24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 7 ARALIK 2007 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Yargı Siyasallaştırılıyor... Halit ÇELENK Avukat Yanlışta Israr İKİ İKTİDAR. Biri Ankara’da, öbürü Lefkoşa’da. Vaktiyle denedikleri ve başarılı olamadıkları bir politikayla Kıbrıs sorununu çözmek için paçaları yeniden sıvama hazırlığındalar. Dışişleri Bakanı’nın ve hükümet çevresindeki danışmanlarının medyaya sızdırdıkları şu stratejiye bakın: Güney Kıbrıs’taki cumhurbaşkanı seçiminin olası sonuçlarına göre iki plan hazırlanmış. Biri, AKEL lideri Hristofias’a ayarlı. O kazanırsa, Birleşmiş Milletler’in yeni Genel Sekreteri’ne başvurularak Annan Planı zemininde görüşmelerin başlatılması istenecekmiş. Papadopulos kazanırsa, sorun AB çerçevesine kaydırılacakmış. Sevsinler böyle bir çözüm hazırlığını. Taraflardan birinin “hayır” demesi yüzünden geçersiz sayılmış ve sıfırlanmış Annan Planı zemininde çözüm aramanın, Türk tarafı açısından vaktiyle “hayır” demiş olan Rum tarafını masaya oturtmak için bile eski düzeyin de altına inmeyi kabullenmekten başka anlamı var mı? Papadopulos’la birlikte AB çerçevesi içine girmenin anlamı da, o kuruluş içinde iki ayrı devlet olarak yer alan Yunanistan’la “Kıbrıs Cumhuriyeti” denen Rum yönetiminin kıskacına girmekten başka bir şey olabilir mi? Dışişleri Bakanı’nın şu sıralar giriştiği Atina seferinin amacı da herhalde bu konuda Yunan desteğini istemek olsa gerek. İstemek ne demek? Yunanlılar destek vermeye hazır olduklarını belirtmek için çırpınıp durmaktalar. Çünkü biliyorlar ki; AB’ye giren ya da girmeye çalışan bir Türkiye, onlar bakımından bütün istediklerinin koparılması ya da başkaları eliyle kopartılması için en elverişli duruma düşmüş bir Türkiye demektir. unu daha iyi anlamak için Yunan yetkililerin demeçlerine bakmak yeter. Bakoyanni’nin şu sözleri yeterince açık. Ona göre, “hakça, sürdürülebilir ve işlevsel bir çözüm” mutlaka “iki kesimli ve iki cemaatli” olmalıdır ve buna varmak için “Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinden yararlanılmalıdır”. Çözüm için kullandığı sözcüklere dikkat edin: “Kesim” ve “cemaat”. Yani, taaa 1977 DenktaşMakarios ve 1979 DenktaşKiprianu zirvelerinin terimleri. Sanki o zamandan beri hiçbir şey olmamış, sanki adanın kuzeyinde Kıbrıslı Türk halkının kendi kaderini belirleme hakkına dayalı bir devlet kurulmamış ve bu devlet neredeyse çeyrek yüzyıldır ayakta kalıp kendini yönetmemiş gibi. Ama kabahat, Rumlarda ve Yunanistan’da değil, “bağımsız ve birbiriyle dost iki devletli çözüm”ü haklılığın ve güçlülüğün olanca ağırlığıyla ortaya koyamayan ve yanlış bir politikada ısrar eden Türk tarafındadır. mumtazsoysal@gmail.com 30 Kasım’ı 1 Aralık 2007’ye bağlayan gece yarısı Türkiye Büyük Millet Meclisi 12 saatlik bir jet hızıyla çalışarak Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu yasasında yargı bağımsızlığına ilişkin önemli bir değişikliği gerçekleştirdi. Buna göre yargıçlık görevine girmek isteyen avukatlar yasada yazılı sınavı başardıktan sonra bir mülakata alınacaklar. Bu mülakat 7 üyeden oluşan bir komisyon tarafından yapılacaktır. Komisyonun 7 üyesinden 5’i Adalet Bakanlığı müsteşarı ve görevlendireceği bürokratlardan, diğer ikisi de bunların dışındaki bürokratlardan oluşacaktır. Bir başka deyişle, mülakat komisyonu yürütme organında görevli kişilerden oluşacaktır. İşte bu düzenleme anayasanın güçler ayrılığı ilkesine, yargı bağımsızlığına aykırı düşmektedir. Böylece yargı siyasallaştırılmış, siyasal iktidarın etki ve yönlendirmesine açık bir duruma getirilmiş olacaktır. Kuram ne diyor? Soylu bir Fransız ailesinden gelen Baron De Montesquieu, yaşadığı yüzyılın İngiltere, İtalya, Avusturya ve Hollanda’sındaki siyasal rejimleri inceledikten sonra 20 yılda hazırladığı, 31 kitaptan oluşan ve 1748 yılında yayımlanan “Yasaların Ruhu” adlı yapıtında şunları söylüyordu: Kötülüklerin kaynağı siyasal iktidarların keyfi yönetimleridir. Bu yönetimler, siyasal hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmaktadır. Bu hak ve özgürlükleri korumak için geçerli ve etkin bir yöntem bulmak gerekir. Devlet işlerinde “güçlerin ayrılması” bize, bu yöntemi sağlayabilir. Constitutionalisme’in (meşrutiyetçilik) babası sayılan Montesquieu yukarıdaki sözlerine şunları ekliyordu: “İktidar güçlerinin (ya B samayürütmeyargı) tek kişi ya da organda toplanması büyük sakıncalar doğurmaktadır. Bu tür yönetimlerde iktidar kötüye kullanılabilmektedir. Bunu önlemenin yolu, ‘iktidarın iktidarı durdurması’dır. Bu nedenle iktidarı bir güç ve yetki olarak parçalara bölünüz... Bölünen bu güçlerin her birini bir organa veriniz... Organlar bağımsız olarak bu güçleri kullansınlar. Bu organlar arasında bir denge kurunuz. Böylece güç gücü durduracak, güçler arasında dengeli bir düzen sağlanmış olacak ve bu yolla kişinin doğal hak ve özgürlükleri güvence altına alınmış olacaktır.” (Yasaların Ruhu) Prof. Münci Kapani de güçler ayrılığı konusunda “Kamu Hürriyetleri” adlı yapıtında şunları dile getirmektedir: “...Ancak bu prensibin, dün olduğu kadar bugün de önem ve değerinden hiçbir şey kaybetmeyen bir yönü vardır ki, o da yargı organının diğer organlar karşısında bağımsızlığıdır. Gerçekten, yargı organının yani mahkemelerin siyasi organların her türlü etkisinden uzak bulunması ve onlara karşı tam bir bağımsızlığa sahip olması, demokratik rejimin temel şartlarından birini teşkil eder. Montesquieu’nin bu konuda söyledikleri, bugün hiç şüphe yok ki aynı tazelikle tekrarlanabilir. Mahkemelerin, yasama ve yürütme organlarından ayrılmadığı ve hâkim teminatının gerçekleştirilmediği yerlerde, hürriyetlerin güvenlik altında olduğundan söz etmek de imkânsızdır. Devlet kudretinin sınırlandırılması ve kamu hürriyetlerinin etkili olarak korunmasını sağlamak için mahkemelerin özellikle yürütme organı karşısında bağımsızlığının sağlanması gerekir. Kuvvetler ayrılığı prensibinin bugün için bü tün önem ve ağırlığı bu noktada toplanmaktadır.” Başka birçok hukukçu da, güçler ayrılığı ilkesini “iktidar freni” olarak nitelemektedir. İşte 18. yüzyıldan başlayarak Avrupa ülkelerinin çoğu ve Amerika Birleşik Devletleri kendi anayasalarında güçler ayrılığı ilkesine yer vermişler ve bu ilke anılan anayasalarda bir temel taşı niteliği kazanmıştır. Türkiye de, Kurucu Meclis tarafından hazırlanan 1961 Anayasası’nda bu ilke önemli bir yer almıştır. Bu arada, 6 yüzyıl süre ile Osmanlı İmparatorluğu döneminde uygulanan “Mecellei Ahkâmı Adliye”nin 1792. maddesinde hâkimlerin nitelikleri şöyle açıklanmaktadır: “Hâkim; hekim (bilgili), fehim (anlayışlı), emin (doğru), metin, mekin (duygularına kapılmayan, sert) ve müstakim (dürüst) olmalıdır.” O dönemde, hâkimler için öngörülen bu nitelikler ilgi çekicidir. Fatih Sultan Mehmet’in yargılanması olayı da bu konuda düşünmeye değer (1). Oysa, bu yasa değişikliğinin o döneminin yargı anlayışından da geri düştüğü açıktır. Bütün bunlar böyle bir yasa karşısında, Adalet Bakanlığı’na yani yürütme organına hâkimler yani yargı organı üzerinde yer verildiğini, yargıya bir ast gözüyle bakıldığını sergilemektedir. PENCERE İslamcılık Adıyla Sahtecilik... Geçenlerde Ahmet Hakan, “hocalara” üç soru yöneltti; yerim dar olduğu için ancak birincisini aktarıyorum: “Kuran’da hem ‘Yahudi ve Hıristiyanların dost edinilmemesi’ öneriliyor, hem de ‘Bir Müslüman erkeğin Hıristiyan ya da Yahudi kadınla evlenmesi’ne cevaz veriliyor. ‘Dost edinme! Ama evlenebilirsin’ şeklinde ortaya çıkan bu çelişkiyi nasıl izah etmektesiniz?” (Hürriyet, 25 Kasım 2007) Ahmet Hakan’ın öteki iki sorusu da bu içerikte çelişkileri sergiliyor... Soru yöneltilen hocalar: Mustafa İslamoğlu, Hayrettin Karaman, İhsan Eliaçık, Hayri Kırbaşoğlu, Süleyman Ateş, Nihat Hatipoğlu, Yaşar Nuri Öztürk... Şimdiye dek bu hocalardan ses seda çıkmadı, ya da ben işitmedim... Soru ve sorun meydanda!.. ? Kuranıkerim’den kimi ayetleri okuduğumuz zaman ortaya çıkan dört dörtlük bir gerçek var: Atatürk devrimi öteki adıyla Kemalizm kaçınılmaz bir gerekti; kaçınılmazlık bugün de sürüyor... Kuranıkerim tüm sureleri ve ayetleriyle okundukça, bu gerek daha çarpıcı biçimde ortaya çıkıyor ve çıkacak... ? Sıkmabaşı (öteki adıyla türbanı) politikada kullanarak Amerikancı kurnazlıkla saf halk kitlelerini kandıran AKP iktidarı, İslamiyet konusunda büyük bir sahteciliği tezgâhlıyor... Aile hukukunda, mirasta, ticarette, ceza hukukunda ve başkalarında, Kuranıkerim hükümlerinden niceleri bugün rafa kaldırılmıştır... Eminönü’ndeki Zeynep Sultan Camii’nin kapısına asılan ayeti kerime de geçenlerde AKP iktidarının marifetiyle kaldırıldı... ‘Mealen’ ne diyordu alelacele cami kapısından kaldırılan ayet: Hıristiyan ve Yahudilerle dostluk etme; sen de onlardan olup lanetlenirsin... AKP Türkiye’yi dünyada faiz şampiyonluğuna yükseltip tefeciliğe taş çıkarttı; ama ne diyor Kuranıkerim: “ Allah alışverişi helal faizi haram kıldı... Faiz yiyenler mahşerde ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar...” Mürteci ruhundaki erkek tahakkümü, kadına tesettürü uygularken, Kuranıkerim’in ayetlerini çiğnemek yolunda fütursuz yürüyor... ? 1923’te kurulan Atatürk Cumhuriyeti, çağdaş uygarlığın “olmazsa olmaz” temel ilkelerini benimsemek zorundaydı... Karşıdevrim tutkusuyla o gün bugündür Atatürk’e diş bileyenler ve Kemalizme saldıranların sahteciliğini ortadan kaldırmak gerekiyor... Aynı zamanda bir anayasa sayılan, hukuk kitabı içeriğini de taşıyan Kuranıkerim’in Türkiye’de bugün uygulanmayan ayetlerini alt alta sıralayarak islamcı geçinenlere sormak gerekir: Bu kuralları devlette, kamuda ve özel hukukta, kadınerkek kişi yaşamında hayata geçirebilir misiniz?.. Cumhuriyet bu görevi yapmaya hazırlanıyor... Kutsal Müslümanlığı politika aracına dönüştüren sahteciliğe son vermek zamanı geldi de geçiyor bile... Sonuç Yukarıda açıklanan bu saptama ve düşünceler, Hâkim ve Savcılar Yüksek Kurulu Yasası’nda yapılan değişikliğin anayasanın güçler ayrılığı ve yargının bağımsızlığı ilkelerine aykırı düştüğünü göstermektedir. Ne denilebilir ki; burada Namık Kemal’in bir dizesini ve Mustafa Kemal Atatürk’ün yanıtını anımsayalım: Yok imiş kurtaracak bahtı kara maderini (N. Kemal) Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini (M. Kemal) (1) Bilgi için bakınız: Halit Çelenk, Umut Hangi Dağın Ardında, s:38 Ülkeler ve Eğitim Kalitesi... Cem ŞENTÜRK Türkiye Araştırmalar Merkezi Uzmanı O ECD tarafından her yıl ülkelerdeki eğitim kalitelerini ölçmek üzere hazırlanan PISA araştırmasının sonuçları, resmi duyurudan çok önce Avrupa basınında geniş yer buldu. Resmi basın toplantısının düzenlenmesine kadar, sonuçların adeta bir devlet sırrıymışçasına saklandığı Al manya’da bu kez günler öncesinde sonuçlar ulaştı. 2003 yılında 40 ülke ile yapılan araştırmada 18. sırayı alan Almanya’nın durumu, o güne dek eğitim kalitesiyle övünen ülke için bir skandal olarak görülmüş, önemli reform girişimleri başlatılmıştı. Almanya son araştırmada 57 ülke arasında 13. sıraya yükselmiş bulunuyor. Raporda göçmen ve alt tabakadan ailelerin çocuklarının eğitimde başarı şansı yakalayabilmesinin, yükseköğrenimli ailelerin çocuklarından kat kat fazla bir gayret sarf etmeleri halinde mümkün olabildiği ifade ediliyor. Mecburi eğitimin 18 yaşına dek sürdüğü Almanya’da öğrenme güçlüğü çeken öğrenciler haricinde herkesin devam etmek zorunda olduğu temel eğitim okullarında (grundschule) dört yıllık eğitimin sonunda öğrenciler yeteneklerine göre farklı okullara gönderiliyor. Öğrencinin kaderini belirleyici bu karar alındıktan sonra bir diğer okula geçiş ise hayli güç. Bu sistemin en büyük kurbanları ise hayata bir adım geriden başlayan göçmen çocukları. Eskimiş bu sistemin sürdürülebilirliği tartışmaya açılmış durumda. Türkiye Araştırmalar Merkezi Vakfı Direktörü Prof. Dr. Faruk Şen, eğitimde fırsat eşitliğine yönelik yapısal değişikliklere gidilmesi çağrısında bulunarak, öğrencileri henüz çok küçük yaşlarda tasnif eden ve gelecek yönlerini henüz dördüncü sınıfın sonunda çizen mevcut eğitim sisteminin köhnemiş yapısı ile bu sorunların giderilmesine imkân olmadığına işaret ediyor. Şen, mevcut eğitim sisteminin katı kurumları “hauptschule”lerin kaldırılarak, her öğrenciye eşit eğitim fırsatı sunulması gerektiğini söylüyor. Finlandiya, HongKong (Çin) ve Kanada’nın ilk üç ülke olarak sıralandığı listede, İngiltere 13, ABD 29. sırada yer alıyor. Türkiye ise 57 ülkelik listede 44. sırada geliyor. Gelişmiş ülkeler arasında hak ettiği yeri bulmak için çabalayan Türkiye’nin en önemli sermayesi insan. Gelişmiş ve azgelişmiş ülkeler arasında açılan makası kapatmanın en sağlıklı yolu olan eğitim konusunda yetersizliklerimiz, araştırma ile gözler önüne seriliyor. Üye olmaya hazırlandığımız Avrupa Birliği’nden geride bırakabildiğiniz tek ülke ise 47. sırada gelen Romanya. Türkiye muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkma hedefini sürdürüyorsa, bugünden tezi yok eğitim alanında daha fazla çaba ve yatırıma ihtiyaç var. CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle