22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 16 KASIM 2007 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL ‘10 Kasım’ Aktörleri Orhan KARAVELİ Gazeteci/Yazar PENCERE yirmi beş yaşındaki büyükelçi, devlet adamı, gazeteci ve yazar Coşkun Kırca nefis Fransızcası ile söze girerek: Ekselans, diyor. Sözlerinizi hepimiz anladık. Bu nedenle Türkçeye çevrilmesine gerek yok! Başta zatıâliniz olmak üzere Fransız dostlarımızın bize gösterdikleri konukseverlik için teşekkür ederiz. ‘TürkFransız dostluğu’nun daha da gelişmesine biz de sizler gibi çok önem veriyoruz. Paris Belediye Başkanı mutlu bir şaşkınlıkla önce yanındaki çevirmeni gönderiyor, sonra da görevlileri çağırarak masadaki ‘çay servisi’nin derhal kaldırılmasını istiyor: Türk dostlarımız için ‘şampanya servisi’ yapın. Hem de en iyisinden! Beyaz elbiseli garsonlar koşuşturup kristal kadehler getiriyor ve tabii soğutulmuş şampanya şişeleri ile buna uygun özenle hazırlanmış yiyecekler... Yarı resmi hava yerini birden sıcak ve içten bir söyleşiye bırakırken Başkan yerinden kalkarak şöyle konuşuyor: Mustafa Kemal Atatürk’ün çocukları!.. Bugün burada sizlere ülkem ve kentim adına ‘hoş geldiniz’ diyebildiğim için mutluyum. Yaşasın Türkiye! Yaşasın TürkFransız dostluğu! Kadehimi, siz ‘Atatürk çocukları’nın şerefine kaldırıyorum!.. (1) Anıtkabir’deki, ‘sap gibi durmak’ diye betimledikleri ‘saygı duruşu’ bitmişti. ‘Rollerini’ doğrusu iyi oynamışlardı. Şimdi, O’nun devrim ve ilkelerini koruyacaklarını(!) bir yerlere yazıp altına imzalarını atacaklardı. Acaba, son 5060 yıl içinde Türkiye’yi bugünkü durumuna düşürenler ve onları başımıza getirenler biraz olsun utanacaklar mıydı? (1) ‘Görgü Tanığı’ / Orhan Karaveli/ Pergamon Yayını / S: 121/125 Pusulayı Şaşırmak ESKİ vapurların en yukarısında, kaptan köşkünün de üzerinde “miyar pusulası” denen bir pusula bulunurdu. Öbür pusulalar gemideki birtakım araçların manyetik etkisiyle şaşsa da etkilerden uzak olan bu pusula doğruyu gösterir, başkaları da ona göre ayarlanırdı. Kemalist dönem sonrasının Türkiye’si, pusulası şaşmış bir ülkedir. NATO’daki müttefik Amerika’nın etkisiyle, Menderes’lerin, Demirel’lerin, Özal’ların, Evren’lerin yöneltişleriyle, ABD’ye benzeme, AB’ye girme hevesleriyle, küreselleşme söylemleri ve nihayet AKP felsefesinin aldatmacalarıyla. Bu yanıltıcılıklardan sıyrılmak ve doğru yönü bulmak, elbet 1920’lerin ve 30’ların artık bir daha bulunmaz havasına dönmeye çabalayarak başarılacak iş değildir. Ama o dönemin temel ilkelerini anımsayarak onları bu çağın sorunlarına uygulayıp gerekli rötuşları yapmak, bazı yanlış uygulamalarını düzeltmek, boşluklarını giderip bugünlere göre yeniden işlevsel duruma getirmek mümkündür. Öylesi, şaşırtıcı pusulalarla serseri tekne gibi dolaşmaktan çok daha iyi olabilirdi. Ama olmadı ve bugünkü duruma gelindi. imdi Cumhuriyetin başlangıç ilkelerini zamana ayarlamak, aslında çok çeşitli alanlara el atmayı gerektiriyor. Bunların her birini ayrıca ele alıp üzerinde düşünmek ve güncelleştirme çarelerini düşünmek zorunludur. Yalnız, bir ilke var ki onun üzerine bir an önce eğilip ayarlamaları çabucak ve ustaca yapıp ülkeyi daha fazla yanlışlara sürüklenmekten esirgemek gerekiyor; ulusdevlet ilkesi. Ne demek ulusdevlet? “Ulus” kavramını temel alarak ona göre yapılanan ve örgütlenen devlet demek. Bundan sapmak, hele Osmanlı’dan arta kalan bir toplumda başa bela almak demektir; çünkü, etnik kökenleri çok farklı bir toplum söz konusu. Oysa, ulusdevletin toplumu etnik köken farklılıklarına göre yapılanan ve örgütlenen bir toplum olamaz. Ulusdevlet, vatandaşlarının etnik kökenlerine, dillerine, dinlerine saygılı olmakla ve onları bu alanlarda özgür bırakmakla birlikte kendi davranışlarında bunları ölçüt olarak almaması gereken devlet olmalıdır. Bunu söylemek kolay, uygulamak zordur; insan haklarının bazı ilkeleri bakımından büyük titizlik ister. Birincisi, vatandaşların “insan” olarak eşitliğidir. Bunun temel gerekçesi de “her türlü ayrımcılığın kesin olarak yasaklanması”dır. İki ilke birbirini tamamlar. Başlangıçtaki doğru ilkeyi gerçekleştirmek böylelikle kolay sağlanabiliyorken, o ilkeden sapıp başka yollara girmek, yeni sorunlar yaratarak bir yığın sorunu olan Türkiye’de boşuna vakit kaybetmek değil midir? O Ş ’nu, çocukluk yıllarında birkaç kez görmüş ve ince, uzun parmaklarını saçlarında hissetmiş bir ‘Cumhuriyet çocuğu’ olarak bu 10 Kasım’da da her zamanki gibi erkenden kalktım, özenle giyinip aziz anısı önünde saygı duruşunda bulunmaya hazırlandım. Önce biraz televizyonda ‘gezindim’. Saatler ‘9’u 5 geçe’ye yaklaşırken devlet denetimindeki biri başta olmak üzere çoğu kanalda çocuklar için çizgi filmler, düzeysiz ve sıradan programlar akıp gidiyordu. Derken, bazı ekranlarda ‘Arslanlı Yol’daki resmi yürüyüş başladı. Cumhurbaşkanı’nın çelengini taşıyan çakı gibi askerlerin arkasında siyahlar giyinmiş kimi adamlar da yürüyordu. Çoğunu tanıyor ve ne menem şeyler olduklarını çok iyi biliyorduk. Kameralar üzerlerine ‘zoom’ladıkça üzüntülü(!) yüzlerle ‘rollerini’ oynamaya çalıştıkları, aslında sıkıntıda oldukları ve içlerinden ‘Şu iş bitse de gitsek!..’ diye geçirdikleri belli oluyordu. İster istemez manevi huzuruna çıktıkları kişiden nefret ettiklerini; O’nun kurduğu Cumhuriyeti, laiklik ve bağımsızlık başta olmak üzere bütün ilkelerini yok etmeyi amaçladıklarını ve bu hedeflerini belirtmekten çekinmediklerini en azından bu ülkede yaşayanların yarısı çok iyi biliyordu. Özellikle son 57 yılda ellerinden geleni yapmışlar ama bir türlü tam başarıya ulaşamamışlardı! Acaba sonunda ulaşabilecekler miydi? İçleri pek de rahat değil gibiydi. Sıkıntıları bundan olmalıydı. Neden hâlâ O’nun Ordusu’nun binlerce subayı Anıtkabir önünde toplanmıştı? Neden kadını, erkeği, yaşlısı, genci, çocuğu ile yüz binler Anıtkabir çevresinde toplanmış, Ata’larının huzuruna çıkmak için sabırsızlanıyordu? İşte, ülkenin varını yoğunu ve sonunda onurunu satmış insanlar olarak milletçe gül gibi geçinip gitmiyor muyduk? Ne zaman kurtulacaktık bu, yıllar önce ölüp gitmiş ‘adamdan’ Allahaşkına? Bunları düşünürken aklıma yıllar öncesinin itibarlı Türkiye’si ve onun vize kuyruklarına filan girmeden istedikleri her ülkeye girip çıkan ve her yerde saygı ve sevgiyle karşılanan onurlu ve gururlu insanları geldi: 1950 yılının temmuz ayı başları. İstanbul Üniversitesi Hukuk ve İktisat fakültelerinden kızlı erkekli otuz kadar öğrenci, çiçeği burnunda Demokrat Parti iktidarının Maliye Bakanı Hasan Polatkan’dan gerekli döviz iznini alarak Avrupa’ya uzanmış. Aralarında ben de varım. Gezimiz Fransız gazetelerine ‘haber’ oluyor ve Paris Belediye Başkanı şatafatlı makamında birlikte bir çay içmek için bizleri davet ediyor. Kocaman dikdörtgen bir masa kekler ve pastalarla donatılmış. Başkan, Kanunî ile ondan yardım isteyen Fransa Kralı Birinci Fransua’ya; ‘Türk dostu’ Lamartin’lere, Piyer Loti’lere, Klod Farer’lere; ‘Bağımsızlık Savaşı’mızda Ankara Hükümeti’ne ilk yakınlık gösterenlerin Fransızlar olduğuna uzanan ve ‘TürkFransız dostluğu’nun altını çizen bir konuşma yaparak sözlerini ‘...Üniversiteli Türk gençlerini ülkemin başkentinde selamlamaktan mutluluk duyuyorum...’ diye tamamlıyor ve yanındaki Ermeni kökenli çevirmenden sözlerini Türkçeye çevirmesini istiyor. Çevirmen aldığı notlara bakarak görevini yapmaya hazırlanırken o tarihte henüz Faizcilikte Dünya Şampiyonu AKP... Gazetelerin tümünde bir haber bangır bangır bağırıyor... Nedir o?.. Faiz haberi.. Ne olmuş?.. Faiz oranı indirilmiş... Ne kadar?.. Nınının nınısı kadar... Sayfalarda başlıklar çarpıcı gerçeği büyük puntolarla bildiriyor: “Faizde dünya şampiyonuyuz!..” Yeryüzünde en yüksek faizcilik, “Ilımlı İslamcı Devlet” Türkiye’de, AKP iktidarında, türban modasıyla birlikte tezgâhlanıyor... Peki, neden faiz folluğuna dönüşen bu ülkede, türban, devletin ve hükümetin en yüksek katlarına tırmanıyor?.. Sorunun kısa yanıtı: Göz boyamak için!.. ? Aklı başında bir insan, Müslümanlığı nereden öğrenir?.. Yanıt açık: Kuranıkerim’den!.. İslamda faizi öğrenmek mi istiyorsun?.. Aç Tanrı’nın kitabını oku!.. Bakara suresi: “Allah alışverişi helal, faizi haram kıldı...” “Kim faizciliğe dönerse, işte onlar cehennemliktir...” “Faiz yiyenler mahşerde ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar...” Allah faizi haram kalmış; ama, türbancılık yaparak iktidara oturmuş sözüm ona Müslümalar faizcilikle ceplerini dolduruyorlar; bunların soyu, sopu, akraba ve taallukatı faizcilerden oluşuyor... ? Geleneksel başörtüsüne saygımız sonsuz... Ama, faizcilerin modası türban, satılmışlık siyasetinin flamasına dönüştüğünden, saygınlıkla ilişkisi bulunmayan bir kandırmaca işlevi görüyor. Hem Kuranıkerim’de yasaklanan faizciliği ülkede neredeyse temel ekonomik düzene çeviren sözüm ona İslamcı iktidar, türbanıtesettürü Müslümanlık adına mı savunuyor!.. Yok canım... Bunlar için kadının tesettürü, cinsi latif üzerindeki erkek diktasının ilkellik, kıskançlık ve egoizmini tatmin etmek yöntemidir... Erkek egemenliğindeki bir toplumda demokrasicilik oynayanların türbancılık siyaseti, gerçekte kadın değil erkek davasıdır... ? Çoğu Müslüman Kuranıkerim’i bilmiyor... Kuran’ı okuyup belleyeceksin, öğreneceksin... ki İslamı anlayabilesin... Ülkeyi yârü ağyarla birlikte faiz folluğuna çevirip elin gâvuruna, keferesine ve kendi iktidarının palazlanmış yandaşlarına sömürttükten sonra türbancılık yaparak Müslümanlık taslamak sahtekârlıktır... Türkiye tarihinde hiçbir politikacı kadrosu bu iktidar kadar sahtecilik yapmadı... İktidar, faizcilikte dünya, türbancılıkta ülke şampiyonu... Toplumsal Bir Sağlık Felaketi: Diyabet Prof. Dr. M. Temel YILMAZ Türkiye Diyabet Vakfı Başkanı B mumtazsoysal@gmail.com irleşmiş Milletler 20 Aralık 2006 tarihli oturumunda, kuruluş tarihinden bugüne kadar üçüncü kez, Tüberküloz ve AIDS’ten sonra Diyabet ile ilgili uyarı kararı aldı. Birleşmiş Milletler’in A/61/L39/ Rev.1 ve Add.1 61/225 sayılı kararında, “Üye devletleri, Milen yum Gelişme Hedefleri dahil uluslararası önceden belirlenmiş hedefleri göz önüne alarak sağlık bakım sistemlerindeki süreleri gelişmeyle uyumlu diyabetin önlenmesi tedavisi ve bakımı için ulusal politika geliştirmeleri için desteklenmesi gerektiği” belirtilmektedir. Ayrıca “Tüm üye ülke leri, hem Birleşmiş Milletler sistemindeki tüm ilgili organizasyonları, hem de gönüllü organizasyonları ve özel sektör dahil, sivil örgütleri, kitlesel iletişim yoluyla diyabet ve ilişkili komplikasyonlar hakkında halkın farkındalığını arttırmak için Dünya Diyabet Günü’nün önemli bir gün olduğunu belirtmiştir” ve 2007’den başlayarak her yıl 14 Kasım tarihinin “Birleşmiş Milletler Dünya Diyabet Günü olarak adlandırılması” kararlaştırılmıştır. Bugüne kadar yapılan istatistiksel tahminlerin çok ötesinde, dünyada bir epidemik salgın olarak yayılmakta olduğunu göstermiştir. Dünyada 240 milyon diyabetli, 300 milyonun üzerinde gizli diyabetli (şekerli) hasta yaşamaktadır. Gelecek 20 yıl içinde diyabetin yaklaşık 400 milyon kişiyi doğrudan, dünyada 1 milyar insanı etkilemesi beklenmektedir. Dünya Diyabet Günü’nde, Birleşmiş Milletler’in tüberküloz ve AlDS’ten sonra diyabet için de bu yönde karar almasını, toplum sağlık perspektifi açısından iyi tahlil etmek gerekir. Yapılan çalışmalar, diyabetin en yüksek prevalansının özellikle sanayileşmiş ülkelerde olduğunu göstermektedir. Özellikle Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’da diyabet prevalansı dünya ortalamasının üç katı kadardır. Ama bu bilgi kadar şaşırtıcı bir diğer bilgi Afrika, Güney Asya ve Ortadoğu gibi azgelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde yüzde 200400’ler gibi baş döndürücü bir hıza ulaşmasıdır. Diyabetin bu kadar hızlı yayılması ve erken yaşlara kaymasının temel nedeni, gelişen teknolojinin insanlara dayattığı yeni yaşam modelidir. Televizyon, bilgisayar teknolojisinin yaşamımıza girmesi, otomobil kullanımının yaygınlaşması, giderek daha hareketsiz ve stresli yaşam, fast food tarzı beslenme ile yüksek kalori alımı ve şişmanlık, yeni yaşam modeli olarak diyabetin kökenini aldığı temel etkenlerdir. On yıl öncesine kadar Tip2 hipertansiyonun ya da kalp hastalıklarının diyabetin başlangıç yaşı 40’lı yaşlar olarak alınırken, günümüzde başlangıç yaşı çocukluk ve gençlik çağına kadar, Tip2 diyabette de 10’lu yaş gruplarına kadar inmiştir. Başka önemli bir tehlike, son yirmi yıldan bu yana yapılan çalışmalar, diyabetin organ hasarı oluşturma sürecinin hastalığın klinik başlangıcından uzun yıllar önce gizli şeker döneminde başladığı ve bu dönemin özellikle hızlandırılmış kalp damar hasarları süreci olduğunu göstermiştir. İnsülin Rezistanı Sendromu ya da Metabolik Sendrom olarak da isimlendirilen bu süreç 45 yaş altı koroner kalp hastalığı, hipertansiyon ya da obeziteden sorumlu tutulmaktadır. Bugün 45 yaş altı koroner hastalığı hipertansiyon ve dislipidemisi olanlar, ailesinde diyabet olan kişiler ve 45 yaş üstü kilo fazlalığı olan herkes, risk altında olarak kabul edilmektedir. Diyabette riskli grubun tanı kriterleri de henüz tartışmalıdır. Uluslararası Diyabet Federasyonu (IDF) ve Dünya Sağlık Örgütü (WHO) açlık kan şeker 100 mg/dl’nin üzerinde olan herkesi diyabet adayı olarak kabul etmiştir. Fakat sağlık planlamacılarının yaptığı çalışmalar sonunda açlık kan şekerinde risk sınırının 100 mg/dl olmasının toplumda çok büyük bir kitleyi risk grubuna alması üzerine, tıp tarihinde ilk kez Aralık 2006’da bu sınır 110 mg/dl’ye çekilmiştir. Fakat Amerikan Diyabet Birliği bu sınırı halen 100 mg/dl olarak almaktadır. Yine tokluk kan şekeri 140199 mg/dl arasında olan herkes gizli şeker (preklinik diyabet) olarak kabul edilmektedir. Diyabet ve gizli şeker, buna paralel olarak dünyadaki bir numaralı ölüm nedeni olan kalp koroner hastalıklarının, hipertansiyonun ve obezitenin bir numaralı nedeni olarak alınmaktadır. Klinik diyabet sınırı olarak açlıkta 126 mg/dl üstü, toklukta 200 mg/dl değerleri üzerinde konsensüs oluşmuştur. Klinik diyabet, Avrupa’da 20 yaş üstü körlük nedenleri arasında birincil nedendir. Hemodiyalize giren her iki hastadan birisi diyabetlidir. Diyabete bağlı bacak amputasyonları Amerika’da trafik kazalarının önündedir. Bu nedenle diyabet, günümüzde insan sağlığı için en global tehlikelerden birisidir. Ülkemizde diyabet, 3 milyonu klinik, 3.5 milyonu gizli diyabetli olmak üzere 6 milyon kişiyi doğrudan ilgilenmektedir. Yıllık direkt harcama 3 milyar YTL ’nin üzerindedir. Özellikle Güneydoğu Anadolu Bölgesi ile İstanbul, İzmit, Ankara gibi sanayi şehirlerinde prevalansı dünya ortalamasının 2 katına çıkmıştır. Diyabet tüm dünya için olduğu kadar ülkemiz için de potansiyel bir sağlık felaketidir. BEYOĞLU 1. ASLİYE HUKUK HÂKİMLİĞİ’NDEN 2006/360 Davacı Maria Samlun vekili tarafından, davalı Kayyım İstanbul Defterdarlığı vs. aleyhine açılan Gaiplik davasına esas olmak üzere; Beyoğlu, Hamalbaşı Papazköprüsü, Refiye Sokak No: 2 adresinde bulunan, Rigordo ve Anna’dan olma, 1936 d.lu ANTOİMETTE SEMLUN’un belirtilen adresine tebligat yapılamamış, emniyetçe yapılan araştırmalarda da adresi tespit edilemediğinden, ANTOİMETTE SEMLUN’a ilanen tebligat yapılmasına karar verilmiş olmakla, HUMK’nun 213/2 maddesi gereğince duruşma günü olan 04.12.2007 günü, saat 09.35’te Beyoğlu 1 Asliye Hukuk Mahkemesi’nde bizzat hazır bulunması veya bir vekille kendisini temsil ettirmesi, dava dilekçesi ve duruşma gününü tebliğine kaim olmak üzere ilanen tebliğ olunur. 19.10.2007 Basın: 61148 CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle