama nedense hep üstü örtülen bir mecraya taşımak mümkün olabilir. yetler’deki sistem yıkıldıktan sonra yaşanan sefalet tabloları da bu konuda en azından düşündürücü olmalıdır kanısındayım. Kısaca not düşeyim dedim. Ama, iş tiyatroya geldi mi bilirim. Yani tiyatroda “Sovyet modeli” dediniz mi onun ne olduğunu, ne olmadığını üç aşağı beş yukarı kestiririm. Sovyet tiyatrosu denen olgunun, kendi içinde büyük çatışmalarla ilerlediğini, ama öyle veya böyle 20. yüzyıl tiyatrosunu kesinlikle şekillendirdiğini, yön verdiğini bilirim. 1920’li yıllarda ABD dahil tüm dünyadan tiyatrocuların nasıl akın akın Sovyetler Birliği’nde tiyatro alanında yapılanları izlemeye koştuğunu okumuşumdur. Bunları öğrenmek isteyenler için değerli hocam, modern Türk tiyatrosunun kurucusu Muhsin Ertuğrul’un sevgili Prof. Dr. Özdemir Nutku tarafından yayına hazırlanmış, “Benden Sonra Tufan Olmasın” adlı kitabındaki anılarını okumak yeterli olacaktır. Fransa’da o dönemde yetişmiş Louis Jouvet gibi önemli tiyatrocuların anılarını karıştırırsanız, 1930’lu yılların başlarında Batı’ya turne yapan Sovyet tiyatrolarının nasıl bir dikkat ve hay Tiyatroda ‘Sovyet modeli’ ranlıkla izlendiklerini görürsünüz. Stanislavski, Meyerhold, Vahtangov, Tairov, hatta Ayzenştayn, daha yakın zamandan Liubimov, Efros ve daha niceleri… Bunlar RusSovyet tiyatro ekolünün dünyaya armağan ettiği tiyatro devleridir. Eşdeğerlerini bulmak biraz zordur. Yazarlara, bestecilere, oyunculara, balerinlere, baletlere ise hiç girmiyorum bile. Ama madalyonun bir de diğer yüzü var. Ali Berktay tarafından derlenmiş “TiyatroDevrim ve Meyerhold” kitabının sayfalarını biraz karıştırır, Liubimov’un “Kutsal Ateş” kitabında anlattığı anılarına, ünlü besteci Şostakoviç’in anılarına vb. bir göz atarsanız, yukarıda bazılarının isimlerini sayabildiğim öncü yaratıcılar, yaratıcı kuşaklar çıkarabilmiş bir tiyatro ekolünün nasıl trajedilerden geçtiğini, o “model”in idari sisteminin insanı öğüten çarklar halinde nasıl işlediğini de görürsünüz. Ve o zaman sorunu doğru koymak gerektiğini anlarsınız: “Sovyet tiyatro modeli”nin sorunu, sanatın devlet tarafından geniş olanaklarla desteklenmesinden, piyasaya kurban edilmemesinden kaynaklanmamıştır. Tam tersine, bu destek en az yarım asır boyunca Sovyet tiyatrosunun ve balesinin, bırakınız memurlaşmayı, genelde sahne sanatlarının dünya klasmanında hep ilk sıralarda yer almasını, bundan da önemlisi çığır açıcı olmasını sağlamıştır. Madalyonun diğer yüzünde yaşanan sorunlar, ceberut bir devletin bu kurumlara ideolojik ve idari müdahalelerinden, sansür ve dayatmalarından kaynaklanmıştır. Dolayısıyla “Sovyet modeli”nden çıkarılacak dersleri iyi tartışmakta gerçekten yarar olabilir: Belki o zaman soruyu, “devletin tiyatrosu olur mu” gibi kısır bir noktadan, “devlet nasıl olmalı, sanata nasıl davranmalı?” gibi asıl tartışılması gereken ama nedense hep üstü örtülen bir mecraya taşımak mümkün olabilir. Evet, “Sovyet modeli” bu anlamda gerçekten öğreticidir: Sorun tiyatroda değil devlettedir. ‘Kerbela’ uygunsuz bulundu MEB bürokratları, ‘Kerbela’ oyununu Bakan Nabi Avcı’nın izlemesi için uygun bulmadı SELDA GÜNEYSU Okuma Yasağını Delmek... Dün, 24 Kasımdı. Yani, Öğretmenler Günü… Dört gün önce, 21 Kasım Perşembe günü, ‘soL’ gazetesinde Dilem Taştan’ın “Üniversitede ‘İzinsiz Kitap Okudun’ Soruşturması” başlıklı haberi şöyle başlıyordu: “Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) Rektörlüğü, haziran ayında Gezi Parkı Direnişi sırasında, rektörlük binası önünde ‘duran insan’ eylemi yaparak kitap okuyan 5 öğretim emekçisine, ‘izinsiz kitap okudukları’ gerekçesiyle soruşturma başlattı...” Habere göre bu 5 kişi 1 profesör, 3 doçent ve 1 öğretim görevlisinden oluşuyor. Evet, dün ‘Öğretmenler Günü’ydü… Bunu fırsat bilerek önce ilkokuldan lise son sınıfa uzanan bir zaman diliminde beni bugünkü Ahmet Cemal yapmış bütün öğretmenlerimi, özellikle de ilkokulda bana okuma yazmayı öğreten Meliha Öğretmen’i, ortaokul ve lisede de bana tarih bilincini kazandıran Rahşan Işılay ile edebiyat sevgisini aşılayan Mahmedet Şahinler’i şükranla anıyorum. Ve bunun hemen ardından, kapısında ‘Üniversite’ yazan bir kurumun başında iken, o üniversitede çalışan öğretim elemanları hakkında “Rektörlüğün önünde ‘duran insan’ eylemi yaparak izinsiz kitap okudukları” gerekçesiyle soruşturma başlatan bir rektörü de bu basiretinden(!) ötürü tekrar tekrar kutlamak istiyorum! Ancak üniversite düzeyinde kutlamak istediğim kişi ve makamlar bununla sınırlı değil. Halen sayıları 180’i bulduğu söylenen resmi ve özel üniversitelerimiz arasında bulunan ve bir üniversitede öğretim elemanları hakkında ‘izinsiz kitap okudukları’ gerekçesiyle soruşturma açılması karşısında suskun kalabilen bütün üniversitelerin rektörlüklerini ve rektörlerini de kutluyorum – suskunlukları ile bilimi böylesine kirletebildikleri, bilim insanlığının onurunu böylesine ayaklar altına alabildikleri için! Bu kadar mı değerli? Evet, hepsine soruyorum: Konuştuğunuz takdirde yitirebileceğinizden korktuğunuz bütün o makamlar ve unvanlar, bu kadar mı değerli? Ya da ancak bu kadar mı değerli? Bütün o makamları ve unvanları asıl değerli kılan, saygınlığın ağırlığı ile donatan, onları taşıyan kişilerin bilimin onurunu korumaya, hem de ne pahasına olursa olsun korumaya yönelik kararlılıkları değil midir? Ve kimi zaman bilimin onurunu savunabilmek, ancak belli makamlarda bulunmayı veya belli unvanları taşımayı reddetmekle gerçekleştirilebilecek bir eylem niteliğini kazanmaz mı? Gezi Parkı Direnişi, dev bir çığı yerinden oynattı. Şimdi o çığ, on yıllık bir iktidarı her gün daha bir yıkıma sürüklemekte. Hadi diyelim artık körleşmenin doruğuna varmış bir iktidar ve onun muktedirleri bu durumu göremez hale geldiler. Peki ya sizler, yani ‘izinsiz kitap okudukları’ için haklarında soruşturma açılan meslektaşlarını savunmak için parmaklarını oynatamayan sözde bilim insanları, sizler de mi böyle bir körleşmenin kurbanı oldunuz? Gezi Parkı Direnişi başladıktan hemen sonra, bu tür yasakların o direnişte şahlanan gençler tarafından parklarda kurulan ilk kitaplıklarla birlikte tarihin çöplüğüne atıldığını nasıl olur da göremezsiniz? Yazıklar olsun! ANKARA Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) bürokratları, hükümetin “Alevi açılımı” kapsamında, 2009’da, Ankara Devlet Tiyatrosu tarafından sahneye taşınan, o günden bugüne kapalı gişe sahnelenen “Kerbela” adlı oyunu Bakan Nabi Avcı’nın izlemesini uygun bulmadı. Bakan Avcı’nın “Öğretmenler Günü” nedeniyle 81 ilden gelen öğretmenlerle birlikte izleyeceği oyunu önceden izleyen MEB bürokratlarının, Bakan Avcı’ya, “Oyun, izlenmeye uygun değil” şeklinde bilgi notu geçtiği kaydedildi. Bunun üzerine Avcı’nın “Kerbela”yı izlemeyi son anda programından çıkardığı öğrenildi. MEB’den yapılan açıklamada şu ifadelere yer verildi: “Bakan Bey’in o gün böyle bir programı yoktu. Eskişehir programı vardı. Daha sonra da Meclis Başkanı Cemil Çiçek ile görüşecekti. Bürokratlar yeterli sayıyı yakalayamadığı için bu programa gitmemişler.” u Ayşe Emel Ankara Devlet Tiyatrosu’nca, Mesci’nin 2009’dan bu yana sahnelenen yönettiği oyun “Kerbela” adlı oyun, hükümetin “Alevi açılımı” kapsamında sahneye ‘kapalı gişe’ taşınmıştı. Aynı zamanda gazetemiz oynuyor. yazarı da olan Ayşe Emel Mesci’nin Oyunu Emine yönettiği oyun, bugüne değin “kapalı gişe” oynuyor. Oyunu 2010’da, ve Sümeyye Başbakan Tayyip Erdoğan’ın eşi Erdoğan, bakan Emine Erdoğan , kızı Sümeyye eşleriyle birlikte Erdoğan ve kabinedeki bakan izlemişti. eşleriyle birlikte izlemişti. Erdoğan, oyun çıkışında gazetecilere, “Epey tuttum kendimi, ama sonunda dayanamadım. Gerçekten oyun çok duyguluydu. 1370 yıl önceki zulüm, gönül ister ki dünyamızda artık olmasaydı. Bunlar ibret olsun, bunlardan ibret alınmasını diliyorum. Tüm dünyamızda ve ülkemizde son bulsun inşallah. Oyunu sahneleyen arkadaşları tebrik ediyorum, çok güzel bir oyun ortaya koydular” açıklamasında bulunmuştu. MEB Bakanı Nabi Avcı da oyunu, “Öğretmenler Günü” nedeniyle 22 Kasım akşamı, 81 ilden gelen öğretmenlerle birlikte izleyecekti. Devlet Tiyatroları da söz konusu oyun için tüm protokolü yürütmüş ve öğretmenler için salonu kapatmıştı. Ancak son anda Bakan Avcı’nın programından “Kerbela” oyunu çıkarıldı. Söz konusu oyunu bakanlık bürokratlarının iki gün önce izlediği ve izledikten sonra da Bakan Avcı’ya, “Oyun, izlemeye uygun değil” şeklinde bilgi notu düştüğü öğrenildi. Avcı’nın da söz konusu oyunu, bu nedenle izlemediği kaydedildi. Avcı’nın izlememesi nedeniyle de 22 Kasım gecesi sahnelenen oyunda, salonda yalnızca öğretmenlerin bulunduğu belirtildi. İKSV BAŞKANI BÜLENT ECZACIBAŞI BUGÜN AÇIKLAMA YAPACAK Kültür Servisi İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV) Şişhane’deki merkez binası Deniz Palas’ın satılmasından vazgeçildiği öğrenildi. İKSV’nin yönetim kurulu toplantısında, konuyla ilgili çeşitli çevrelerden gelen tepkiler değerlendirildi ve binanın satılmamasına karar verildi. İKSV adına 2004’te alınan bina, Doğan Tekeli tarafından restore edilmiş, 2010 yılında faaliyete açılmıştı. Ancak son dö Deniz Palas satılmıyor Uygarlığın doğuşu sergileniyor nemde vakfın borçlarını karşılamak üzere binanın satılacağı konuşulmuş ve talipler arasında Doğuş Grubu ve Erol Tabanca’nın adı anılmıştı. Vakfın yönetim kurulu başkanı Bülent Eczacıbaşı da “Borçlu bir vakıf lüks binada oturmaz” açıklaması yapmıştı. Bülent Eczacıbaşı, bugün gazetecilerle buluşarak satıştan vazgeçilmesinin nedenlerini ve ayrıntılarını açıklayacak. DEMET YALÇIN GÖBEKLİTEPE KALINTILARINDAKİ 12 BİN YILLIK HAYVAN FİGÜRLERİ URFA’DA BİR FOTOĞRAF SERGİSİNDE TANITILIYOR ŞANLIURFA Dünyanın en eski tapınağı olarak bilinen, MÖ 10 bin yıllarından kalma Göbeklitepe’de 1995’ten beri devam eden kazılarda bulunan hayvan figürleri Doğuş Grubu’nun ana sponsorluğunda düzenlenen bir fotoğraf sergisiyle Urfa’da tanıtıldı. Sergide tilki, yılan, yaban domuzu, turna, ördek ve aslan gi Buluntular yetkin bir taş işçiliğini yansıtıyor Avcıtoplayıcıların yerleşik hayata, çiftçiüretici düzene geçerken inşa ettikleri bu anıtlar, yetkin bir taş işçiliğini yansıtıyor. Taş üzerinde kabartma tekniğiyle yapılan heykellerin zenginliği, insanların neolitik dönemde sanıldığının aksine son derece karmaşık bir düşünsel düzeye ulaştığını gösteriyor. 1995’ten beri kazı başkanlığını yürüten Klaus Schmidt’in anlatımına göre heykellerde saldırgan hayvan figürleri çoğunlukta. Bu figürlerin kötülükler ve tehlikelerden korunmak amacıyla yapıldığı tahmin ediliyor. Kazılarda bulunan sütunların bir kısmı henüz açılmayan Urfa Müzesi’nde korunuyor. bi hayvan figürlerinin seramiklere basılan, fotoğrafçı Zekai Demir’in çektiği 25 fotoğraf yer alıyor. UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi’ne alınan ve dünya basınında büyük yankı uyandıran Göbeklitepe, bugüne kadar çok az bir bölümü kazılmış olmasına rağmen şimdiden “medeniyetin doğduğu yer” olarak tanımlanıyor. Göbeklitepe’nin Mısır piramitlerinden 7 bin 500 sene, İngiltere’deki Stonehenge’den ise 8 bin yıl önce inşa edildiği biliniyor. Dün gerçekleştirilen açılışa Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, Şanlıurfa Valisi Celalettin Güvenç ve Belediye Başkanı Eşref Fakıbaba katıldı. Ece Vahapoğlu’nun koordinatörlüğünde gerçekleştirilen proje kapsamında Şanlıurfa Vali Kemalettin Gazezoğlu Kültür ve Sanat Merkezi’nde açılan seramik baskı sergisi 30 Kasım’a kadar ücretsiz görülebilecek. Sergi 2014 Şubatı’nda İstanbul’a gelecek.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle