05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 29 OCAK 2008 SALI 4 HABERLER YÖK Başkanvekili Prof. Dr. İsa Eşme, türbanın önü açılırsa üniversitelerle sınırlı kalmayacağını söyledi DÜNYADA BUGÜN ALİ SİRMEN ‘Ekümenik’lik Konusu Yunanistan Başbakanı Kostas Karamanlis’in Türkiye ziyareti, iki ülke arasındaki konuların yeniden gündeme gelmesine yol açtı. “Hoş Geldiniz Sayın Karamanlis” başlıklı yazıda bunların neler olduğunu, çoğunda yeni bir açılım beklenmemesi gerektiğini yazmaya çalışmıştım. Nitekim de öyle oldu. Patrikhane’nin ekümenikliği konusunda ise yeni gelişmeler beklenebileceği, Başbakan ile Dışişleri Bakanı’nın açıklamalarından anlaşılıyor. Başbakan Erdoğan, Karamanlis’in ziyareti sırasındaki basın toplantısında bu konuyla ilgili soruları yanıtlarken “Aslında ekümeniklik konusu Hıristiyan Ortodoks âleminin kendi iç sorunudur ve seçimlerine varıncaya kadar Türkiye’nin şu ana kadar takındığı tavır, olumlu yaklaşım ortadadır” diyerek esnek bir yanıt vermiş bulunuyor. Bu konuda Dışişleri Bakanı Babacan’ın açıklaması bir politika değişikliğinin habercisi olarak kabul edilebilir mi? Babacan “Uzun vadeli baktığımızda, Türkiye’nin ve İstanbul’un pozisyonunu dikkate aldığımızda, belki bizim de biraz daha farklı bakmamızı, bu konuları tabu olarak düşünmememizi getirecek bir konu. Türkiye’ye neler güç katar, gücünden neler bazı şeyleri götürür, bunu çok dikkatle hesap etmek gerekir” diyor. ??? Öyle anlaşılıyor ki AKP iktidarı bu konuda, Yunanistan’ın ve AB ile ABD’nin isteği doğrultusunda bir fikir hazırlığı içinde. Dilerseniz, konunun ne olduğunu enine boyuna kavrayabilmek için “ekümenik” kavramı üzerinde duralım. Kelime anlamı evrensel olan ekümenik kavramı, MS 37’de kurulan Fener Rum Patrikhanesi’nin 6. yüzyılda Bizans tarafından bütün dünya Ortodokslarını temsil ettiği ileri sürülmesi ve ona bu niteliğin verilmesiyle ortaya çıktı. Patrikhane’nin bu niteliğini savunanlar o günden bu yana, bu niteliğin kesintisiz olarak sürdüğü savına sarılırlar. Oysa, İstanbul’un fethinden sonra, Patrikhane kesintisiz olarak sürmemiş, ama bir yıl aradan sonra, Genadius’un Fatih Sultan Mehmet tarafından nasp edilmesiyle yeniden ortaya çıkmıştır. Osmanlı çöküş döneminde, kendi birliğine karşı çıkan Patrikhane’ye bir fitne yuvası olarak bakmış, hatta Mora İsyanı’nı destekleyen patriği astırmıştır. Mondoros Mütarekesi’nden sonra, Etniki Eterya Cemiyeti’nde Patrikhane’nin atkif bir rol oynaması da Ankara Hükümeti’nin bu kurumun Türkiye sınırları dışına çıkarılması görüşüne sarılmasına neden olmuştur. Ama Türk delegasyonu Lozan’da bu isteğini elde edememiştir. Lozan Antlaşması metninde Patrikhane ile ilgili bir hüküm yok. Konu yalnızca müzakere zabıtlarında var. O da Türk Başdelegesi İsmet Bey’in, Rıza Nur aracalığıyla muttali olduğu Curzon’un yardımcısı Nicholson’un talebi üzerine, bir görüşme sırasında, Patrikhane’nin herhangi bir siyasi faaliyette bulunmayacağını temin eden Curzon’a , “Sözlerinizi garanti kabul ediyor ve bu koşullarla Patrikhane’nin İstanbul’da kalmasına rıza gösteriyoruz” sözleridir. ??? Görülüyor ki, Lozan’da Patrikhane’nin ekümenik niteliğinin TC tarafından kabulünü amir olan bir hüküm yok. Laik Türkiye Cumhuriyeti, herhangi bir dinsel grubun lideri olarak Patrik seçimine karışmaz. Patriğin yalnızca Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olması şartı aranır. Patrikhane’nin tüm dünya Ortodokslarını temsil edip etmediği konusunda karar verecek olan da dünyadaki Ortodoksların tümüdür ve Bulgaristan ile Rusya kiliseleri, İstanbul’daki Fener Patrikhanesi’nin kendileri üzerindeki otoritesini kabul etmezler. Durum böyleyken, hiç değilse teoride hâlâ laik olan Türkiye Cumhuriyeti’nin hangi sıfatla, hangi yetkiyle onların içişlerine karışarak karar verebileceğini de, bu konuda Türkiye’den ekümeniklik yanında tavır koymasının istenmesindeki mantığı da anlamak güçtür. Talebin, ABD ile Vatikan’ın isteklerinden kaynaklandığını biliyoruz. Ama, ABD’nin de tıpkı Vatikan gibi böyle bir karar yetkisi yoktur. Kısacası Fener’in ekümenikliği dünya Ortodokslarının bir iç sorunudur. Şimdiye dek bu görüşü sürdürmüş olan Türkiye’nin tavır değiştirmesinin makul bir gerekçesi yoktur. Onun bunun ivazına kapılmanın bir anlamı yok. ‘Başı açık öğrenci kalmaz’ FIRAT KOZOK ANKARA YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ın göreve geldikten hemen sonra imza yetkilerini elinden aldığı Başkanvekili Prof. Dr. İsa Eşme, türbanın önünü açan bir düzenlemenin üniversitelerle sınırlı kalmayacağını vurguladı. Olası bir serbestinin kız ve erkekler için ayrı sınıf, çarşaf, peçe gibi talepleri beraberinde getireceğine işaret eden Eşme, serbestinin kamu kurumlarına da yayılacağını öğrencilerin başörtülü beden eğitimi öğretmeniyle karşılaşabileceğini söyledi. Prof. Dr. İsa Eşme, türban tartışmaları konusunda Cumhuriyet’e değerlendirmelerde bulundu. Yasal yaptırımların başörtüsüne geçit vermeye ? Yasal yaptırımların başörtüsüne geçit vermeyeceğini düşündüğünü ifade eden Eşme, bu engelin de aşılması durumunda, Türkiye’nin ciddi tehlikelerle karşı karşıya kalacağını belirtti. Türban serbestliğinin, okullardaki eğitim ortamını Cumhuriyet öncesine götüreceğini belirten Eşme, “Bazı üniversitelerde birkaç yıl sonra başı açık öğrenci kalmaz” dedi. ceğini düşündüğünü ifade eden Eşme, bu engelin de aşılması durumunda, Türkiye’nin ciddi tehlikelerle karşı karşıya kalacağını belirtti. Eşme, bu tehditleri şöyle sıraladı: Üniversitelerle sınırlı kalmaz: Başörtüsü serbestisi, yalnız üniversitelerle sınırlı kalmaz. Ortaöğretime, ilköğretime ve nihayet hızlı bir şekilde kamu kurumlarına da yayılır. Bunun işaretleri çoktandır görülüyor. Başörtülü beden eğitimi hocası olur: Tanınacak serbestlik, başörtüsü ile sınırlı kalmaz. Peşinden başka talepler de gelir. Çarşaflı, peçeli, eldivenli öğrenciler görmeye başlarız. Böyle kıyafetlerle, tıp, mühendislik, hemşirelik ve bazı öğretmenlik programları gibi uygulamalı eğitim yapan alanlarda eğitim sıkıntıya girer. Başörtülü ve mantolu olarak derse gelen beden eğitimi öğretmeni adayına nasıl eğitim yaptırılabilir? Ayrı mekân talepleri gelir: Eğitimde cinsiyet ayırımı talepleri gelir. Kız ve erkek öğrenciler önce sınıfta ayrı saflarda oturur, ikinci aşamada, ayrı mekân talepleri gelir. Karşı cinsin öğretmenliğine itiraz edilir. Üniversitelerde başı açık kalmaz: Üniversitelerin örgün programlarında 1.5 milyon öğrenci var. Yurt kapasitemiz sadece 200 bin. Öğrencilerin çok önemli bölümü, tarikatcemaat yurtlarında kalıyor. Bu yurtlarda, kız öğrencilere, önlenemeyecek baskı olur. Bu nedenle, başörtüsü serbestisi, kısa zamanda örtünme zorunluluğuna dönüşür. Bazı üniversitelerde, birkaç yıl sonra başı açık kız öğrenci göremez oluruz. Film geriye sarılıyor: Biz bunları 1990’lı yıllarda yaşadık. Şimdi film geriye sarılıyor. Hem de çok daha büyük boyutta. Bugün üniversitelerimizde 2 milyon 400 bin öğrencimiz var. Bunların 1 milyon 40 bin kadarı, yani yüzde 42’si kız öğrenci. Başını örtmek isteyen kız öğrencilerimiz 34 binleri geçmiyor. Onlar da sorunlarını çözmüş durumda. Laiklik için kırılma noktası olur: Böyle bir uygulama, Türkiye için, laik eğitim için tam bir kırılma noktası olur, okullardaki eğitim ortamını ve ülkemizi, Cumhuriyet öncesine götürür. Başörtüsü ısrarının fiiliyata geçmesi, bizi AB’ye değil, Ortadoğu ülkeleri düzeyine inmeye götürür. A TATÜRK’E HAKARET I NDEPENDENT: Yayla’ya 15 ay hapis ? Atatürk’e hakaret ve Kemalizme eleştiri nedeniyle mahkum olan Prof. Dr. Atilla Yayla’nın cezası ertelendi. Yayla, 2 yıl içerisinde aynı suçu yeniden işlerse hapis yatacak. İZMİR (Cumhuriyet Ege Bürosu) İzmir’de, AKP Gençlik Kolları’nın düzenlediği “AB ve Türkiye İlişkileri” konulu etkinlikte Atatürk’e hakaret etmekten yargılanan Prof. Dr. Atilla Yayla, 1 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırıldı. Cezası ertelenen Prof. Dr. Yayla, 2 yıl içerisinde aynı suçu yeniden işlemesi durumunda hapis yatacak. İzmir 8. Sulh Ceza Mahkemesi’nde görülen davanın karar duruşmasında Prof. Dr. Yayla hakkında hapis cezası çıktı. Mahkeme heyeti, Prof. Dr. Yayla’nın, Atatürk’e hakaret ettiğine karar vererek, önce 1 yıl 6 ay hapis cezası verdi. Mahkeme, sanığın mahkemedeki iyi halini göz önünde bulundurarak 6’da 1 oranında indirime gitti. Son haliyle 1 yıl 3 ay hapis cezası alan Prof. Dr. Yayla’nın cezası ertelendi. Mahkeme heyeti, sanığın 2 yıl içerisinde aynı suçu tekrar işlememesi halinde kararın iptal edilmesine hükmetti. AKP İzmir İl Gençlik Kolları tarafından 2006 yılının Kasım ayında düzenlenen “AB ve Türkiye İlişkileri” konulu etkinliğe katılan Prof. Yayla, burada yaptığı konuşmada, “Kemalizm ilerlemeden çok gerilemeye tekabül eder” demişti. Yayla konuşmasında, Atatürk’ü işaret ederek “İleride, neden her yerde bu adamın heykelleri, fotoğrafları var diye soracaklar. Üstünü örtemezsiniz. Bu mutlaka tartışılacak” yorumunu yapmıştı. Yayla, Kemalizmle ilgili olarak da “Kemalizmle ilgili tezime karşı tez bekliyorum ama umutlu değilim. Kemalizm medeniyeti çözücü bir süreçtir” demişti. Paneli yöneten AKP İzmir Milletvekili Zekeriya Akçam ise Yayla’nın sözlerinin sadece kendisini bağladığını, bu ifadelerin partilerine mal edilmemesi gerektiğini söylemişti. Renkli nesne ülkeyi böldü Dış Haberler Servisi Türban tartışmaları dış basında da yankı buluyor. İngiliz Independent gazetesi, “Türkiye türban yasağı kararı konusunda bölündü” başlıklı haberinde “küçük, kare, renkli bir nesne” olarak nitelendirdiği türbanın ülkenin siyasi sahnesinin merkezine yeniden girdiği yorumunu yaptı. İstanbul mahreçli Nicholas Birch imzalı haberde, kökleri siyasi İslamda olan AKP’nin ilk iktidara geldiği 2002’den bu yana türban yasağını kaldırması için muhafazakâr destekçilerinin yoğun baskısı altında olduğu kaydedildi ve isim vermeden MHP’ye atıfta bulunularak “Şimdi bu konuda sağ milliyetçi bir parti ile bir anlaşmaya vardı” denildi. İki partinin anayasayı değiştirmek için yeterli oyu bulunduğunu, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de girişimi desteklemesine kesin gözüyle bakıldığını kaydeden gazete, buna karşın “Sesli bir azınlık için türban, Batılı yaşam tarzına doğrudan bir meydan okuma, cahillik ve gerilik simgesidir” diye yazdı. Haberde, yasağı savunanların görüşleri aktarılırken de eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun planlanan anayasa değişikliğinin “dini diktatörlüğe doğru eğilimin bir parçası” olduğu yönündeki sözlerine yer verildi. Mustafa Suphi ve yoldaşları anıldı Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) kurucusu ve ilk genel başkanı Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı, Karadeniz açıklarında katledilişlerinin 87. yıldönümünde Dolmabahçe’de denize karanfil bırakılarak anıldı. Savaş Yolu dergisi üyeleri, çeşitli dergi, sivil toplum örgütü üyeleri ile söz konusu döneme tanıklık etmiş yurttaşlar, dün öğle saatlerine doğru Dolmabahçe’de Mustafa Suphi ve arkadaşları için saygı duruşunda bulundular. Grup daha sonra hep bir ağızdan “Kazıdım On Beşlerin İsmini Kanlı Kızıl Mermere” ve “TKP” marşlarını söyledi. Savaş Yolu Dergisi Genel Yayın Yönetmeni avukat Rasim Öz, TKP’nin kuruluşuna ışık tutan, 15’ler cinayetinden çıkan derslerin ve yaratılan boşluğun güncelliğini koruduğunu belirterek “Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın zafere ulaşmasında komünistlerin maddi ve fiziki katkıları inkâr edilemez” dedi. Okunan marşların ve şiirlerin ardından grup Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı için denize karanfil attı. (Fotoğraf: NİHAN İNAL) Yayınlarda milli eğitimin genel amaçlarını, temel ilkelerini geliştirme ilkesi kaldırıldı Hurafe dizilerine RTÜK’ten vize ? Üst Kurul’un yeni yasa taslağındaki düzenlemeyle özellikle hurafelerle süslenen ve kamuoyunda “sır dizileri” olarak bilinen programların ceza alması engellenecek. FIRAT KOZOK ANKARA Hurafelerle süslenen sır dizilerinin önlenmesinde ve yayıncı kuruluşların cezalandırılmasında dayanak oluşturan, yayınlarda “Türk Milli Eğitimi’nin genel amaçlarının, temel ilkelerinin ve milli kültürün geliştirilmesi”ni öngören ilke, Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’nun (RTÜK) tartışmalı yeni yasa taslağında yer almadı. RTÜK’ün yeni yasa taslağı, hurafe içerikli yayınların önünü açıyor. Mevcut yasanın “Yayın ilkeleri” başlıklı ikinci bölümünün “g” bendinde yer alan, “Türk Milli Eğitimi’nin genel amaçlarının, temel ilkelerinin ve milli kültürün geliştirilmesi” ibaresi, kurul tarafından son hali verildikten sonra Başbakanlık’a gönderilen yasa taslağında yer almadı. Üst kurulun yeni yasa taslağında yer vermediği söz konusu ibare, özellikle hurafelerle süslenen ve kamuoyunda “sır dizileri” olarak bilinen prog ramların önlenmesinde ve yayıncılarının cezalandırılmasında dayanak oluşturuyordu. Söz konusu programlar son olarak Şanlıurfa’da bir çocuğun ölümüne neden olmuştu. “Sırlar Dünyası” ve “Vicdan Aynası” adlı programları izleyen çocuklardan H. D. yeniden canlanacağı düşüncesiyle üst üste koyduğu minderlerin üzerine çıkarak boynuna doladığı eşarpla kendini pencereye asmıştı. Giderek artan programlar üzerine çözüm aramak zorunda kalan RTÜK, Diyanet İşle ri Başkanlığı’ndan görüş istemiş, Diyanet de, tartışmalara yol açan dini içerikli dizilerde dini ilkelerin göz ardı edildiğini ve bu dizilerin pasif dindarlık anlayışını da beraberinde getirdiğini açıklamıştı. RTÜK ise Diyanet’in görüşü ve RTÜK uzman raporları doğrultusunda “sır dizileri”ni yayımlayan yayıncı kuruluşlara müeyyide uygulanmasına karar vermişti. Yayıncı kuruluşlarla yapılan görüşmeler sonucunda bu tür programların birçoğu yayından kaldırılmıştı. asirmen?cumhuriyet.com.tr Gündemi bu kadar çok ve çabuk değişen başka bir ülke var mıdır, bilmiyorum. Benim gibi gündelik yazı yazan insanlar, tam bir gündem şaşkını olduk. Neyi nasıl takip edeceğimizi, yorumlayacağımızı şaşırıyoruz. “Ergenekon” adı verilen ve “çete” örgütlenmesi olarak haberlere yasıyan gelişmeler tüylerimizi diken diken ediyor. Cinayetler, bombalamalar, kendilerine göre “dost” kuvvet olarak kabul ettiklerini asıl hedefe koymalar, korkutucu, ürkütücü… Tabii daha da ürkütücü olanı, bunların devlet içindeki bağlarının sürdüğüne ilişkin ortaya çıkan belgeler. “JİTEM’i ben kurmuştum” diyor ve emekli olduktan sonra devletin, istihbaratın en kıymetli bilgilerini, belgelerini dosyalamaya devam ediyor. Bu belgeleri ona kim veriyor? Bu belgeleri ona neden veriyorlar ve ona bu bilgileri verme talimatları kimden geliyor? Asıl sorulması gereken sorular bunlar. Tabii, daha acısı, yıllardır ortalıkta kös kös dolaşan bu tür adamların tasfiye edilmesi için neden VEFAT Kozan eşrafından, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda Karacalı Çetesi ve Kozan Garnizon Komutanı, eski Kozan Belediye Başkanı Ahmet Yiğenoğlu’nun oğlu Çetelere Karşı Milli Mutabakat... bu kadar beklendiğidir... Yanlış anlaşılmasın, bu operasyonun önemini kabul ediyorum. Geç de olsa, çetenin çökertilmesini ülkemizin geleceği açısından son derece yararlı görüyorum. Türkiye’nin bir hukuk devleti olması için atılan bu adımların kalıcı olmasını diliyorum. ??? Bu arada, hep birlikte bu büyük operasyonun kalıcı bir hale gelmesi için, köklü sonuçlar yaratması için, hukukun üstünlüğü için, Türkiye’nin çetelerden temizlenmesi için, devletin içine işlemiş çeteciliğin kolunun kanadının kırılması için büyük bir duyarlılıkla hareket etmeli, gerçeklerin ortaya çıkması için desteğimizi sürdürmeliyiz… İdeolojik ve siyasi tercihlerimiz nedeniyle, bu operasyonu zaafa uğratacak anlayışlardan kaçınmalıyız. “Vatansever” sözcüğü kimseyi kandırmasın. Geçenlerde bir konuşmasında Hindistanlı solcu aktivist ve ünlü yazar Arundathi Roy, ülkemizdeki faşistleri Hindistanlı faşistlerle karşılaştırırken ilginç bir benzetme yaptı: “Her iki ülkenin faşistleri de vatanlarını, bayraklarını çok sevdiklerini söylüyorlar. Aslında onların sevdikleri ne bayrak ne de vatan. Onlar ‘nefret’i seviyorlar. Yalnızca nefreti seviyorlar.” Tabii bu nefret söylemlerini, elde ettikleri maddi çıkarlarla da beslediklerini unutmayalım. ??? Türkiye’nin derin çetelerle hesaplaşması kolay değil. Unutmayalım ki, bu ülkede 1950’lerden bu yana devlet içinde örgütlenen, ırkçı, demokrasi düşmanı bir yapılanma çok derinlere kök salmış durumda. Tabii bu kökleşmeyi üç askeri darbenin pekiştirdiğini de unutmamalıyız. Çeteleşmeyle mücadelede, kamplaşmanın ötesine geçmemiz gerekiyor. Cinayet şebekelerini savunmanın, onların yaptığına mazeret aramanın çok tehlikeli sonuçlar doğuracağını artık görmeliyiz. Unutmayalım ki, ortalığı karıştırmak isteyen çeteciler, farklı kişi ve kuruluşları hedef almayı da bir taktik olarak kullanıyorlar. Geçmiş olayları bu açıdan gözden geçirdiğimizde bunu daha iyi anlayabiliriz. ??? Şimdi ipin bir ucunun yakalandığını görmeliyiz. Devlet içindeki bir irade bu çeteleşmenin tasfiye edilmesi için yola çıkmış durumda. Bundan sonrasının daha sağlıklı gelişebilmesi için kamuoyu desteğinin büyük bir önemi olduğunu söyleyebiliriz. Kamuoyu deyince de medyanın buradaki önemi ortaya çıkıyor. Bu operasyonun derinleşmesi, bir daha eylem yapamayacak, cinayetler işleyemeyecek ölçüde işlevsiz hale getirilebilmesi için medyanın duyarlı ve etkili bir tutum göstermesi gerekiyor. YALÇIN YİĞENOĞLU dün (28 Ocak 2008 ) vefat etmiş, öğleden sonra Kozan’da toprağa verilmiştir. YİĞENOĞLU Ailesi ??? Çeteleşmeyle mücadele, hükümetleri aşan bir olaydır. Bu nedenle son operasyonun devlet içinde bir mutabakatı da yansıttığını ifade edebiliriz. O zaman bu mutabakatın daha kalıcı olması için, olaya siyaset üstü ve partiler üstü bir şekilde bakmak gerekiyor. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın bu operasyon konusunda sessizliğini koruması manidar değil mi? Operasyon yapan güçlere, yargıya cesaret verecek, hukuk devletinin güçlenmesini destekleyecek bir tutum göstermesi gerekmiyor mu? ??? Bir kritik eşiği aşıyoruz. Bu noktada ırkçı ve faşist olmayan bütün güçlerin demokratik bir hukuk devleti için el ele vermesi önemli değil mi? Bu ülkeye büyük acılar yaşatan ve değişik siyasi görüşten aydınlarımızı hedef alan bu çetecilik işinin dibine kadar inilmesi için bir milli mutabakat yaratmalıyız… Herkese görev düşüyor... CUMHURİYET 04 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle