24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 21 NİSAN 2007 CUMARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Hukuk, Politika ve Başkanlık Seçimi Siyasal iktidar, her zaman olduğu gibi kendi diliyle konuşmaktadır. Dünyanın neresinde olursa olsun yönetici kadro özgürlükleri kısmak eğiliminde ve hukuka aykırı davranışların peşindedir. Daha rahat ve daha kolay yönetim olanağına kavuşmak umuduyla bu yola başvurmaktadır. PENCERE Türkiye ile Fransa Farkı... Arkadaşımız Uğur Hüküm’ün üç gündür gazetemizde yayımlanan yazı dizisinin başlığı: “2007 Fransa’da Cumhurbaşkanlığı seçimleri.” Fransa’da yarı başkanlık sistemi geçerlidir... Uğur Hüküm Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde önde gelen adayları ve partilerini tanıttı: Segolene Royal.. (Sosyalist Partisi..) Nicolas Sarkozy.. (Gelenekçi sağ..) François Bayrou.. (Liberal sağ..) JeanMarie Le Pen.. (Aşırı sağ..) Öteki adaylar arasında kimler var?.. Adayların adlarını bir yana bırakarak yelpazedeki yerlerini Uğur Hüküm’ün dökümüne göre vurgulayalım: Devrimci Komünist.. Sol Alternatif Küreselleşme Hareketi.. Fransız Komünist Partisi.. İşçi Mücadelesi Hareketi.. Troçkist Çalışanlar Partisi... Yeşiller.. Muhafazakâr sağ.. Olaya gözucuyla yukardan bir bakış bile bir çarpıcı gerçeği ortaya çıkarmaya yeterli... Nedir o gerçek?.. ? Sorunun yanıtını saydamlaştırmak için önce Tarih Baba’ya başvurmakta yarar var. Fransa laiklik ve demokrasinin anavatanıdır; kilise hukukunu yıkmak yolunda tüm Hıristiyan dünyasında başı çekmiştir... Ama, kolay olmamıştır bu iş; devrimkarşıdevrim çatışması yüz yıl gelgitlerle yaşanmıştır... Dökümünü yapalım: 1789 Devrim.. 1792 İlk Cumhuriyet.. 1799 İmparatorluk.. 1814 Krallık.. 1848 İkinci Cumhuriyet.. 1852 İkinci İmparatorluk.. 1871 Üçüncü Cumhuriyet.. 19’uncu yüzyılda Fransa hop oturup hop kalktı; bugün 5’inci Cumhuriyetini yaşıyor. ? Ancak 2007 Fransası’nda Cumhurbaşkanlığı seçimine katılan adaylara bakıldığında Fransa’nın kilise şeriatını içeren karşıdevrim defterini kapattığı ayan beyan görülür... Türkiye’deki siyasal tablo Fransa’da yok!.. Hıristiyan şeriatı çoktan tarihe gömüldü... Yalnız Fransa’da mı? Bütün Avrupa’da kilise egemenliğinin ne partisi var, ne de korkusu... Hiçbir Avrupa Birliği ülkesinde “Laiklik mi dincilik mi?” tartışması yoktur.. Hiçbir Avrupa Birliği ülkesinde Cumhurbaşkanının eşi tesettürlü olur mu olmaz mı tartışması yoktur... Hiçbir Avrupa ülkesinde ‘Hükümet’ ile ‘Devlet’ laiklik sorunu nedeniyle karşı karşıya değildir.. Hiçbir Avrupa ülkesinde dışardan (ABD’den) dayatılan “Hıristiyan Devleti Modeli” kavgası yoktur... ? Fransa’da Cumhurbaşkanlığı seçimi adayların ve partilerin sıfatlarından anlaşılacağı gibi sağsol kapsamında bir yelpazeye oturmuştur... Türkiye Avrupa’da çoktan kapatılmış bir dönemi ya da tarihi 21’inci yüzyılda yaşıyor... Bir buçuk milyar nüfuslu İslam dünyasında tek laikdemokratik devletin karşısında bulunduğu tehlikenin farkında mısınız? Sanırım tehlike tehdide dönüşünce farkına varmaya başladık... Yobazlığın İki Yanı MALATYA cinayetinin genellikle eksik ya da tek yanlı yorumlanmakta oluşu çok şaşırtıcı değil mi? Dikkatler, düşünceler ve duygular olayın vahşeti ve faillerin davranışındaki hastalık üzerine yoğunlaşıyor. Bu, bir bakıma çok doğal. Olay, gerçekten, gitgide yaygınlaşan hasta bir ruh halini açığa vurmuş oluyor. Misyonerlik olduğu açıkça belli bir girişimin cinayet faillerini kızdırdığı belli. Bu ülkede çok kişinin misyonerliğe tepki gösterdiği de biliniyor. Hastalıklı olan, bunun insanları bir cinayete, böylesine vahşi bir eyleme sürüklemiş olmasıdır. Önce bu nokta üzerinde durmak gerekiyor. Müslümanlığın hoşgörü dini olduğunu ve farklı inançların sahiplerine hoşgörüyle baktığını söyleyip tarihten sayısız örnek verenler, Türkiye’de de yavaş yavaş belirmeye başlayan bu kanlı tepki tarzları üzerinde durmalıdırlar. Siyaseti dine dayandırmanın, dini toplum düzeninden ekonomiye kadar birçok alanda önemli bir etken olarak görenlerin bu gidişte hiç mi payı yoktur? Yobazlığın yirmibirinci yüzyıla bile aktarılmış olması şu Cumhuriyete hiç yakışıyor mu? kincisi, “öteki”nin inancını kendisininkinden “farklı” görmekten rahatsız olmak, bununla yetinmeyip o inancı değiştirmeye kalkmak ve hatta bu isteği kendi inancının parçası gibi görerek “değiştirme” işini bir çeşit kutsal görev saymak yalnız Hıristiyan misyonerlere özgü bir tutum mu? Türkiye’de Sünni inançlı kişilerin ağır bastığı iktidarlar Alevi vatandaşlar konusunda tam anlamıyla hoşgörülü olamadıkları gibi, bir adım daha öteye gidip onları kendilerinin inançlarına çekmek için alttan alta sürdürdükleri birtakım çabalar olmuyor mu? Bu çabalar konusunda ayrıntılara inmek, din kavgalarının çıkaracağı yangınlara körükle gitmek anlamına gelebileceği için çoğumuz böyle sorunların dışında kalmayı tercih ediyor olabiliriz; ama, doğru söylemek gerekirse, bu iç “prozelitizm” çabaları dıştan gelen misyonerlik akımlarından özde çok mu farklıdır? sıl düşündürücü olan, bu dış ve iç çabaların gitgide ayıplanmaz ve suç sayılmaz duruma gelmesi, hatta Hıristiyan Avrupa’nın etkisiyle “din özgürlüğü”nün ayrılmaz parçası sayılmaya başlamasıdır. Öyle anlaşılıyor ki, bu özgürlüğü yine özgürce yeniden tanımlayıp “Kimse kimsenin dinsel inancını şu ya da bu yönde değiştirmeye kalkışamaz ve bu amaçla etkileyici yollara başvuramaz” biçiminde bir kurala bağlama zamanı gelmiştir. M. İskender ÖZTURANLI ağdaş dünyada egemen olan devlet değildir. Egemen olan yönetici kadro değildir. Egemen olan ulustur, halktır. Halkın yaşayan hak anlayışıdır. Daha doğrusu hukuktur. Hukukun odak noktası olan anayasadır. Ama unutulmasın ki anayasaların da üstünde “objektif hukuk normları, adaletin temel ilkeleri ve hukukun bilinen ve bütün uygar toplumlarda kabul edilen prensipleri” vardır. Anayasa Mahkemesi’nin kararları da bu doğrultudadır. Ahlak, hukuktan daha geniş bir kavramdır. Hukuk, ahlakın içindedir. Demokrasi, bir ahlak ve erdem rejimidir. Hukuksuz demokrasi olamayacağı gibi, ahlak ve etik kurallarını tanımayan bir demokrasi de olmaz. Hukuksuz politika, politika değildir. Demokrasilerde ahlaka aykırılık, hukuka aykırılık demektir. Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaşmıştır. Hukuka ve ahlaka uygun bir seçim yapılacaksa, bir uyum, işbirliği ve uzlaşı içinde halkın çoğunluğunun istediği, özlediği ve benimsediği bir adayın üzerinde anlaşmaya varılması gereklidir. Ne var ki siyasal iktidar buna yanaşmamakta, gereksiz anketler yapmak suretiyle kendi içinden bir cumhurbaşkanı seçmeye çalışmaktadır. Meclis çoğunluğuna sahip olduğu için de bunu kolayca gerçekleştirebileceği kanısındadır. Ama seçkin, Ç İ A mumtazsoysal@gmail.com KALECİK SULH HUKUK HÂKİMLİĞİ’NDEN İLAN; DOSYA NO: 2005/319 ESAS Davacı Hatice Kurt vekili Av. Göksel Demirtaş tarafından davalı Kalecik Mal Müdürlüğü ve Hançılı Köyü Tüzel Kişiliği aleyhine mahkememize açılan zilyetlik nedeniyle tescil davasının yapılan açık duruşması sırasında verilen ara karar gereğince; Tescile konu Ankara ili Kalecik ilçesi, Hançılı köyü Köyiçi mevkiinde kain, Batısı Hüseyin İpek, doğusu ve kuzeyi boşluk, güneyi İbrahim Kalkan arsası ile çevrili 1096 m2 yüzölçümlü (arsa vasıflı) taşınmazın davacı adına tesciline itirazları olanların ilan tarihinden itibaren 3 ay içinde itirazlarını bildirir dava açmaları için ilanen tebliğ olunur. 09/04/2007 (Basın: 20671) tarafsız bilim adamlarının ve anayasa hukukçularının hemen hemen tümü adaletin ve ahlakın temel ilkelerine dayanarak, siyasetin tercihini yadsımakta ve objektif hukuk normlarına, etik kurallara, toplumsal uzlaşmaya göre bir seçim yapılmasını istemektedirler. Cumhurbaşkanının birleştirici olmasını, toplumun bir bölümünü dışlamayan bir kişi olmasını düşünmektedirler. Ayrıca anayasanın 102. maddesinde “Cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu ile ve gizli oyla seçilir” yargısı vardır. Bugünkü Meclis aritmetiğine göre bu sayı 367’dir. Anayasa hukukçularının ve uygulayıcılarının görüşü bu doğrultudadır. Ve bu yargı, yalnız başkanlık seçimi için özel olarak konulmuş, cumhurbaşkanının bir uzlaşı içinde ve büyük bir oy çoğunluğuyla seçilmesini amaçlamıştır. Ne var ki siyasal iktidar adalete, ahlak ve etik kurallarına uygun bu yorumu yadsımakta ve seçimin 96. maddeye göre gerçekleştirilmesini istemektedir. 102. maddeye göre yapılacak bir seçimin zorlama olacağını söylemektedir. Bilindiği gibi 96. madde şöyledir: “Anayasada, başkaca bir hüküm yoksa Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının en az üçte biri ile toplanır ve toplantıya katılanların salt çoğunluğu ile karar verir.” Burada siyasal iktidar, anayasa daki “başkaca bir hüküm yoksa” tümcesini görmezlikten, bilmezlikten gelerek, asıl zorlamayı kendisi yapmaktadır. Cumhurbaşkanı seçimi için “başka bir hükmün bulunduğu” gün gibi ortadadır. Hukukla siyasal iktidar çatışıyor Görülüyor ki irdelediğimiz konuda hukukla siyaset, daha doğrusu hukukla siyasal iktidar çatışmaktadır. Siyasal iktidar, her zaman olduğu gibi kendi diliyle konuşmaktadır. Dünyanın neresinde olursa olsun yönetici kadro özgürlükleri kısmak eğiliminde ve hukuka aykırı davranışların peşindedir. Daha rahat ve daha kolay yönetim olanağına kavuşmak umuduyla bu yola başvurmaktadır. Özgürlüğün ve hukukun en büyük düşmanlarını, dün olduğu gibi bugün de yönetici kadrolar arasında bulabilirsiniz. Ünlü siyaset bilimcisi Duverger’in deyişiyle söyleyecek olursak “Bir güçlük karşısında kalan tüm siyaset adamlarının davranışları aynıdır: Vidaları sıkmak, eleştirileri susturmak, özgürlükleri kaldırmak.” Yönetici kadroların bu tutumuna karşı çağlar boyunca özgürlük ve hukuk yolunda savaş vermiştir insanoğlu. Bu nedenledir ki yöneticilere karşı ulusun uyanık bulunması, özgürlüğü için çaba harcaması gereklidir. Bu savaşı sürdüremeyen uluslar, yalnız özgürlükleri değil, adaleti ve hukuk devletini de yitirme tehlikesiyle karşılaşırlar. Türk ulusu yüz yılı aşkın bir zamandan beri hukuk yolunda savaş vermektedir. Bu savaş Danıştay’ın kuruluş ta rihi olan 1868’lerde başlamıştır. Ve bugünlere değin sürüp gelmiştir. Bu savaşı etkin biçimde yürüten ve sonuçlandıran Atatürk’tür. Türk toplumunu ilkel düşünce biçiminden kurtarıp çağdaş düşünce biçimine ulaştırmak istemiş ve bunu başarmıştır. Türk ulusunu çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarmak isteyen bir toplum yöneticisidir. Bunu gerçekleştirmek için önce hukuk alanında bir atılımı gerekli görmüştür. Teokratik devlet sistemi yerine laik sistemi getirmekle kalmamış, laik hukuk sistemine de yönelmiştir. Bu, tek sözcükle Türk hukukunda bir devrimdir. Atatürk, devleti hukuka ve adalet örgütünün varlığına bağlamıştır. Hukuku ve hukuk devletini siyasetin önüne geçirmiş, hukuksuz siyaseti reddetmiştir: “Bir ülkede adalet olmazsa, o ülkede anarşi var demektir, orada özgürlük yok demektir” biçiminde konuşmaktadır. Cumhuriyetin kuruluş günlerinde tüm devlet adamlarının düşüncesi de hukukun üstünlüğünü yaratma doğrultusundadır. Cumhuriyet, olanca hızıyla ülkeyi aydınlık yarınlara çıkarmaya çalışmış ve çıkarmıştır. Atatürk Türkiyesi, çağdaş dünyanın gözdesi olmuştur. İstekte bulunmamasına karşın Milletler Cemiyeti’ne çağrılmıştır. İktidar kavgalı Ne yazık ki politika ve hukuk ilişkilerinin bugünkü görünümü yürekler acısıdır. XXI. yüzyıla eriştiğimiz bir dönemde, yönetici kadro, hukuka ve hukukun üstünlüğüne aykırı politikalar izlemektedir. Siyasal iktidar cumhuriyetle, cumhuriyet kurumlarıyla, üniversitelerle ve Türk toplumuyla kavgalıdır. Cumhurbaşkanı’yla, Silahlı Kuvvetler’le, yargı organlarıyla sürtüşme halindedir. Yandaşı olmayan her kişiyi ve her kuruluşu dışlamaktadır. Yargıyı siyasallaştırmak ve ona da egemen olmak düşüncesindedir. Çağdaş Türkiye’yi çağın gerisine götürmek istemektedir. Okulları medreseleştirmenin, türbanı toplumun tüm kesimlerine yaymanın uğraşı içindedir. Bu konuda ulusal ve uluslararası mahkeme kararlarını görmezlikten gelerek kendi ilkel düşüncesini uygulamaya çalışmaktadır. Türbanı Türk ulusuna mal etmek için anayasa değişikliğini ve halkoylamasını gündeme getirme düşüncesindedir. Türbanı halkoyuna sunmanın, çağdaşlığı, uygarlığı ve laikliği halkoyuna sunmak demek olacağının, böyle bir uygulamanın anayasaya aykırılığının da ayırdında değildir. Tarikat ağalarını ve şeyhlerini TBMM’nin çatısı altında barındırmaktadır. Bütün bu ilkelliklerin savunucusu Tayyip Erdoğan, otuz bin insanımızın, çocuğumuzun ve bebeğimizin katili olan Öcalan’a “sayın” diye seslenmekten ve şehitlerimize “kelle” demekten çekinmeyen bir kişiliğe sahiptir. Parti ve devlet benim, diyen bir anlayışın savunucusudur. Şimdi de bu tutum ve davranışlarıyla, demokratik kitle örgütlerinin ve ulusun çoğunluğunun istencini hiçe sayarak Atatürk’ün barınağı olan Çankaya’ya çıkmak istemektedir. Günümüz iktidarı çağdaşlığı, uygarlığı, Atatürk’ü yadsıyan bir siyaset ve hukuk aymazlığı içindedir. Bu davranışı ile siyasal iktidarı ele geçirdiği gibi, şimdi cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmak suretiyle devleti de ele geçirmek istemektedir. Ama ulus, “tehlikenin farkındadır”. Seksen yıldan beri ulusu karanlıklara sürüklemek isteyenler nasıl başarılı olamadılarsa, bu kez de Türk ulusunun gücü ve sağduyusu karşısında etkisiz kalacaklardır. Önünde sonunda savaşı Atatürk ve onun düşüncesini benimseyenler kazanacaktır. CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle