18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
5 OCAK 2007 CUMA CUMHURİYET SAYFA DİZİ 9 Etiketsiz malların kaliteleri konusunda yalan söylemiyorlar ama kıran kırana pazarlık etmezseniz kazıklanırsınız İpek, kaşmir ve inci dükkânları uristlerin en çok rağbet ettikleri yerler, tahmin edebileceğiniz gibi ipek, kaşmir ve inci dükkânları. Bu üç mal da Çin’de hem çok kaliteli hem çok ucuz. Üstelik ipek ve kaşmir dükkânlarında mallar etiketli, pazarlık yok. Devletin sahip olduğu bu mağazalardan gönül rahatlığı ile alışveriş yapıyorsunuz. İnci ve yeşim dükkânları ise yine devletin mülkiyetinde olmakla birlikte, malların üzerinde etiket yok. Kıran kırana pazarlık var. Yalnız kalite konusunda yalan söylemiyorlar. Deniz incisi ile tatlı su incisini ayrı ayrı satıyorlar. Deniz incisi tatlı su incisinden çok daha pahalı. Kalitede aldatmıyorlar ama pazarlık etmezseniz, fiyatta müthiş bir kazık sizi bekliyor. Sıkı bir pazarlıkla size önerilen fiyatı üçte birine ya da dörtte birine indirme olanağınız oluyor; tabii hiçbir zaman içiniz rahat değil, ne kadar indirim sağlamış olursanız olun, sürekli olarak “Acaba ne kadar aldandım” diye düşünüyorsunuz. Rachel, okullarda pazarlık etmenin kötülüklerini öğrettiklerini, benim yukarda belirttiğim duygunun turistleri çok rahatsız ettiğinin altının özellikle çizildiğini belirtiyor. Bakalım Çin’in eğitim yoluyla geleneksel yanlışlardan kurtulmaları ne kadar sürecek? Benim bu bölümde asıl anlatmak istediğim ipek, kaşmir, inci ve yeşim dükkânlarında müşteriler için özel olarak hazırlanmış kültür ve tanıtım porgramları. Bu dört malın satıldığı dükkânlara girdiğinizde size ilk olarak hem hammadde hem de üretim konusunda canlı örneklerle bir gösteri sunuyorlar. Örneğin ipek dükkânlarında, ipekböceğinin koza örmesinden kelebek olmasına kadar geçen süre ve süreç fotoğraflarla anlatılıyor. Daha sonra kozalardan ipek ipliğin yapılmasını, canlı olarak üretim sürecini izlemek suretiyle öğreniyorsunuz. Kozalar, ipliğe nasıl dönüşüyor? Bana en ilginç gelen yöntem, koza T E snetilmiş ipek kozalarını bir masanın üzerinde, her tarafından tutup çekerek yine esnetiyorlar, böylece ceviz büyüklüğündeki iki koza, neredeyse bir buçuk metre boyunda bir kumaş halini alıyor. İnsan küçücük kozaların bu denli esneyeceğine, görmese inanamaz. İkiz koza ipeği yorgan yapmak üzere esnetiliyor. nın ipliğini çözmek için ilk ucun nasıl bulunduğu idi. Öyle ya, birbirine sıkı sıkıya bağlı ve yapışık olan ipliklerden örülmüş olan kozayı neresinden çözmeye başlayacaksınız? Bütün kozaları önce sıcak sonra soğuk suyun içine atıyorlar, bir sopa ile iyice karıştırıyor, sonra sopayı aralarına sokup havaya kaldırınca, bütün kozalar, iplik uçları açılmış ve birbirine yapışmış olarak salkım halinde görülüyor. Anlaşılan, suyun içinde karıştırılınca, her bir kozanın ipliğinin başlangıç yeri serbest kalıyor ve gidip öteki kozanın üzerine yapışıyor; böylece kozalar ipliklerin başlangıç noktalarından birbirine eklenmiş olarak sopanın ucunda sallanıyor. Bu ipliklerin işlenecek ipek ipliği ha line gelmesi ise tezgâhlarda yapılıyor. İpek ipliği, sekiz kozanın birlikte çözülmesi ve iplik haline getirilmesi ile üretiliyor. Bu normal ipek kumaşlar için. Bizim “Brokar” dediğimiz ağır ipek kumaşlar için 48 ipliğe kadar kullanılıyor. İpek yorganlar ise “ikiz kozalar” dedikleri birbirine yapışık iki kozadan yapılıyor. Bu kozaların ipliklerini çözmüyor, doğrudan sıcak suya atıp, ortalarından ayrı ayrı ikiye bölüp içlerinde ölmüş olan böcekleri ayıkladıktan sonra, yarık yerlerinden üçgen biçiminde hazırlanmış bir karış büyüklüğündeki tahta kalıplara geçiriyorlar. Küçük iki ceviz büyüklüğündeki kozalar, bu kalıplarda esneyerek, bir karış boyuna geliyor. Daha sonra bu esnetilmiş ipek kozalarını bir masanın üzerinde, her tarafından tutup çekerek yine esnetiyorlar, böylece ceviz büyüklüğündeki iki koza, neredeyse bir buçuk metre boyunda bir kumaş halini alıyor. İnsan küçücük kozaların bu denli esneyeceğine, görmese inanamaz. Tabii tahmin edersiniz ki, bizim hanımlar hemen bu esnetme etkinliğine katılarak kozaların uçlarından asılıp çeken kadınlara, bir yorgan olacak ipeğin üretiminde yardımcı oldular. Son bir not, insan kozaların içinde haşlanarak öldürülmüş olan böcekleri görünce, “Nasıl olsa kelebek olup ölecekler” diyemiyor ve üzülüyor. Veganların (vejetaryenlerden farkları süt ve süt ürünleri de yiyip içmemeleri, yün ve deri dahil hiçbir hayvansal ürün kullanmamaları) neden ipek giymediklerini bu süreç içinde daha iyi anladım. Aynı üretim süreci eğitimi, kaşmir, inci ve yeşim mağazalarında da yapılıyor. Bu arada en kaliteli kaşmirin Moğolistan’da üretilen bir tür keçinin karın tüylerinden dokunduğunu, yeşim taşının yeşilden çok daha farklı, sarı ve kahverengi tonları da olduğunu ve ancak küçük matkaplarla işlenebilen çok sert bir taş niteliği taşıdığını öğreniyoruz. Yine geleneksel Çin kültürünün bir parçası olan çay seremonisi eğitimini sonra anlatacağım. YANSHENG’İN DÜŞÜNCESİ İstanbul’a kültür merkezi Uluslararası Kültürel Değişim Merkezi Başkan Yardımcısı Yansheng , İstanbul’da bir Çin Kültür Merkezi açmayı düşündüklerini söylüyor. P Çinliler binlerce yıllık uygarlıkları ile Batı sanatı arasında sağlam bir köprü kurmayı başarmışlar Turistleri Pavarotti karşılıyor Çinliler çok akıllıca bir düzenleme yapmışlar. Teleferik vagonları büyük; altı kişiyi rahat alıyor; oldukça da hızlı, sistemin hızına ayak uydurmanız ve gelen teleferik vagonuna hemen binmeniz gerekiyor, yoksa sistem aksıyor. Ç in Seddi, Pekin’in bir hayli dışında. Bir saate yakın bir yolculuk yapıyoruz. Yollar çok güzel ve kaliteli. Sonunda bizi Çin Seddi’ne çıkaracak olan teleferiğe bineceğimiz istasyonun bulunduğu alana geliyoruz. Araçtan iner inmez hoparlörlerden yayımlanan Pavarotti’nin sesi karşılıyor bizleri. Böyle bir müziğin seçilmiş olması beni şaşırtıyor: Çinlilerin binlerce yıllık uygarlığı, Batı sanatı ile bütünleşmiş. Pavarotti’in sesi ve müziğin etkisi, Çin Seddi’nin görkemine çok uygun; bence Çinliler çok akıllıca bir düzenleme yapmışlar. Teleferik vagonları büyük; altı kişiyi rahat alıyor; oldukça da hızlı, sistemin hızına ayak uydurmanız ve gelen teleferik vagonuna hemen binmeniz gerekiyor, yoksa sistem aksıyor. Teleferiğe binmek için bekleyenlerin oluşturduğu oldukça uzun bir kuyruk hızla ilerliyor. Sonunda alelacele kendimizi vagonun içine atıyoruz. Benim yükseklik korkum yoktur. Uçaktan ve teleferikten de korkmam. Ama o muhteşem dağların arasında teleferikle Çin Seddi’nin yer aldığı zirveye doğru yükselirken, belki manzaranın vahşi güzelliğinden, belki yurtdışında evimden çok uzaklarda olmaktan, belki teleferiğin tekerleklerinin çelik halat üzerinde kayarken çıkardığı gıcırtılı sesten, belki de vagona görsel olarak yeterince uyum sağlayamadan çok hızlı binmiş olmamızdan dolayı içimi bir ürperti kaplıyor. Burada bir teleferik kazasında ölsek Türkiye’de medya haberi acaba nasıl verir diye düşünüyorum ve tabii hemen aklımdan bu kötü düşünceleri uzaklaştırıp kendimi Çin’in görkemli doğasına ve tarihine bırakıyorum. Çin Seddi’ne ulaştığımızda gerçekten görkemli bir yapıtla karşı karşıya olduğumuzu anlıyorum: Her iki yöne doğru uçsuz bucaksız uzanan bir kale duvarı. Düşmanın geleceği yöne doğru inşa edilmiş olan burçların arkasında beş altı metre genişliğinde bir yaşama ve hareket alanı uzun bir yol olarak inşa edilmiş. Tabii arazinin inişli çıkışlı olması, Çin Seddi’ni de inişlerden ve yokuşlardan oluşan bir yapıya dönüştürmüş. Bizim teleferikten çıktığımız yer iki yokuş arasında alçak bir nokta; yani ne tarafa Çin Seddi sanıldığından daha geniş ve teleferikler turistleri gezilecek alanlara taşıyor. giderseniz gidin, yokuş tırmanmanız gerekiyor. Eşim Bilgi derhal kendini yokuşa vuruyor; gözünün gördüğü zirveye tırmanacak. Ben de arkasına takılıyorum, fakat ilk zirveye ulaştığımızda yaptığımız işin ne denli umutsuz ve anlamsız olduğunu fark ediyorum, çünkü önümüzde yeni bir zirve beliriyor. Çin Seddi’nin bizim için sonsuz izlenimi veren yapısı, gözün görebildiği her doruğun önüne, yeni bir zirve yerleştirmiş, her zirveye ulaştığınızda, aşağıdan göremediğiniz yeni bir doruk ile karşılaşıyorsunuz. Yani “En yüksek noktaya, zirveye tırmandım” duygusuna sahip olmanız olanaksız. Geleneksel Çin ticareti burada da egemen. Teleferik istasyonunun bulunduğu meydanda hediyelik eşya satan dükkânlar var. Teleferiğin Çin Seddi’ne ulaştığı noktada da derme çatma tezgâhlar. Büyük pazarlıklarla Bilgi, aşağıdaki dükkânlardan birinden üzerinde Çince ve İngilizce “Çin Seddi’ne geldim” yazan bir “sweat shirt” alıyor; çok mutlu, artık elinde bir de kanıt var bu muhteşem geziye ilişkin. Çin Seddi’ndeki tezgâhın başındaki genç Çinli, bize mermer üzerine çizilmiş resimler satmaya çalışıyor, çok pahalı bulup (biraz da eve götürürken kırılır korkusuyla) almak istemememiz üzerine de kızıyor; henüz köylülükten kurtulamamış! Her iki yönde ufuk çizgisine kadar uzanan görkemli duvara uzun uzun bakıyorum. Çin Seddi’nin düşman saldırılarına karşı yapılmış olması bende ilginç çağrışımlar oluşturuyor: Belki de Çinlilerle Türkler akraba ve bu akrabalığı onların da bizim de “düşman” dediğimiz Moğollar oluşturmuş: Öyle ya Moğollar, Doğu’da Pekin’i bile zaptetmişler, Batı’da ise Anadolu’yu işgal etmişler. Hiç kuşku yok ki çok uzun süreçleri ve zamanları kapsayan her iki seferde de yerel halkla ilişkileri olmuş ve geçtikleri veya zaptettikleri yerlerdeki insanlarla belli biçimlerde bütünleşmişler. İşte bu ilişkiler belki de hem Çinlilerde hem de Türklerde bir Moğol izi bırakmış ve bu eksen üzerinde bir akrabalık oluşturmuş olabilir. SÜRECEK ekin’de, Çin’deki ilk resmi yemeğimizi bir öğlen, çok lüks bir lokantada yiyoruz. Ev sahibimiz, Uluslararası Kültürel Değişim Merkezi Başkan Yardımcısı Wang Yansheng. Yine özel bir oda ayrılmış bize Derhal çaylar, yeşil çaylar ve içkiler geliyor. Çin içkileri ile birlikte ithal şarap ve bira da var. Yemekte Türkiye’den de sorumlu olan Batı Asya ve Kuzey Afrika Bölümü Müdür Yardımcısı, kendisine Yücel adını yakıştırmış olan Yu Jian da var. Bölümün genç memurları da masanın etrafında yerlerini almış. Wang Yansheng mükemmel İngilizce biliyor; tam bir diplomat. Bize çok önem verdiğini özel olarak hissettiriyor. Dünyanın içinde bulunduğu durumdan, uluslararası dengelerden, ÇinTürkiye ilişkilerinden söz ediyoruz. Wang Yansheng, İstanbul’u çok sevdiğini, Türkiye’de, İstanbul’da bir Çin Kültür Merkezi açmayı düşündüklerini söylüyor. Bu söz üzerine konu, böyle bir merkezin niteliği üzerindeki tartışma ve konuşmalara kayıyor. Çinli ev sahibimiz böyle bir merkezin yapısının ne olması gerektiğini, Türkiye ve Türklerle ortak bir girişimin anlamlı olup olmayacağını soruyor. Aklıma hemen öteki ülkelerin kültür merkezleri ve sevgili Şakir Eczacıbaşı’nın yönetimindeki İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı geliyor. Amerikan, İngiliz, Fransız, İtalyan ve Alman kültür merkezlerinin doğrudan doğruya bu ülkelerin resmi kuruluşları olarak etkinlik gösterdiklerini, dolayısıyla doğrudan resmen bir kültür merkezi açabileceklerini, Türkiye’nin ve Türklerin bu yapıya alışkın olduklarını ama bir Türk sivil toplum kuruluşu ile işbirliği yapmak isterlerse İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın bu işbirliğine uygun olduğunu söylüyorum. Söz daha sonra böyle bir kültür merkezinin ne gibi işlevler yapacağı konusuna geliyor. Her ikimiz de bu merkezin sadece film gösterimleri, sergiler, konserler ve benzeri kültürel etkinliklerle yetinmemesi, Çin hakkında bir haber ve bilgi kaynağı olarak da hizmet vermesi gerektiği konusunda fikir birliğine varıyoruz. Ben tabii hemen, Türkiye’deki öteki ülkelerin kültür merkezlerini anımsayarak bu merkezin Çince de öğretmesi gerektiğini anımsatıyorum. Böyle bir kültürel yakınlaşmanın her iki ülkenin çıkarlarına da uygun olduğu görüşünde birleşiyoruz. Yemekten sonra ünlü Çin Seddi’ne gideceğiz. Enfes yemek için teşekkür ettiğimizde, ev sahibimiz büyük bir nezaketle “Sizleri uzun ve yorucu bir tırmanmaya hazırladık, yeterince enerji verdik inşallah” diyor. CUMHURİYET 09 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle