25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 30 TEMMUZ 2006 PAZAR 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL ‘Batılılaşma’ ve ‘Batıcılık’... Bir yandan ‘‘Batılılaşma’’ ve ‘‘Batı’yla bütünleşme’’ çığırtkanlığı yaparken; öte yandan da, halkın dinsel duygularını sömürmek yoluyla İslami bir rejimi uygulama yolunda adımlar atan hükümetlerin, Türkiye’de varlıklarını sürdürebilmelerine ben hiçbir şans tanımamaktayım, çünkü Türk halkı sağduyulu bir halktır. PENCERE Gülen ile RTE’nin Zamirleri?.. Irak’taki manzara dinciliğin mezhepçiliğe indirgenmiş kartpostalı gibi... Amerika.. İngiltere.. Hıristiyanlar ülkeyi işgal etmişler, petrole el koymuşlar, Sünni ile Şii birbirinin boğazına sarılmış... ? Sakın Şiilik ile Aleviliği birbirine karıştırmak gibi bir kusur işlemeyin!.. Aralarında dağlar kadar fark var!.. Uzun uzadıya anlatmaya gerek yok!.. Bir Irak’ın Şiilerine bakın... Bir de Anadolu Alevilerine!.. Farkı fark edersiniz!.. ? Fethullahçılar Alevi mahallesine cami yapmak istemişler... Mahalleli demiş ki: Ne gerek var?.. Fethullahçılar Nakşibendi mezhebinin Nurcu tayfasından paralı dinci takımı oldukları için bastırmışlar: Canım, sizin cebinizden para çıkmayacak, caminin masrafını biz karşılayacağız... Alevi dedesi yine diretmiş: Olmaz!.. Neden?.. Ulan, demiş, camiyi yaptırdınız mı mahallede barış biter... Niçin?.. Dede: Siz de RTE gibi kubbeyi miğfer, minareyi süngü gibi kullanırsınız!.. ? İsrail ile Amerika Ortadoğu’da Müslümanın canına okuyor; Bush Irak’ı işgal etti, hem İslamı çiğnedi, hem Sünni ile Şii’yi birbirine düşürdü, çoluk çocuk, kadın, ölen ölene... Peki, RTE ne yapıyor?.. Hani ‘‘Minareler süngümüz’’ idi?.. ‘‘Kubbeler miğferimiz’’ idi?.. ‘‘Müminler askerimiz’’ idi?.. Erdoğan Bey’in miğferi, kubbe değil, BOP (Büyük Ortadoğu Projesi); süngüsü, minare değil, SVB (Stratejik Vizyon Belgesi) oldu... ? Fethullah Gülen’e bak sen!.. Ne ‘‘Hocaefendi’’ imiş bu?.. Kendisi Amerika’da sus pusss.. Gazetesi ‘Zaman’ Türkiye’de tıs pısss... Son Ortadoğu bunalımı bir işe yaradı; RTE’nin, AKP’nin, Gül’ün ve Gülen’in zamiri ortaya çıktı... Peki, bunların zamirinin ortaya çıkması için çoluk çocuk, kadın erkek, yaşlı genç bunca Müslümanın canına kıyılması mı gerekiyordu?.. İnsanın Bir Değeri Var mı?.. Bir insanın değeri nedir? Hangi insanın diye soruyorsunuz belki? Öyle ya, insandan insana çok fark var! Gerçi, hepsi etten, kemikten, sinirden, tuzdan, sudan ‘‘imal’’ edilmiş! Ama öylesi de var ki yaşasın diye, tüm bilim, kültür, sanat, edebiyat, seferber olur. O kişi, hastalansa, sakatlansa, yaralansa, kurtarmak için neler göze alınmaz? Anası, babası, dostları, sevenleri, ulusu, halkı, herkes... O insan, yaşamalı, kaç yaşında da olsa aramızda olmalı!.. Kalbine pil takılmalı; kolu kırıksa, bacağı sakatsa en yeni araçlarla desteklenmeli; burda olmazsa, uçaklarla Avrupalara götürülmeli, en büyük hekimlere gösterilmeli, en ünlü sağlık yerlerinde bakılmalı!.. Sait Faik’in öyküsünü daha önce de yazdım, hatırlayın... Hani bir müzede çıkan yangında Leonardo’nun ünlü tablosu Mona Lisa’yı mı, yoksa bir küçük zenci çocuğu mu kurtarmalı ikilemini, tartışanları!.. Hepsi yazar, bilgin, tarihçi insanlardır... Biri der ki, Mona Lisa bir sanat şaheseri elbet onu kurtarmalı... Başka biri ben zenci çocuğu kurtarırım, bilinmez.. o çocuk büyüyünce belki Mona Lisa’dan üstününü yaratacaktır. Çoğunluk, sanat yapıtının yangından kurtarılmasından zenci çocuğun ise yangında yok olmasından yanadır... İçlerinde biri (belki de Sait Faik’tir) der ki, ‘‘Ben zenci çocuğu kurtarırım, yalnızca ‘insan’ olduğu için.’’ İnsan olmak budur. Yalnız insan olmak! İnsanca görmek, düşünmek; insanca yaşamak yaşatmak... Buna benzer bir başka olayı da J.P. Sartre’ın bir yazısında okumuştum. O da Chartre Katedrali ile bir çocuk arasında bir seçme konusunu yazmıştı. Bir sanat anıtı olan katedral mi yıkılsın, yoksa bir çocuk mu ölümden kurtarılsın gibi bir şey!.. Sartre, çocuktan yanadır, çünkü o çocuk ilerde belki katedralden çok daha önemli yapıtlar yaratabilecektir... Sartreda, Sait de; insandan yanadır. Öyle böyle olduğu için değil! Yalnızca insan olduğu için... Uygarlık diyoruz, bilim diyoruz, tıp diyoruz, hepsi insandan yana; insanı daha çok, daha sağlıklı yaşatmaktan yana... Öte yandan yine başka tür insanlar, kendi benzerlerini tek tek de değil topluca, binlercesini, milyonlarcasını yok etmek için silahlar üretmekte, acımasız, duygusuz kıyımlar yapmakta!.. O zaman ‘‘insan’’ın değeri diye bir şey yok! Bir tek insana önem verenler verdiklerini yazanlar, söyleyenler bir bakıyorsun binlercesine, milyonlarcasına kolaylıkla kıymakta hem de zafer marşları söyleyerek... Doç. Dr. Hüner TUNCER ilindiği gibi, altı yüz yıl varlığını sürdürmüş olan ve tarihin en büyük devletlerinden biri sayılan Osmanlı İmparatorluğu, bir din devletiydi. Bir ailede (Hanedanı Âli Osman) toplanmış olan egemenlik, toplumun dışında ve üstünde olan bir kaynaktan ileri geliyordu: Tanrı. Böylece, Osmanlı İmparatorluğu’nda egemenliğin sahibi ulus değil, Tanrı idi. Halk, devletin bir organı değil, yalnızca edilgen bir öğesiydi. Halk denilen kitle, çeşitli ulusları kapsadığı için, ‘‘ulus’’ kavramından daha genişti ve ‘‘ümmet’’ ismini almıştı. Osmanlı Devleti’nin kuruluşu, amacı, yani egemenliğin kimler tarafından ve nasıl kullanılacağı, bireye ve devlete ilişkin kuralların tümü İslami kurallarla açıklanmak istenmişti. Ve bu kuralların bütününe ‘‘şeriat’’ ismi verilmişti. Şeriat, Tanrı’nın kulları için koymuş olduğu din ve dünya kurallarının tümü olarak kabul edilmişti. Şeriat düzeninde padişah, devlet varlığının bilinciydi. Devletin reisi olan padişah, Tanrı’nın kulları olan uyruklarını İslam devletinin amaçlarına ulaştırmakla görevliydi. Amaç, Tanrı’nın dünyasına ulaşmaktı. Teokratik bir devlet olan Osmanlı İmparatorluğu’nda, on sekizinci yüzyıldan itibaren ‘‘Batılılaşma’’ eğilimleri ve hareketleri başlamıştı. Niçin? Çünkü Batı, Osmanlı İmparatorluğu’na ve Doğu’ya kıyasla, yalnızca teknik alanda değil; aynı zamanda, düşünce dü B zeyinde de bir üstünlük arz etmekteydi. ‘‘Batılılaşmak’’, Doğulu halkların içinde bulundukları geri durumdan ve düşük yaşam standartlarından kurtulmak demekti. ‘‘Batılılaşmak’’, her şeyden önce Batı’nın üstünlüğünü kabul ve itiraf etmekti. Padişah III. Selim (17891807) ve II. Mahmut (18071839) dönemlerinde, Osmanlı’nın ‘‘Batılılaşması’’ yolunda ciddi adımlar atılmış; Osmanlı Devleti’nin siyasal ve toplumsal yapısında önemli değişiklikler gerçekleştirilmişti. Padişah II. Abdülhamit döneminde (18761909) gerçekleştirilen Birinci Meşrutiyet (1876) ve İkinci Meşrutiyet (1908) rejimleri ile Osmanlı İmparatorluğu, mutlak monarşiden meşruti monarşiye geçmiş ve 1876’da Kanunı Esasi’nin (anayasa) kabulüyle, bir dönüm noktasını yaşamıştı. Ancak, ‘‘Batılılaşma’’ adına yapılan tüm bu değişiklikler, başta padişah olmak üzere, Osmanlı devlet adamlarının zihniyetinde önemli değişikliklere yol açmadığından ötürü, büyük ölçüde halk tarafından da benimsenmemiş ve ülke, yine dinsel kurallara bağlı kalınmak suretiyle yönetilmeyi sürdürmüştü. Başka bir deyişle, padişaha bağlı olan kulların yerini, özgürce düşünebilen ve hareket eden yurttaşlar alamamıştı. Padişah, kendi yetkilerini yine kendi iradesiyle sınırlamış; halkın, devlet yönetiminde söz sahibi olması akıllara bile gelmemişti. Böylece, tam anlamıyla ‘‘Batılı’’laşamayan Osmanlı İmparatorluğu, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda yok olmaktan kendini kurtaramamıştı. Cumhuriyetimizin kurucusu Büyük Ata türk ise, ‘‘Batılılaşma’’ konusunda şunları söylemekteydi: ‘‘Memleketler çeşitlidir fakat uygarlık birdir. Bir milletin ilerlemesi için, bu biricik uygarlığa katılması gereklidir. Fikrimiz, zihniyetimiz uygar olacaktır. Uygar olacağız! Artık duramayız. Muhakkak ki ileri gideceğiz! Geriye ise hiç gidemeyiz. Çünkü ileri gitmeye mecburuz. Ulus açıkça bilmelidir. Uygarlık öyle kuvvetli bir ateştir ki, ona kayıtsız kalanları yakar ve mahveder!’’ İşte, çağdaş uygarlıktan yana Atatürk! İşte, ulusuna gideceği yolu gösteren Atatürk! Atatürk’ün bu sözleri ve buyrukları, ona ve onun ilkelerine karşı olan sahte Atatürkçülerin başına bugün ve yarın bir balyoz gibi inecektir... Bütün bunları niçin yazmak gereksinmesini duydum? Çünkü bugün iktidarda bulunan AKP hükümeti, yine İslami kuralların egemen olacağı bir rejimle, Atatürk Türkiyesi’ni yönetmek hevesindedir. ‘‘Batılılaşma’’dan yalnızca Avrupa Birliği bünyesinde Batı ile bütünleşmeyi anlayan hükümet, ülkenin içerisinde dinsel kuralların geçerli olacağı bir rejimi uygulamayı istemektedir. Peki, dinsel içerikli bir rejimle Türkiye’nin Batı’yla bütünleşmesi nasıl bağdaştırılabilinecektir?.. Bir yandan ‘‘Batılılaşma’’ ve ‘‘Batı’yla bütünleşme’’ çığırtkanlığı yaparken; öte yandan da, halkın dinsel duygularını sömürmek yoluyla İslami bir rejimi uygulama yolunda adımlar atan hükümetlerin, Türkiye’de varlıklarını sürdürebilmelerine ben hiçbir şans tanımamaktayım, çünkü Türk halkı sağduyulu bir halktır; Türk halkı Atatürkçüdür; Türk halkı akıldan ve bilimden yanadır ve Türk halkı, ülkesinin çıkarlarına aykırı yolda yürümeyi hedefleyen hiçbir hükümete geçit vermeyecek hasletlere sahiptir. Atatürkçülükten hiçbir zaman en ufak bir ödünde dahi bulunmayacağımızı, Türk halkının bir bireyi olarak, buradan, bunu duymak ve algılamak istemeyen hükümetlere var gücümle haykırmak istiyorum!!! Vergi Ödeyen Kişi, Büyür Vergi kaçırma halinde kişinin (bir şirket veya tek kişi) varlığında kayıt dışı bir fazlalık husule gelecektir. Bu fazlalık kaçırılan vergiye tekabül eden paradır. Buna kara para deniliyor. Yakup ALMELEK ‘Vergi ödeyen kişi gelişir, büyür.’ B u söz benim değil, Çok değer verdiğim ve sevdiğim bir arkadaşımdan duymuştum. Tanrı’nın rahmeti üstünden hiç eksik olmasın kimya mühendisiydi. Zeki ve ileriyi görebilen bir iş adamıydı. Vergi vermek bir yurt görevi. Ancak her ülkede bu görevin sürekli ve eksiksiz yerine getirildiğini veya getirilmekte olduğunu iddia etmek (savlamak) olanaksız. Vergiler kamu hizmetlerinde harcanmak üzere, yasalara göre alınıyor, devletçe ve yerel yönetimlerce (belediyelerce). Genelde iki ana bölümde incelenir. Dolaylı ve dolaysız vergiler: Dolaylı vergi kimi maddelerin ve hizmetin fiyatları üstüne eklenen paydır. Örneğin, katma değer vergisi (KDV), buna satış vergisi de denebilir. Bunun dışında emlak alım satım ve taşıt alım vergileri de bu tür vergiler sınıfına girerler. Dolaylı vergiler kişileştirilemeyen bir yapıdadırlar, ileriye yansıtılabilinir. Eş bir deyişle üreticiden nihai tüketiciye aktarılan vergilerdir. Kaçırılma açısından maliyenin en güvendiği vergilerin dolaylı vergiler olduğunu söylemek mümkündür. Dolaysız vergiler ise gelir vergisi, kurumlar vergisi, veraset ve intikal vergisi, servet vergileridir. Bunlar ileriye veya geriye yansıtılamazlar. Devletin, teşbihte hata olmaz, mükelleflerle savaşı da işte bu alanda devam eder. Bir taraf vergi kaçırma yollarını zorlarken diğer taraf kaçırmayı önleme gayreti içindedir. Yazımın başlığındaki kişi sözcüğü, özel ve tüzel kişileri tanımlıyor. Örneğin: Tek kişinin kurduğu firmalar, kolektif, limitet, anonim şirketler, kurumlar, dernekler. Vergi kaçırma halinde kişinin (bir şirket veya tek kişi) varlığında kayıt dışı bir fazlalık husule gelecektir. Bu fazlalık kaçırılan vergiye tekabül eden paradır. Buna kara para deniliyor. Kara dediğimiz paraya, kişinin işletme için ihtiyacı varsa karayı aklama yoluna gitmek kaçınılmaz olur. Siyahı beyaz yapmak, karayı ak haline getirmek. Amerika Birleşik Devletleri’nde ve Avrupa’nın bazı ülkelerinde bunun yolu hemen hemen tümüyle kapatılmıştır. Kurnazlıkla bazı usuller bulunsa bile, kaçırılanı resmileştirmek çok risklidir. USA’da bir söz vardır: ‘‘Adam öldürürsen seni kurtaracak veya cezanı azaltacak yollar bulunur, ancak vergi kaçırırsan avukatların bile çaresiz kalırlar.’’ Vergi kaçıran kişi kaçırdığına tekabül eden meblağı işletmenin dışında tutarsa o firma bü yüyemez. Ya olduğu gibi kalır veya küçülür. Atatürk’ün, ‘‘Durmayalım düşeriz’’ vecizesini bu konuya da uygulayabiliriz. Yerinde sayan kuruluş, zaman içinde yıpranır ve adım adım düşme yoluna yaklaşır. Bu kaçınılmazdır. Ne ilginçtir ki vergi kaçıran firmalar uzun süreler aynı yerde duramıyorlar. Ya kayboluyorlar ya da devam edebilmek için normal yola avdet ediyorlar. Dürüst oluyorlar, vergilerini ödüyorlar ve sıhhatli bir şekilde de büyüyorlar. Vergi kaçırmanın büyük bir dezavantajı daha var. Kaçıran bunu mutlaka birilerine gebe kalarak gerçekleştirir. Bazen muhasebeyi tutan, kimi zaman ambar giriş çıkışlarını yapan veya müşteri hesaplarını işleyen vs. vs. kişi eksik ödenen verginin ihbarcısı olabilir. Rahmetli babam kırk yıl serbest muhasebecilik yapmıştır. Zaman zaman ondan duyduklarım tüylerimi diken diken edecek korkunçluktaydı. Kadının kocasını, oğulun babasını, kardeşin kardeşini ele verdiği olaylar anlatırdı. Muhasebe yardımcısının veya ambar memurunun, kimi kez durumdan haberdar olan bir sekreterin firma sahibinin karşısında diklenip terbiyeyi çok aşan çıkışlarda bulunduğunu naklederdi. Bunlara benzeyen her olayda şu suali kendimize sormadan edemezdik: Değer miydi? İhtilaflar, kavgalar, üzüntünün beslediği rahatsızlıklar ve hatta beyinsel fırtınalar... Biraz daha fazla ka zanmak için kişinin sıhhatini ipotek altına alması ister istemez insan zekâsını da gündeme getiriyor: Değer mi? CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle