14 Kasım 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
12 OCAK 2007 CUMA CUMHURİYET SAYFA KÜLTÜR kultur?cumhuriyet.com.tr Türk şiirinde devrim yaratan Nâzım Hikmet, politik inançlarıyla, sanatsal yaratıcılığıyla, yaşama aşkla sarılışıyla bir bütündü 15 KEDİ GÖZÜ VECDİ SAYAR Nâzım 105 yaşında… ç gün sonra Nâzım Hikmet’in yaş günü. 15 Ocak 1902’de doğmuştu… Tam 105 yıl önce…Önümüzdeki hafta sayısız kutlamalarla onu anacağız. Benim için, Nâzım Hikmet bir bütün... İnançları, düşüncesi, yaşamı, eylemleri, aşkları ve eseri bir bütündür. İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş yılları boyunca, onun şiirde gerçekleştirdiği devrimi yok sayıp salt ideolojisiyle değerlendirip “düşman” gibi görenler ya da onu putlaştıranlar olduğu gibi, ideolojisini yok sayıp şiirinin işlerine gelen bölümünü alıp onu yüceltenler oldu. Oysa politik inançlarıyla, sanatsal yaratıcılığıyla ve cesaret örneği diye nitelediğim yaşamıyla o bir bütündü. Ulusal kimliğine tutkun yurtsever şairle, yaşamını enternasyonalizme adamış, dönemin tarihsel determinizmine meydan okuyan, ideal bir gelecek umuduna hep bağlı kalmış, bu düşüncelerinden asla ödün vermemiş şair bir bütündü. OMÜNİST VE YARATICI Nâzım Hikmet komünistti: Sömürüsüz, baskısız, adil, eşitlikçi, özgürlükçü, daha güzel, daha iyi, daha doğru bir dünya özlemiyle doluydu. Sınıfsız bir toplum özlemiyle yanıp tutuşuyordu. İdeal bir gelecek inancından hiç mi hiç vazgeçmeyecekti. Kendi deyişiyle “canı, kanı, eti, sinirleri, kafası ve yüreği olan toplumsal bir insandı”. Ancak idealize ettiği sistemin yanlışlarını, uygulamalardaki hataları eleştirmekten de geri kalmayacaktı. Nâzım Hikmet yaratıcıydı: Kendinden önce Bir Yılın Ardından Kültürsanat dünyamız 2006’yı acı, tatlı anılarla geride bırakırken, daha özgür, daha aydınlık bir Türkiye özlemiyle yeni bir yıla adım atıyor. Sanatımız 2006’da hem suçlu hem de güçlüydü desek yeridir. Yıl boyu duruşmadan duruşmaya koştu yazarlarımız. Haklarında ‘Türklüğü aşağılamak’ ve benzeri suçlamalarla yüzlerce dava açıldı. Elif Şafak’tan Ahmet Altan’a, İpek Çalışlar’dan Hrant Dink’e, Muazzez İlmiye Çığ’dan Orhan Pamuk’a pek çok gazeteci, yazar, yayımcı ve bilim insanı, düşüncelerinden ötürü yargılandı. Neyse ki, büyük kısmı beraatla sonuçlandı bu davaların. Açılan davalar kadar, mahkeme kapılarındaki görüntüler de hüzün vericiydi. İfade özgürlüğünü bir tehdit olarak göstermek, toplumsal gerginliği tırmandırmak için ellerinden geleni artlarına koymayan farklı görüşlerden grupların ‘paranoya’ kültüründe buluşmalarına, hoşgörüsüzlüğün toplumun tüm katmanlarında yaygınlaşmasına tanık olduk yıl boyunca. Yılın olayı, hiç kuşkusuz Orhan Pamuk’un Nobel Edebiyat ödülü’nü kazanmasıydı. Bu güzel haber bile bazılarını susturmaya yetmedi, hatta kışkırttı. En acısı, bazı sanatçı dostlarımızın Orhan Pamuk karşıtı bir bildiriye imza koymalarıydı. Elbette, farklı içerikli açıklamalar, imza kampanyaları da vardı. İfade özgürlüğünü savunan, cezaevlerindeki tecrit uygulamasını protesto eden, barış çağrısı yapan bildiriler... ??? 2006’da, Erdal Öz, Muzaffer Buyrukçu, Duygu Asena, Baki Koşar, Semih Balcıoğlu, Atıf Yılmaz, Tuncer Necmioğlu, Mehmet Akan, Arif Mardin, Ahmet Ertegün gibi değerli sanat insanlarını yitirirken, farklı sanat dallarında yeni sanatçılarla tanıştık. Özellikle edebiyat ve sinema alanlarında… 2006 çok sayıda genç yazarın okurla buluştuğu bir yıl oldu. Plastik sanatlar alanında, özgün çıkışlar yerine ithal ürünler ön plandaydı. Rodin’den Leonardo’ya, Remrandt’dan Ernst Barlach’a nice ustanın yapıtlarını dünya gözüyle görme şansına kavuştu İstanbullular. İstanbul Modern’deki ‘Fahrelnisa ile Nejad’ sergisi ile iki yeni girişim, İstanbul Fotoğraf Bienali ve ‘Contemporary Artİstanbul’, plastik sanatlar alanında övgüyü hak eden etkinliklerdi. Korsan kıskacındaki müzik alanında üretim, nicelik ve nitelik açısından oldukça cılızdı. Fazıl Say’ın ‘Nâzım Hikmet Oratoryosu’ yılın en özgün CD’lerinden biriydi. Müzik alanındaki en önemli hareketliliği festivallere ve yaz konserlerine katılan ünlü sanatçılar sağladı. Roger Waters ve Eleni Karaindrou konserleri yılın unutulmazları arasındaydı. Tiyatro dünyamız, yılı ödenekli tiyatrolarda yaşanan atama krizleri ve özel tiyatrolara devlet desteğinin kesilmesinin yarattığı sancılarla geçirdi. Yıldız Kenter, Genco Erkal, Ferhan Şensoy, Işıl Kasapoğlu, Nesrin Kazankaya, Haluk Bilginer, Zeliha Berksoy, Ali Poyrazoğlu gibi ustalar üretimlerini sürdürürken, Devlet Tiyatroları 81 ilde gerçekleştirdiği turnelerle çok önemli bir işlev üstlendi. Yerel yönetimler arasında, sanata verdikleri önemle Beşiktaş, Şişli ve Beykoz Belediyeleri öne çıktı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi de, özellikle Cemal Reşit Rey’deki programlarla göz doldurdu. Sinema dünyamız bu yıl önemli başarılar elde ederek, parlak bir çıkış yaptı. 2006 yılında gösterime giren 34 yerli filmin bir bölümü, gişe endişesini ön planda tutan çalışmalardı. “Kurtlar Vadisi – Irak” 4 milyon seyirci ile rekor kırarken, komedi, gerilim ve korku türünde yapımlar seyirciyi sinema salonlarına çekmeyi başararak sinema endüstrimize moral verdi. Toplumumuzun şizofrenik yapısı üstüne bir anlatı olan Mustafa Altıoklar’ın “Beyza’nın Kadınları”, Cem Yılmaz’ın “Hokkabaz”, Semir Aslanyürek’in “Eve Giden Yol 1914” ve Nihat Durak’ın “İlk Aşk”ı sinemamızın çeşitliliğini yansıtan düzeyli yapımlardı. İzleyemediğim filmlerden, Zeki Ökten’in “Çinliler Geliyor”, Ömer Uğur’un “Eve Dönüş”, Uğur Yücel’in “Hayatımın Kadınısın”, Ömer Faruk Sorak’ın “Sınav”ını hesaba katmazsak, bu yıl ‘pek iyi’yi hak eden 10 film olduğunu söyleyebilirim. 34 filmlik bir toplamda hiç de azımsanmayacak bir sayı… Bu 10 film arasında bir tercih yapmanın hiç de kolay olmadığını söyleyebilirim. Türkiye toplumunun temel sorunlarına değinen, klişelere sığınmaksızın insanımızın psikolojisine eğilen, hepsi de sinematografik açıdan başarılı yapımlar... Özer Kızıltan’ın “Takva”sı, Sırrı Süreyya Önder ve Muharrem Gülmez’in “Beynelmilel”i, Zeki Demirkubuz’un “Kader”i, Nuri Bilge Ceylan’ın “İklimler”i, Derviş Zaim’in “Cenneti Beklerken”i, Reha Erdem’in “Beş Vakit” ve “Korkuyorum Anne” adlı filmleri, Pelin Esmer’in “Oyun”u, Yüksel Aksu’nun “Dondurmam Gaymak”ı ve Ezel Akay’ın “Karagöz Hacivat Neden Öldürüldü?” adlı son filmi... Sanırım, sinemamız ilk kez böylesine toplu bir başarı çizgisi elde ediyor. Bu çizginin önümüzdeki yıllarda devam edeceğine ve Türkiye sinemasından dünyada çok söz edileceğine inanıyorum. Darısı öteki alanların başına… vecdisayar@yahoo.com Ü ki Türk ve dünya şiirini çok iyi biliyor; yeni şeyler söylemek için, yeni formlar gerektiğine inanıyordu. Sözlü edebiyat kaynaklarından, deyişlerin zenginliğinden, ses, ritim ve uyumlarından yararlanırken, divan edebiyatının aruz, halk şiirinin hece kalıplarını kırıyordu. Canlı, yaşayan, dinamik, derin, çok renkli, imge yüklü, müzik yüklü sözcüklerle Türk şiirinin hem içeriğini, hem biçimini değiştirerek Türk şiirinde devrim yaratacaktı. Çalışkandı, en olumsuz koşullarda dahi hep üretecekti. O hep aşkla yaşadı, aşkla yazdı. Yaptığı her işe aşkla sarıldı... Bir kadına âşık olmakla, insanlığa âşık olmak, ideallerine âşık olmak arasında ayrım yapmadı. “Bir kadını sever gibi kâinatı sevmeye koyuldum” diyordu. Bir insanı sevmekten insanlığı sevmeye uzandı. İstanbul’a, Anadolu toprağına, vatanına da aşktan farksız bir tutkuyla bağlıydı. Aşk, ona göre tıpkı şiir gibi “ölüm kalım meselesiydi”. Bu nedenle bugün dahi, şiirlerinde sevgiliye fısıldanmış çok özel bir duygu, tüm insanlığa adanmış bir çığlığa dönüşebiliyor. Ama belki de Nâzım Hikmet’e en yakıştırdığım sözcük, dilimize de “empati” olarak geçen “duygudaşlık” ya da “eşduyum” sözcükleri. O, acı çeken, horlanan, insanlık onuru zedelenmiş, yok sayılmıştan, ezilenden yanadır. Vicdanlıdır, ahlaklıdır. O, hapishanede dört duvar arasından Anadolu’nun en ücra köyüne, Şanghay Limanı’na, Hindistan varoşlarına, Etiyopya’nın çıplak insanlarına uzanıp kendini onların yerine koyabiliyordu. Bireysel duyguyu, toplumsal bilinçle bütünlüyordu. Tarih ve coğrafya içinde sınır tanımayan, süregelen, çoğalan ve dünyayı kucaklayan bir bütünlük… Onun şiiri bir bütün olarak ele alındığında, aynı zamanda, 20. yüzyıl dünya siyaset tarihinin bir mikrokosmosunu oluşturur. Nâzım Hikmet’i tanımanın en iyi yolu onun eserlerini okumaktır. ‘Nâzım’ı kullanmak ve Orhan Pamuk’ eçen pazar, Radikal’in manşetinde önce Nâzım Hikmet’in kocaman fotoğrafını görünce, demek Orhan Pamuk Nâzım’la ilgili yeni bir belge buldu, bugüne dek söylenmemiş bir şeyi açıklayacak, yeni bir yorum getirecek diye çok heyecanlandım. (Bu arada: “Toplumsal Tarih” dergisinin Ocak 2007 sayısında Mete Tunçay, Rusya Devlet Sosyal Siyasal Tarih Arşivi’nden sağlanan bir belgeyi ilk kez açıklıyor: İlgililere duyurulur!) Sonra yandaki başlığı gördüm ve yazısını okudum… Orhan Pamuk çok genç olabilir: 1951’in koşullarında hangi gazetelerde, neler yazıldığını bilmiyordur, araştırma fırsatı olmamıştır… Daha sonra da odasına kapanıp romanlarını yazmaktan medyanın tüm ayıplarını da izleyememiş olabilir. O sıkı sıkı saklayıp gazeteye hazır getirdiği 56 yıl önceki haberin, Nâzım’a ve “Cumhuriyet”e öfkeli gazetelerde, dergilerde sık sık, belli aralıklarla tekrarlandığını bilmiyor olabilir… Cumhuriyet’in bu konudaki özrünü, son 40 yıldır Nâzım Hikmet’e en çok sahip çıkan gazetenin Cumhuriyet olduğunu bilmeyebilir… Radikal’ciler de onu uyarmayı unutmuş olabilir… Bunlara üzülmüş olsam da, bu gazetecilik bile değil desem de, öfkemi harekete geçiren başka bir duyguydu… Neydi bu duygu? Galiba, Nâzım’ı kendi çıkarı için kullanmak… Galiba, Nâzım’ı kişisel amaçlara alet etmek… Okuyucuların cahil olanlarına, “Bakın işte Nâzım’a yaptıklarını bana da yapıyorlar” duygusunu aşılamaya çalışmak… Tamam, 301. maddenin ayıbına, yanlış olduğuna inanıyor ve değiştirmek için mücadele veriyoruz. Orhan Pamuk bunun farkında mı? Orhan Pamuk, Nâzım’ın 17 yılını hapishanelerde, 12 yılını da ölesiye sevdiği halkından, vatanından, anadilinden uzakta, özlemle yanıp tutuşarak geçirdiğini de bilmez mi? İki duruşma kapısında karşılaşılan tepkiyle bu aynı şey midir? Bırakın 5060 yıl öncesini, bugün, evet bugün, şu yazıyı yazmakta olduğum sırada, bu ülkede insanlar düşüncelerini, ifade özgürlüklerini, insanlık onurlarını korumak için ölüyor, ÖLÜYOR! Savundukları davaya dikkatleri çekebilmek için ÖLÜYOR İNSANLAR! Davalarını iki satırla da olsa ga G zetelerde duyurabilmek için ÖLÜYORLAR! Bunu da mı bilmez Orhan Pamuk! AVUNULACAK TEK DAVA ‘BEN’ OLURSA Geçen pazar öfkemi körükleyen galiba bir de şu duyguydu: Manşet ishali geçirmekte olan medyamızda ayrıcalıklı bir yere oturtmaya çalıştığım bir gazetenin manşetinde Türkiye’nin en önemli meselesinin, savunulacak tek davanın, “Ben” olmasıydı… Ne ülkemde hızla büyüyen gelir uçurumu, ne kardeşin kardeşi silahlı çatışmalarla yok etmesi, ne mayınlı topraklar, ne bir türlü yapılamayan sosyal güvenlik reformu, ne F tipi zulüm, ne “namus” adına öldürülen kadınlar, kız çocukları, ne tecavüze uğrayan çocuklar, yalnızca “Ben”… Savunulacak tek dava “Ben” oldu mu, geriye yalnızca kin gütmek, eleştiriye tahammülsüzlük, intikam almak kalıyor… Zaten ertesi gün öteki gazeteler, “Orhan Pamuk Cumhuriyet’ten intikam aldı” gibi yorumlar yapmaktan geri kalmadı. Adeta kan davası. Vendetta! Neyin intikamı? Yanıt “Cumhuriyet Nobel’i görmedi”… Ah işte o zaman gülmeye başladım! Sen tut Stockholm’e git, (yanlışlık olmasın, beni yollayan da, maddi manevi yol ve 6 günün tüm masraflarını yükünü üstlenen de, benden her gün daha çok yazı isteyen de Cumhuriyet’ti) sen tut oradan 6 yazı yazıp yolla. (1Orhan Pamuk’a Yolculuk. 2 Akademide Ağlatan Konuşma, 3Nobel Etkinlikleri 4 İsveç’te Görkemli Tören, 5 İstanbul ve Edebiyat Dünyası, 6 En büyük İtibar Türkiye’ye…) Bunlar Stockholm’den güncel fotoğraflarla yayımlansın… Ama sen tutup da öteki gazeteciler kimdi, ne yeyip ne içtiler, kim hangi kılıktaydı, dedikodu ve magazin yazmazsan işte böyle yok sayılır, diye kendi halime çok güldüm! Sonra oturdum, biri arkadaşım, ötekiler meslek gereği tanıdığım, konuşma ve yakınında olma fırsatını bulduğum üç Nobel’li dünya yazarını düşündüm: Harold Pinter (İngiltere), Dario Fo (İtalya) ve Coetzee (Güney Afrika). Geçen pazar, ülkelerinde bir gazetede böyle bir fırsat ellerine geçseydi, kim bilir neler yazarlardı diye düşledim durdum. Baktım “Ben”den uzak, dünya meseleleri arasında kanatlanıyorum… Yazarlar kin gütmez. Nobel’li ya da Nobel’siz olsun… Yazarlar kin gütmez. www.zeyneporal.com faks:0 212 257 16 50 ÂŞIK VE DUYGUDAŞ S K Batı toplumuna ironik bakış... ? Artisan Sanat Galerisi 2007 yılını İtalyan fotoğraf sanatçısı Andrea Guastavino’nun, İstanbullu sanatseverlerle ilk kez buluşacağı ‘Souvenir’ adlı sergisiyle açıyor. Paris ve Marsilya’da fotoğraf ve heykel alanlarında sürdürmüş. İtalya başta olmak üzere Fransa, İspanya, Almanya, Danimarka gibi birçok Avrupa ülkesinde kişisel sergiler açmış, çeşitli ortak sergilere katılmış. Yıllar içinde eserÜRATÖR leri İtalya’nın seçBENGİ OYA kin ulusal ve özel Sanatçı, bu sergiymüzelerinin kolekle tüketime yönelik siyonlarına girmiş. kimliğiyle öne çıkan Sanatçı çalışmaBatı toplumunun, larında, bir ressam bugünün dünyasınduyarlığında gelişda, kendi ikonolojik tarihiyle kurduğu Çağdaş sanatın başarılı temsilcilerinden Guastavino’nun tirdiği kendine özgü baskı tekniği sailişkiyi, sınırların, ‘Souvenir’ adlı sergisinden bir yapıt. yesinde, fotoğrafı boyutların ortadan anlık ve durağan doğasından çıkarmış, hayalle gerkalktığı, tarihin tüm sayfalarının iç içe geçtiği ironik bir bakış açısından irdeliyor. Bengi Oya’nın çeği, geçmişle bugünü birbiriyle buluşturan, geniş küratörlüğünde düzenlenen ve dün açılan sergi, 3 algı alanları yaratan zengin bir anlatım diline çeviriyor. Özgün baskı tekniğinin yanı sıra fotoğraflaŞubat’a kadar görülebilir. Andrea Guastavino, Ravenna Güzel Sanatlar rını bastığı zeminler ve kullandığı malzemelerle de Akademisi’nden mezun olduktan sonra eğitimini, yenilikçi tavrını sürdürüyor. (Tel: 0 212 247 90 81) Kültür Servisi Artisan Sanat Galerisi 2007 yılını, çağdaş sanatın başarılı temsilcilerinden İtalyan fotoğraf sanatçısı Andrea Guastavino’nun, İstanbullu sanatseverlerle ilk kez buluşacağı ‘Souvenir’ adlı sergisiyle açıyor. K Onat Kutlar özlemle anıldı İstanbul Haber Servisi Gazetemiz yazarı, şair, sinema eleştirmeni Onat Kutlar, ölümünün 12. yıldönümünde ailesi, yakınları ve dostları tarafından anıldı. Kutlar’ın Aşiyan’daki mezarı başında dün düzenlenen törene katılanlar, Kutlar’ın unutulmayacağını bir kez daha vurguladılar. 995’TE YAŞAMINI YİTİRMİŞTİ Kutlar ile arkeolog Yasemin Cebenoyan The Marmara Oteli’nin girişindeki kafeye terör örgütü üyelerince önceden yerleştirilen bomba ile 30 Aralık 1994’te yaralanmış, Cebenoyan olay yerinde ölmüş, Kutlar ise 11 Ocak 1995’te yaşamını yitirmişti. Kutlar ve Cebenoyan’ın, yaşamlarını yitirmelerine neden olan saldırıya ilişkin davayaYargıtay’ın bozma kararının ardından devam ediliyor. Yargıtay 9. Ceza Dairesi, The Marmara’daki bombalı saldırının da aralarında bulunduğu çok sayıda eylemi terör örgütü PKK/Kongra Gel adına gerçekleştirdikleri iddiasıyla yargılanan 20 sanık hakkında verilen kararı, sanıklar Deniz Demir ve Hicran Kaçmaz ‘ın ‘’Topluma Kazandırma Yasası’na başvurularının incelenmeden karar verilmiş olması’’ gerekçesiyle bozmuştu. Kararda, ‘’Sanıklar Deniz Demir ve Hicran Kaçmaz’ın 4959 Sayılı Topluma Kazandırma Yasası’ndan yararlanma istekleri karşısında hukuki durumlarının buna göre yeniden tayin ve takdirinde zorunluluk bulunması, aralarında fiili ve hukuki bağ bulunması nedeniyle tüm sanıklar yönünden bozmayı gerektirmiştir’’ denilmişti. 1 CUMHURİYET 15 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle