01 Ocak 2025 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER CUMHURİYET 11 OCAK 2011 SALI EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Yunanistan Başbakanı’na Mektup... “Kıbrıs’taki işgal sona ermeden Türkiye’nin AB’ye üye olamayacağını” iddia etmenin, iyi niyeti yansıtan, Kıbrıs ile ilgili gerçeklerle bağdaşan, mantık ve adalet ölçülerine ve AB’nin değerler manzumesine ve AB’nin öz çıkarlarına uygun düşen bir izahı olabilir mi? Bu yersiz iddia karşısında Kıbrıslı Rumların adada çözüme ihtiyaç duyması beklenebilir mi? kişiliğiniz zannımca bu beklentiyi haklı kılmaktaydı. Halbuki, TürkYunan dostluğunun önemine ilişkin birkaç olumlu cümleniz de maalesef, polemik yaratan sözlerinizin arasında kayboldu gitti. İç ve dış basın, konuşmanızı, Erzurum’da Türkiye ve Yunanistan başbakanları arasında sert tartışmalar cereyan ettiğini gösteren başlıklarla yansıttılar. Bununla beraber, Palandöken’deki konuşmanızın iç politika amaçlarınıza uygun düştüğü hükümet sözcünüzün yaptığı ve Türk basınına da yansıyan açıklamasından anlaşılmaktadır. Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunların üstesinden ortak çıkarlar anlayışıyla gelinebilmesi ve karşılıklı güvene dayalı ilişkilerin kurulup sağlıklı biçimde geliştirilebilmesi için, öncelikle, iki devlet arasındaki sorunların listesi üzerinde gerçekçi biçimde mutabık kalınması gerektiğine inananlardanım. Zira iki devlet arasındaki sorunlar sadece “kıta sahanlığının sınırlarının belirlenmesinden” ibaret değildir. Ayrıca, Türkiye’nin Yunan hava sahasını ihlal ettiği yolundaki iddialarınızın da Yunanistan’ın, Ege’de 6 mil olan karasuyu genişliğine rağmen hava sahasını 10 mil olarak belirlemiş bulunmasından kaynaklandığını bilenlerdenim. Türkiye’yi Kıbrıs’ta “işgalci” olarak niteleyen ve “işgal sürdüğü müddetçe Türkiye’nin AB üyesi olamayacağına” dair görüşünüze gelince: Kıbrıs sorununu yaratan tarafın Türkiye ve Kıbrıslı Türkler olmadığı tarihi bir gerçektir. Türkiye’nin dış politika hedeflerinde, Kıbrıs’la ilgili olarak, “ENOSİS” kavramıyla eşanlamda Türkçe bir kavramın hiçbir zaman yer almadığı da bir başka hakikattir. 1960 antlaşmaları Türkiye tarafından desteklenip benimsenmiştir. Türkiye bu antlaşmalarla Kıbrıs’ta ebedi bir barış ortamının yaratıldığı anlayışında olmuştur. Zamanın Dışişleri Bakanı Zorlu’nun ve Başbakan Menderes’in buna dair demeçleri ve Türk hükümetlerinin 1964 yılına kadar olan programları bu gerçeği teyit etmektedir. Buna karşılık, Yunanistan’ın 1960 antlaşmalarına hangi gözle baktığını, müteveffa pederiniz Başbakan Andreas Papandreu’nun “Namlunun Ucundaki Demokrasi” adlı kitabında açık biçimde anlatılmaktadır. Yine, aynı kitapta, müteveffa dedeniz Başbakan Yorgo Papandreu’nun Makarios ile anlaşarak 1964 yılında Kıbrıs’a “gizlice 20 binden az olmayan” sayıda asker sevk ettiğine dair tarihe kayıt düşen bilgiler de yer almaktadır. Makarios, 19 Temmuz 1974 günü BM Güvenlik Konseyi’nde yaptığı konuşmada Kıbrıs’ın istila ve işgal edildiğinden söz etmiş ve “işgalci” olarak Türkiye’yi değil, Yunanistan’ı zikretmiştir. Kıbrıs’ta 15 Temmuz 1974’ten itibaren yaşanan gelişmeler Yunanistan’ın adada gerçekleştirdiği askeri darbenin sonucu olmuştur. Türkiye 1960 Antlaşmalarına dayanarak adaya müdahale etmiş ve ENOSİS’i önlemiştir. Kıbrıs’ta askeri darbe yapan Yunanistan bu olaydan bir yıl sonra AB tam üyeliğine ehil görülmüşse, Kıbrıs’ta ENOSİS’i önlemiş olan Türkiye AB’ne Kıbrıs sorunu yüzünden neden üye olamasın? Kıbrıs sorununa çözüm bulma girişimleri daima Kıbrıs Rum tarafınca engellenmiştir. Bu da Kıbrıs ile ilgili bir başka gerçektir. Bu gerçeğin en son örneği 24 Nisan 2004 referandumunda yaşanmıştır. Kıbrıslı Türkler kabul ederken Annan Plânı’nı reddeden, böylece, Ada’da çözümsüzlükten yana tercihini kullanmış olan, ayrıca, Kıbrıs sorununu yaratmış bulunan Kıbrıslı Rumlar, referandumdan sadece bir hafta sonra AB’de masaya tam üye olarak oturabilmişse, Kıbrıslı Türkleri çözüm için açık biçimde yönlendirmiş ve teşvik etmiş olan Türkiye AB’ye neden üye olamasın? “Kıbrıs’taki işgal sona ermeden Türkiye’nin AB’ye üye olamayacağını” iddia etmenin, iyi niyeti yansıtan, Kıbrıs ile ilgili gerçeklerle bağdaşan, mantık ve adalet ölçülerine ve AB’nin değerler manzumesine ve AB’nin öz çıkarlarına uygun düşen bir izahı olabilir mi? Bu yersiz iddia karşısında Kıbrıslı Rumların adada çözüme ihtiyaç duyması beklenebilir mi? ONUNCU KÖY BEKİR COŞKUN ‘Cumhuriyet Bir Anıttır’ İlhan Selçuk’la Akyaka’ya her gelişinde, evde, bahçede, denizde, kahvede, gazinoda en çok konuştuğumuz neydi? Cumhuriyet gazetesinin bizlerden sonra ne olacağı! Er geç çekip gidecektik. Birimiz bir süre daha yaşamda kalırsa görecekti, bu anlamlı gazetenin yaşayıp yaşamayacağını; eski gücüyle etkisini sürdürüp sürdüremeyeceğini!.. İlhan, erkenden gitti. Daha doğrusu gitmedi, gitmeye zorlandı. Acılar çektirdiler, ağır suçlamalar yaptılar, sabah karanlığında evini bastılar, sanki bilerek yok olmasını istediler. İlhan gitti! “Cumhuriyet” yaşıyor. Cumhuriyet’in değerini bilen cumhuriyetçiler, yazarları, çalışanları, okurları ile Atatürk’ün verdiği adla, ona tanıdığı görevle, Yunus Nadi, Nadir Nadi, İlhan Selçuk’la ayakta... Seksen yıllık bir görevi, bir savaşımı yaşıyor, yaşatıyor! Daha da kuşaklar boyunca sürdürmek çabasında... Kimi zaman kuşkular başlıyor. Öteden beri bu gazeteye diş bileyenler arada bir bu tutumu, bu gidişi bozmak isteyenler var! Öyle böyle diye, söylentiler, beklentiler başlatılıyor. Ama inançlı bir kadro sımsıkı tutunmuş birbirine, belli bir çizgide... İlhan’a bir haber uçursak, diye içimden bir ses!.. Nasıl olur bilmem? Ölmek büsbütün yok olmak değildir. Bir sezgi mi, bir duyarlık mı, bir özlem mi, neyse o, sevdiğimiz kişiye bambaşka bir yaşam verir, kazandırır. Benim için de İlhan uzaklarda değil! Hele şu Akyaka’da kıyıda, denizde onu arayıp bulmak öyle kolay ki... Hep böyle mi gider, gidecek? İlhan Selçuk’un yokluğunda, onun denetiminden uzakta, ama onun dilediklerini, onun özlediklerini, onun yaratmak, kurmak istediklerini gerçekleştirmek yolunda olduğumuz için seviniyorum. İlhan kendinden sonrasını hazırlamış bile! Tek tek adlarını vermeyi gerek görmediğim bütün arkadaşların da benim gibi düşündüklerini biliyorum. Bu gazete, Mustafa Kemal’in kurduğu bu gazete, kuşaklarca yaşayacak, yaşamalı, bir kutsal emanet gibi gençlerden başlayıp, devrimlere, çağdaşlığa, uygarlığa inanmış insanlarla, geleceklere doğru yürümeli... Bir nedeni mi var, bir gereği mi var bu sözleri yinelemenin? Ülke günden güne bir karanlık çıkmaza doğru gider gibi! Günden güne korumasız, savunmasız, güçsüz bırakılmak isteniyor. Güven veren güçler azalıyor, azaltılıyor... Cumhuriyet’in önemi, değeri, varlığı işte böyle bir dönemde kat kat artıyor, bilinçli yığınların nerdeyse tek güvencesi oluyor. Cumhuriyet, İlhan’ın, Nadir Bey’in, Mustafa Kemal’in Cumhuriyet’i yıkılmaz bir anıttır. İşte en kıdemli yazarının size seslenişi!.. Heykeli Yapılmayacak Adam... Demek ki bu arkadaşlar heykel sevmiyorlar. Heykel dediğin; put… Nitekim Başbakan Heykeltıraş Mehmet Aksoy’un Kars’ta yaptığı heykeli görünce kızdı. “Bu ucube şeyi yıkın… Bir de şehit Ebul Hasan Harakani hazretlerinin yanına koymuşlar…” dedi. Heykeltıraş Aksoy’a 1990’da Sedat Simavi ödülü verdiler. Almanların ona yaptırdığı heykel Bonn’da. Luthar Platz ve Bundengartenschen ödüllerini almış birisi. Heykellerini kamyonlara yükleyip şehir şehir gezdirdiler Almanlar, herkes görsün diye… Önceki gün sevgili Can Dündar yazdı; o heykelleri getirirken gümrükte “Nâzım” heykelini fark edip yakaladılar ve ilk kez bir heykel gözaltına alındı o zaman. Ben biliyorum, muhtemelen görevliler “Ya kaçarsa” dediler. Amir kızdı: “Taş ulan, kaçar mı?..” Memur: “İçeri atıldığına göre, kaçarsa kim tutar?…” Başbakan’ın “ucube” dediği heykelin adı ise; İnsanlık Anıtı… 35 metre yüksekliğinde bir insan, ortadan ikiye bölünmüş, bir yarısı öbür yarısı ile kavgalı… Bir yanı, ağlayan öbür yanına el uzatmıyor… İnsanlık ancak bu kadar iyi anlatılır… Ama bunlar heykel sevmiyorlar. Çünkü heykel dediğin; put… Başbakan’a göre “Ebul Hasan Harakani hazretlerinin türbesinin yanına” yapılmasındaki sakınca da zaten heykelin dinen “put” sayılmasından… Yoksa ne zararı var heykelin Ebul Hasan Harakani hazretlerine?.. Bunun daha birçok nedeni varsa bile, bence asıl nedeni Başbakan’ın “Ucubeyi yıkın” sözlerinde saklı… Heykel zarafettir çünkü… Saygıdır… Zevktir… İnceliktir… Üç boyutlu şiirdir… Palavraya gelmez, her şey ortadadır… Dürüstlüktür… İfadedir… Ve onu anlamak için zekâ ister… Kültür ister… Bir de… Adam gibi adamların heykelini yaparlar… bcoskun@cumhuriyet.com.tr Tugay ULUÇEVİK Emekli Büyükelçi Sayın Papandreu Elen Cumhuriyeti Başbakanı ATİNA Ekim 2009’da aldığı inisiyatifle ve 1415 Mayıs 2010 tarihinde Atina’ya gerçekleştirdiği ziyaretiyle “sıfır sorun” hedefi doğrultusundaki politikayı Yunanistan’a yönelik olarak da uygulamaya koymuştur. Bu politikanın, 58 yıl önce yaşadığım dostluk olayının daha görkemlisini torunuma yaşatmasını ve kalıcı sonuçlar vermesini yürekten diliyorum. Zatıâlinizin Erzurum’a gelerek Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nın düzenlediği “3. Büyükelçiler Konferansı’na” hitap edeceğinizin açıklanması, Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkilerin gelişmesini hızlandıracak ve sorunların halledilmesini kolaylaştıracak müsait bir havanın oluşmasına ilave katkılar yapacağı yolundaki umutları ve beklentileri kuvvetlendirmiştir. Erzurum’da halka yaptığınız hitapta dile getirdiğiniz “Geçmişin önyargılarını bir kenara bırakmalıyız; geçmişin rekabetlerini unutmalıyız. Artık önyargıların duvarını yıkmak istiyoruz” şeklindeki sözlerinizin Türkiye’de herkes tarafından takdirle karşılandığına ve gönülden paylaşıldığına inanıyorum. Ancak, büyükelçilere hitabınızda Türkiye ile Yunanistan arasındaki ihtilaflı konuları açmanız, Türkiye’yi suçlamanız ve özellikle “Kıbrıs’ta işgal sürdükçe Türkiye AB üyesi olamaz” şeklinde konuşmanız, “önyargıların duvarını yıkmada” güçlüklerinizin ve hatta imkânsızlıklarınızın bulunduğunu ortaya koymuştur. Erzurum’daki toplantıda dile getirmiş olduğunuz görüşlerin “bunlar Yunanistan’ın bilinen görüşleridir” şeklindeki bir düşünceyle geçiştirilmeye müsait olduğunu sanmıyorum. Bu görüşlerinizi Yunanistan’da veya uluslararası forumlarda ifade etmiş olsaydınız, bu şekilde bir tevil belki yapılabilirdi. Oysa, siz, Başbakan Erdoğan’ın geçen yıl Atina’ya yaptığı tarihi ziyaretten sonra, Erzurum’da Türkiye’nin Başbakanı’nın ve bazı bakanlarının da katılacağı ve ismi “3. Büyükelçiler Konferansı” olan bir toplantıda konuşma yapmayı kabul etmekle, TürkYunan ilişkileri tarihinde bir ilk olayda baş aktör olmayı üstlenmiş bulunuyordunuz. Toplantıya katılan Türk dostlarınız ve konuşmanızı TV’den canlı olarak izleyen milyonlarca Türk vatandaşı, bu rolünüzü ifa ederken, sizden, Türk Yunan sorunlarına ilişkin konularda “bunlar Yunanistan’ın öteden beri bilinen görüşleridir” şeklinde nitelendirilecek polemiğe yol açan sözler değil, münhasıran Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkilerin geleceği hakkında çığır açıcı akilane sözler dile getirmenizi beklemekteydi. Sizin mümtaz M uhterem Başbakan, Kral I. Paulos’un ve Kraliçe Frederika’nın 8 Haziran 1952 günü başlayan Türkiye’yi ziyaretinin Ankara bölümüne tanıklık ettiğim zaman 13 yaşındaydım. Yüksek misafirlerin geçtiği yol boyunca sıralanmış olan izciler arasında ben de vardım. Türkiye ile Yunanistan arasında o gün yaşadığım bu dostluk olayının bir benzerine, aradan geçen 58 yıl boyunca bir daha şahit olamadım. Türkiye’nin dış siyasetinin ana hedefi ve temel ilkeleri Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından tespit edilmiştir. Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” vecizesi diplomasimizin düsturu olmuştur. İstiklal Savaşımızı kazandıktan sonra Atatürk’ün 1. Dünya Savaşı’nda vatanımızı işgal etmiş olan güçlere dostluk eli uzatması ve bu çerçevede yaşanan AtatürkVenizelos dostluğu, Türkiye’nin dış politikasının yürütülmesinde daima ilham kaynağı oluşturmuştur. Türk hükümetinin uyguladığı “komşu ülkelerle sıfır sorun” politikası, kuşkusuz Atatürk’ün Türkiye için çizdiği barışçı dış politikanın ruhuna ve geleneklerine uygundur. Başbakan Sayın Erdoğan, Yargının Saygınlığı Sıtkı ERGÜNEY Y argı demokratik rejimlerin güvencesi ve onurudur. Yargının bu işlevini koruyabilmesi, sürdürebilmesi başta devleti yönetenlerin olmak üzere meslek mensuplarının ve sivil toplumun görevi olmalıdır, olmak zorundadır. Yargıçlar karar verirlerken yasaların kendilerine tanımış olduğu “takdir yetkisi” ni titizlikle, özenle kullanarak “adaletin yerini bulması”nı sağlamak adına çok önemli hizmet yaparlar. Yüksek yargı organları aldıkları kararlarla ülkedeki demokratik ve laik hukuk sisteminin işleyişine, sağlıklı gelişerek kökleşmesine katkıda bulunurlar. Yargıya, başta siyasilerden olmak üzere dışarıdan gelecek her müdahale ve baskı, toplumda hukuka duyulan güveni sarsar, hukukun saygınlığına gölge düşürür. Hukuka güvenin bittiği yerde ise devlet bitmiş olur. Son yıllarda yargı kurumunun sorumlulukları, yetkileri ve işleyişi üzerinde çok fazla ve ölçüsüz, gereksiz yorumlar yapılıyor, görüşler açıklanıyor. Sokaktaki vatandaşın haklı olarak kafası karışıyor. Toplumda; Yargı, hükümetin güdümünde olması gereken bir kurummuş gibi bir imaj oluşturulmaya çalışılıyor. Her mesleğin saygınlığını korumak, öncelikle o meslek mensuplarına düşer. Bu da, avukatlar da dahil olmak üzere tüm yargı mensuplarının meslek onuruna yakışan duruş ve davranışları ile yargıç ve savcıların verecekleri kararların toplumda her hangi bir şüphe ve tereddüt yaratmamasıyla sağlanabilir. Sonuç olarak: Toplumun hukuka ve yargıya olan güven ve saygısını korumak, arttırmak herkesin görevidir. Bu görev şu veya bu nedenle gerektiği kadar yerine getirilmiyor, getirilemiyorsa avukatı, savcısı, yargıcı ile tüm meslek mensuplarının evrensel ve çağdaş hukuk anlayışı içinde mesleklerine sahip çıkmaları işin “olmazsa olmaz” koşuludur! Haydi göreve… C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle