10 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
5 AĞUSTOS 2006 CUMARTESİ CUMHURİYET SAYFA HABERLER ‘Yeni Bir Ortadoğu’yu kan revan içinde doğurtmak için ince parmaklar tuşlarda gezinmeye başlayacak 7 Brahms’ı sever misiniz? ? Ne yazık ki barış gökyüzünden inmiyor aramıza, her zaman bir zeytin dalı biçiminde Parthenon’un mermerinden de fışkırmıyor. Onu özenle sulayıp yeşertmek, korumak, besleyip yaşatmak gerek. NEDİM GÜRSEL GEÇMİŞTEN GELECEĞE ORHAN ERİNÇ Sen de mi Yılmaz Ağabey Bu kez de içimize ustamız, ağabeyimiz Yılmaz Çetiner’in acısı düştü. Halit Çapın’ın, Duygu Asena’nın, Ergil Tezerdi’nin ve Reha Mağden’in acıları henüz küllenmeye bile başlamamışken. Temmuzun sonu ile ağustosun başı arasındaki süreç, uğursuz bir dönem olarak belleklerimize kazınmış durumda. ??? Günlerden bir gün, sanıyorum 1964 yılıydı. Anadolu Ajansı’nın teleksi tıkırdamaya ve bir haber geçmeye başladı. Başlığı ‘‘Almanya’dan gelen Nurcu yakalandı’’ olarak konulmuştu. Haberde ‘‘Yılmaz Çetiner adında Almanya’dan gelmiş bir kişinin Nurculuk propagandası yaptığı iddiası ile yakalanıp gözaltına alındığı’’ duyuruluyordu. Haber tamamlanmadan yazıişlerinde bir hareketlilik başladı. Genel Yayın Yönetmenimiz Ecvet Güresin başta olmak üzere yüzlerde önce bir tebessüm başladı, ardından da kahkahalar duyulur oldu. Biz de merakımızı giderme olanağını bulduk. Ecvet Ağabey, Ankara Temsilcisi iken Cumhuriyet’e muhabir olarak aldığı, ama sonra çeşitli gazete ve dergiler yayımlayan, Anadolu Ajansı’nın Roma Temsilciliği’ni yapmakta olan Yılmaz Çetiner’in yeniden Cumhuriyet’e dönmesini istemişti. İstemekle kalmamış o günlerin en önemli sorunları arasında yer alan Nurculuk konusunda bir yazı dizisi hazırlama görevi vermişti. ‘‘Bak, şu Nurculuk meselesi çok ilginç, ülkenin dört bir yanını sardı. Sen Saidi Nursi ile konuştun Vatan’dayken, değil mi? İşte tam senin yapabileceğin bir iş. Nurculuğu araştır!’’ Yıllar sonra ayrıntılarını da öğrendiğimize göre (Nefes Nefese Bir Ömür, Epsilon Yayıncılık, Şubat 2006) sakallarını hafifçe uzatıp, başına da siyah bir bere geçirerek yollara düşmüştü Yılmaz Ağabey. Bugün harcıâlem durumuna gelen ama o günlerde bizler için hayal etme olanağı bulunmayan bir teybi bile vardı. İşte Cumhuriyet’e ikinci gelişi böyle olmuştu. ‘‘İnanç Sömürücüleri: Nurcular Arasında Bir Ay’’ başlıklı dizisi hem etkileyici hem de gazetenin satışını arttırıcı ilk dizisiydi. ??? Zaten her dizisi çarpıcıydı. ‘‘Şu Bizim Rumeli’’, ‘‘Mao’ya Tapanlar’’, ‘‘El Fetih’’, ‘‘Bilinmeyen Arnavutluk’’, ‘‘Bir Yudum Çay İçin’’ başlıklı araştırmaröportaj dizilerinin olay yarattığını söylememek hem kendisine hem de mesleğimize haksızlık olur hele şu özelliğini unutmak: Kıbrıs’ta Rumlar Noel katliamını gerçekleştirmiş (1963). Başbakan İsmet Paşa ancak savaş uçaklarını Ada’nın üzerinde dolaştırabilmiş. Saldırılar sürüyor ama.. Türkiye bir şey yapamıyor. Türkiye çıkarma yapmaya hazırlanıyor. Askerler ve tanklarla toplar şileplerle taşınacak. Tabii olmuyor. Amerika da silah yardımına ambargo koymuş. Tam o sırada Yılmaz Çetiner’in ‘‘Amerikan Yardımı ve Gerçekler’’ başlıklı dizisi yayımlanıyor (1965). Herkes kızgın ve öfkeli.. Yılmaz Çetiner’in eşgüdümünde ‘‘Millet Yapar’’ kampanyası başlatılıyor ve Türkiye ilk çıkarma gemilerini denize indiriyor. Unutulacak gibi değil. ??? O dönemde kullanılan adıyla Kızıl Çin’den dönüp ‘‘Mao’ya Tapanlar’’ dizisine başlama hazırlığı yaptığı günlerden birinde odasına doluştuk. Hiç kaybetmediği gazeteci heyecanı ile bize önce çekilen fotoğrafları gösterdi. Sonra çantasını açtı. İçinden Mao’nun Kırmızı Kitap’ını çıkardı. Türkiye’ye sokarken yakalanmış olsaydı başı büyük derde girerdi. Çünkü yasak yayınların başında geliyordu. Doğrusu biz de heyecanlanmıştık. İki üç yıl önce Çin Halk Cumhuriyeti’ne gittiğimizde Mao’nun anıt mezarı çevresindeki seyyar satıcıların, el kitabı büyüklüğüne indirgenen Kırmızı Kitap’ı turistik hatıra eşyası niyetine sattıklarını görünce çok şaşırmıştım. Doğal olarak da eski günleri anımsayıp Yılmaz Ağabey’in kulaklarını çınlatmıştım. ??? Kendisiyle son kez, Milliyet gazetesinin 56’ncı kuruluş yıldönümünde karşılaşmıştım. Tedavi altında bulunduğu hastaneden izin almış, oksijen tüpünün de yanına konulduğu tekerlekli sandalye ile 30 yıl plaketini almaya gelmişti. Tüpün hortumları burun deliklerine sokulu olduğu için rahat konuşamıyordu. Ama kaşla göz arasında hasret giderip eski günleri anarak mutlu olduk. Pek çok gazetecinin yetişmesine ve gelişmesine katkısı olmuştu. Sanırım en yeteneksizlerinden biri ben oldum. Muhabirken bana hep ‘‘daha sert ve vurucu cümleler kurmamı’’ önerirdi. Ama ben beceremedim. Bir gazetecinin bunca badireye karşın 59 yıl başarılı bir meslek süreci yaşamasının nedenini en güzel şu cümlesi özetliyor: ‘‘Mesleğimin cefasını da sefasını da seviyordum.’’ Işıklar içinde yatsın... Bir zamanlar Fransa’da, Françoise Sagan’ın ünlü romanı ‘‘Brahms’ı Sever misiniz?’’ sayesinde okurların bu soruyu olumlu yanıtlamakla yetinmeyip Brahms dinlediklerini de duymuştum. Anlaşılan ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice da seviyor Brahms’ı. Hatta sevmekle yetinmeyip piyanoda bizzat çalıyor. Üstelik ‘‘barış için dua’’ niyetine. Ne yazık ki barış gökyüzünden inmiyor aramıza, her zaman bir zeytin dalı biçiminde Parthenon’un mermerinden de fışkırmıyor. Onu özenle sulayıp yeşertmek, korumak, besleyip yaşatmak gerek. Yaşlı dünyamızın bir barış kültürüne her zamankinden daha çok ihtiyacı olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı? Bu bun, bu savaş günlerinde, Lübnan ateş altındayken, evler yıkılır, ocaklar söner, çocuklar ölürken, sanki ABD Dışişleri Bakanı Condoleeza Rice piyanonun karşısına oturup Brahms’tan eserleri seslendiriyor. olup bitenlerden kendisi sorumlu değilmiş gibi, sanki İsrail’in işlediği savaş suçlarına ortak değilmiş gibi, çikolata renkli kadın kendinden emin adımlarla sahneye çıkıyor. Üzerinde rengini Ortadoğu’da dökülen kandan alan zarif bir giysi, ensede toplanmış koyu siyah saçlar, yumuşak bakışlar ve yüzünden eksik olmayan beyaz gülüşüyle piyanonun karşısına geçiyor. Artık vakit gelmiştir, ‘‘Yeni Bir Ortadoğu’’yu kan revan içinde doğurtmak için ince parmaklar tuşların üzerinde gezinmeye başlayacak, barış duası kilisede koronun sesinden değil ruhumuzu okşayan, belleğimizde en duyarlı çağrışımlara yol açan piyano ezgilerinden doğacaktır. Bu iki doğumun sancılarını birlikte ve cebren yaşatıyor bize Doktor Rice. Ya da Bayan Pilav! ‘‘Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın!’’ der gibi uyguluyor saldırgan politikasını. Ama bilmiyor ki, doğrudan desteklediği, hatta cesaret verdiği İsrail ordusunun ataları toplama kamplarında yok edilir, saçlarından sicim, yağlarından sabun, derilerinden abajur yapılırken Naziler de Beethoven’in sonatlarını dinliyorlardı. Her sabah toplama kamplarında yoklama yapılırken Zara Lender’in iç gıcıklayan sesi duyuluyordu kampın hoparlörlerinden. Lili Marlen kışlanın feneriyle aydınlanan avluda dünyanın en masum, en saf, en duygusal aşklarını yaşıyordu. Ve panzerler Avrupa’yı kasıp kavurur, Luftwafe’in bombaları dünyanın en eski uygarlığını yerle bir ederken Wagner’in opera müziğiyle kendinden geçiyordu SS üniformalı melomanlar. Hiç olmazsa onlar barış yanlısı değil savaş taraftarıydılar, piyanoda ‘‘barış için’’ Brahms çalmak gibi bir amaçları yoktu. Acımasızdılar, caniydiler, görünüşte Beethoven dinleyecek kadar uygar, gerçekte insanlığın taş devrinde bile tanık olmadığı kadar barbardılar. Uygarlıktan nasiplerini almamışlardı, arada bir gül koklayıp müzik dinleseler de... Yine de kan rengi giysiler giyip bombalar altında can veren sivil halkla alay edercesine Brahms çalmıyorlardı. Yanlış anımsamıyorsam Sagan’ın sinemaya da uyarlanan romanının bir yerinde eşini genç bir kadınla aldatan erkek kahraman, ‘‘Brahms’ı sever misiniz?’’ diye soruyordu sevgilisine. Bayan Rice da bizi aldatmaya çalışıyor. Brahms’ı sevmediği, köpekbalığı dişleriyle gülüşünden belli. S O S YO L O G P I N A R S E L E K : Uzmanlar toplumsal şiddetin nasıl durdurulacağını açıkladı ‘Barış önce evde sağlanmalı’ NİHAN İNAL Pınar Selek, namus cinayetlerine karşı çıkarılan yasaların etkili olmadığını söyledi. Öğrenilmiş çaresizlik yaşanıyor HİLAL KÖSE Sosyolog Pınar Selek, şiddet politikalarının son derece geliştirildiği günümüzde öğrenilmiş çaresizliği yaşadığımızı, ikinci kez yeniden düşünmeye ihtiyacımız olduğunu vurguluyor. ‘‘Şimdi yeni sözler söylemek lazım’’ diyen Selek ile feminizmi, namus cinayetlerini, önyargıları ve teorikpolitik dergi Amargi’yi konuştuk. Kadının her türlü politikanın aleti, nesnesi olduğunu, kendi yaşamsal rolü konusunda uzun zamandır ‘‘özne’’ olamadığını anlatan Selek, ‘‘Kadın, sevgilisi karşısında da pasif. Cinsellikte bile kendisine verilen rolü yerine getiriyor. Bugün kendisi için yaşama noktasında değil’’ diyor. Türkiye’de son otuz yıldır ‘‘Özel olan politiktir’’ diyen feminist bir çabanın önemli başarıları olduğuna işaret eden Selek, 1980 sonrası hareketin, şiddetin olduğu yerde politikanın gündemine çok şeyin girdiğini söyleyerek, her şeyden önce feminizmin bir politika olduğunu kabul ettirdiğini dile getiriyor. Feminist bakış açısı olmadan felsefe, devlet, milliyetçilik ve heteroseksizmin bütünlüklü olarak kavranamayacağını savunan Selek, ‘‘Feminizim, müdahale altında kalan kadının bağımsız yürüyüşünü açan bakış açısıydı. Ancak bu bakış açısını çok da geliştiremedik. Şu sıralar herkes kadın adına bir şeyler yapıyor. Pratiğin teoriyle güçlendirilmesine şimdi daha çok ihtiyaç var’’ diyor. Üç aylık dergi Amargi’nin de bu ihtiyaçtan doğduğunu, farklı alanlarda çalışan, ancak ortak arayışları olan ekibinin, politikayı akademiyle güçlendirmeyi amaçladığını anlatan Selek, ikinci kez, yeniden düşünmeye çok ihtiyacımızın olduğunu vurguluyor. Selek’e göre, şiddet politikalarının son derece geliştirildiği bu dönemde ezberler konuşuyor. Sorgulamaksa ‘‘kutsallıklara’’ dokunuyor, bu cepheleşmenin içinde özgürlük adına kutsallıklar artıyor. Cinayetlere karşı sığınak Namus cinayetine karşı caydırıcı yasalar çıkmasına karşın net bir tanımlamanın olmadığını anımsatan Selek ‘‘Namus cinayetine karşı tek çare sığınma evleri. Türkiye’nin her yerinde olmalı. Az sayıdaki sığınma evlerini de erkekler yönetiyor. Devlet açsın, kadın örgütleri yönetsin. Aksi takdirde cinayetler son bulmayacak’’ diyor. 18 yaşından küçüklerin de şiddetten kaçacağı bir yerin olmadığına işaret eden Selek, seks işçilerinin, sığınma evlerine bile kabul edilmediklerini belirtiyor. Fuhuşun çok fazla arttığına, değinen Selek, fahişelik olduğu sürece hiçbir kadının erkeğin hizmetlisi rolünden sıyrılamayacağını ifade ediyor. Evde, işyerinde, sokakta kısacası hayatın her alanında kadınlar fiziksel, sözlü, cinsel şiddete uğruyor. Her kesimden kadının maruz kaldığı şiddet eğitim, sosyoekonomik durum ve bölge farkı gözetmiyor. Araştırmalara göre Türkiye’de evliliklerin ilk 3 yılında, üniversiteli kadınların yüzde 73’ü, gecekondu ve kırsal kesimde yaşayan kadınların ise yüzde 90’ı şiddet mağduru. Uzmanlar, taciz ve şiddetin erkek egemen bir toplumun kabul edilmesinden kaynaklandığını vurgularken, aile içi şiddeti önlenmediği sürece toplumsal şiddettin de önlenemeyeceği fikrini taşıyor. İstanbul Üniversitesi (İÜ) Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi Başkanı Prof. Dr. Necla Arat, kadına karşı şiddetin sadece Türkiye’de değil dünya genelinde de yaşanan önemli bir sorun olduğunu ve bin yıldan uzun süredir egemen erkek üstünlüğü düşüncesinin benimsendiğini söyledi. Arat; erkeğin, kadını kendisinden daha düşük gördüğü düşüncesinde olduğu sürece taciz ve şiddet eğilimlerinin değişmesinin çok zor olduğunu vurgulayarak, ‘‘Uzun bir süre de alsa aile içi eğitimin işe yarayacağını düşünüyorum’’ dedi. Arat, son olarak ‘‘Aile içi demokrasi oluşmadığı sürece toplumsal demokrasinin oluşamayacağı gibi aile içi şiddet önlenmezse toplumsal şiddet de önlenemez’’ yorumunda bulundu. Toplum duyarlı olmalı le getirdi. Akcan, insanların babalarını, televizyondaki ünlü isimleri örnek aldığını anlatarak ‘‘Sivil toplum kuruluşlarına çok büyük görevler düşüyor’’ diye konuştu. Bahçeşehir Üniversitesi Rektör Yardımcısı Sosyolog Nilüfer Narlı ise kendine aşırı güvenen ve eğitim düzeyi düşük kişilerin genelde sokakta kadınlara laf attığını ve tacizde bulunduğunu ifade ederek, ‘‘Kendilerini dokunulmaz hissediyorlar’’ dedi. Narlı, Türkiye’nin bazı bölgelerinde hâlâ kadınlara isimleriyle hitap edilmek yerine ‘‘Kızım şu işi yap’’ gibi ifadeler kullanıldığına dikkat çekti. Sokakta, evde, özellikle de işyerlerinde tacize çok sık rastlandığının altını çizen Narlı, ‘‘Ülkemizin bazı bölgelerinde hâlâ erkekler eşlerini alıp sokakta gezmiyor’’ dedi. Prof. Dr. Narlı, yasal yaptırımların yeterli olmamasından dolayı kadının bu kadar çok taciz ve şiddete maruz kaldığını belirtti. Araştırmalardan örnekler oerinc?cumhuriyet.com.tr Güzelliğe çağrı Politik atmosfer, insanlığın gidişi, muhalefetin biçimi, sanat ve felsefeye bakınca umutsuz olduğunu kabul eden Selek, Guantanamo’ya, İsrail’in katliamlarına değiniyor. Artık ilerlemeci olmadığını, yaşamın kimi zaman daha da tüketildiğini söyleyen Selek, hiçbir sorgulamanın olmadığını, şiddetin kabul edildiğini ifade ediyor. ‘‘Öğrenilmiş çaresizliğin yaşandığına’’ dikkat çeken Selek, güçlü olanın hiçbir hukuk, kural tanımadan yaptıklarına seyirci kalındığına işaret ediyor. Bakırköy Psikiyatri Değerlendirme ve Araştırma Merkezi Uzmanı Dr.Ayhan Akcan özellikle cinsel tacizin insanlarda kalıcı problemler yarattığını ifade ederek ‘‘Şiddet ve tacize uğrayan kadınlar travma, depresyon gibi uzun süreli psikolojik rahatsızlıklar yaşayabiliyorlar’’ dedi. Akcan, toplumumuzda kadınların tacize uğradığını ve bunun erkek egemen bir toplumda yaşamaktan kaynaklandığını kaydetti. Eğitimin önemini vurgulayan Akcan da ‘‘toplumun taciz ve şiddet gibi konularda daha duyarlı olması’’ gerektiğini di Kadının Sosyal Hayatını Araştırma ve İnceleme Derneği’nin dünyada ve Türkiye’de çeşitli araştırmalara dayanarak açıkladığı verilere göre kadınların en büyük sorunu dayak. Türkiye’de evliliklerin ilk 3 yılında üniversiteli kadınların yüzde 73’ü, gecekondu ve kırsal kesimde yaşayan kadınların ise yüzde 90’ı şiddete maruz kalıyor. Diğer ülkelerin durumu da Türkiye’den pek farklı değil. Uluslararası Af Örgütü’nün hazırladığı raporda, dünyada bir milyara yakın kadının dövüldüğü, seks yapmaya zorlandığı veya taciz ve şiddetin bir başka şeklini yaşamak zorunda bırakıldığı belirtildi. Güneydoğu’da şiddete maruz kalan kadınların dayak yeme nedenleri arasında ilginç gerekçeler yer alıyor. Kadınların şiddete uğrama nedenleri arasında en çok ‘‘pencereden uzun süre dışarıyı izleme’’, ‘‘yolda karşılaştığı erkek arkadaşına selam verme’’ gibi gerekçeler bulunuyor. BİLKENT ÜNİVERSİTESİ Türkiye’de kadın olmak aşbakanlık Kadının B Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü’nce yapılan bir araştırmaya göre ise aile içi suçların yüzde 87’si, kadınlara karşı işleniyor. Varoş olarak nitelenen gecekondu semtlerindeki kadınlar arasında yapılan araştırmada, kadınların yüzde 97’sinin aile içi şiddete maruz kaldığı sonucu ortaya çıkıyor. Ailelerin yüzde 34’ünde fiziksel, yüzde 53’ünde ise sözlü şiddet görülüyor. Nanoteknoloji merkezi kurulacak Haber Merkezi Bilkent Üniversitesi’nde modern teknoloji olanakları ile donatılan ulusal nanoteknoloji merkezi kurulacak. 2007 yılının başında faaliyete başlayacak olan merkezde, nanobiyoteknoloji ve nanotıp, akıllı tekstil, nanoelektronikfotonik ve sensörler, nanospintronik, hidrojen depolaması ve yakıt hücreleri, fiber lazer, nanokaplama ve atomsal seviyede görüntüleme konularında yürütülecek olan araştırmalara katılacak öğrenciler için disiplinlerarası bir yüksek lisans ve doktora tezi düzenlenecek. Gelecek güz döneminde öğretimine başlayacak olan ‘‘Malzeme Bilimi ve Nanoteknoloji’’ adlı programın seçmeli derslerden oluşan öğretim, çeşitli disiplinleri içeren ileri bilim ve geleceğin teknoloji konularına tez çalışmalarına odaklandığından öğrencilerin büyük ilgisini çekmesi bekleniyor. CUMHURİYET 07 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle