23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
28 ŞUBAT 1988 CUMHURİYET/7 Madaııı Adler'in büyülü evi Corman Kitabeyi kapandı. Corman, Madam Adler'in mekânı, büyülü eviydi. On bin yıllıktı Corman Kitabevi. Raflar, cilası aşınmış ceviz ağacındandı. Bodrum katı küf kokardı. Madam Adler, kitabın sarrafıydı, ama iflas etti. HADİ ULUENGtN BRÜKSEL Ravenstein sokağmda, Güzel Sanatlar Müzesi ile Sinematek'in tam karşısındaki "Corman Kitabevi" kapandı. Madam Adler, rakipleri gibı, on kitap alana on birinciyi bedava veren "sadakat bdgesiaden" dağıtmadı. Kitaplar çalınmasın diye, ciltlerin içine manyetik alarm tertibatı yerleştirnıedi. On birinci kitaba tamah edenler rakiplere gittiler. Bazılan da aşırementoyu sürdürdü. "Corman Kitabevi" iflas etti. Coğrafi konumu nedeniyle, Egon Scbiete desenleriyle başlayan ve Arsak Palabıyıkyan matineleriyle devam eden cumartesı münzevilikleri. Corman Kitabevi 'nde biterdi. Corman Kitabevi büyülüydü. On bin yıllıktı. Raflar cilası aşınmış ceviz ağaandandı. Ucuz cep kitaplannm durduğu bodrum katı kuf kokardı. GU rişte, Madam Adler, öbür meslektaşlarının tersine, moda neşriyatı sergilemez, kendisi için önem kespedenleri koyardı. Bunlann arasında, sürekli olarak Marksizan ve Şarkiyatcılığa dair eserler olurdu. Madam Adler, savaş kuşağının bütün Leh Yahudileri gibi komünizmle yol arkadaşlığı yapmıştı ve Çin'e hâlâ laf soyletmezdi. Madam Adler Yahudi bir anneydi de. EgoD Scbiele desenleriyle Arsak Palabıyıkyan matinelerinden sonra unutulmayı sevmezdi. İki hafta uğranmadığında küserdi. Tek nüshası kalmamış ve müdavimi için hassaten saklanmış Kafka mektupları züğürtlük gerekçesiyle satın alınmadığından, "sen de bana mektup yaz da ihya olasın" diye latife ederdi. Sonra da "şimdi al haftaya ödersin" derdi. Niceliklerini bildiklerine, tezgâhın altından adı sanı duyulraamıs kitaplar çıkartır ve metezori aldırtırdı. Bunlardan hayal kınklığına uğrandığı vaki degildi. Connan'da bütün kitaplar bulunur ve yoksa Madam Adler yaratırdı. Corman Kitabevi kitabın kuyumcu dükkam, Madam Adler de kitabın sarrafıydı. Corman Kitabevi iflas etti. Corman Kitabevi kapanınca, Louise caddesinin üzerindeki Roma Kitapçısı'na gitmek gerekti. Aslında, Roma Kitapçısı'na her zaman gıdilirdi. Ama tam bir kitabevi değildi. Girişte, gazete, bilimum haftalık ve aylık dergi, cigara ve tütün de satılırdı. Ustelik, yalnız Paris'te olduğu gibi, akşam beşten itibaren, Le Monde'un ertesi gün nüshasının BrükseTde bulunabildiği tek yerdi. Gece ona kadar da kapanmazdı. Cuma akşamlan, tam karşıdaki Vendome sinemasından, John Huston'un son fllmi Joyce'un "DuMinliler" uyarlaması "Olüm" için bilet alımr ve suarenin başlaması, Roma Kitapçısı'nda mecmua kanştırarak beklenirdi. Şehrin en cazibeli kadınlan ve "snob" erkekleri orda olurdu. Pazar sabahları, koşudan hemen sonra ve ayçöreği almadan önce, pahalı bir eşofmanla. koltuğunun altında "Snnday Times" ya da " L e Nouvel Observateur" ile Roma Kitapçısı'ndan çıkmak işin raconuydu. Ama Corman kapanmadan önce, asıl kitaplann bulunduğu arka bölüme, ancak Corman'a gitmeyenler giderdi. Corman kapandıktan sonradır ki, Roma Kitapçısı'mn da kendine has başka bir çekiciliği olduğu keşfedildi. Bir kere, mekânda daha ışıklı ve pek çok daha kalabalıktı. Bunun, patron müşteri ilişkisinde olmasa bile, müsteriler arasındaki iletişimi k o laylaşürdıgı anlaşüdı. Bazılan, cüretkâr davramp, "Maskder"i kanştıran albenili kızın yanına yaklaşıp, "Regis Debray önce söylediklerini şimdi reddettiği için hain mi?" türünden parlak uvertttrler yaptılar ve kaşla göz arasmda kızı John Huston'un filmine götürdüler. Cormandan farklı başka bir avantajın ise liste başı kitaplann hep görünür yere dizılmesi olduğu anlaşıldı. Yalnız kapaklara ve kapak arkalanndaki metinlere bakarak, toplumun güncel eğilimleri hakkında parametreler edinmek imkânı doğdu. Kenize Murad'ın "Ölmüş Sullan Masalı"nın, yayımlanmasmdan otuz sekiz hafta sonra hâlâ kasanın yanında durması, neoromantizmin sürdüğünün göstergesini oluşturdu. YeniKeynesçi ekonomistlere ait kitaplann üst rafa, Friedmancı ekonomistlere ait incelemejerin alt rafa konması ise, ABD seçimlerinde Cumhuriyetçi Parti'nin şansının azaldığının ifadesini teşkil etti. "Corman Kitabevi", on birinci kitabı bedava dağıtmadığı ve aşırementoyu önleyemediği için iflas etti. Roma Kitapçısı, on birinci kitabı bedava veriyor ve ciltlerin içinde manyetik alarm tertibatı var. Corman Kitabevi büyülüydü. Roma Kitapçısı da çok cazibeli. BrükseVden Bayan Franco, sağlıklı günlennde torunlanyla bır batıar geantisinde. San Remo salça mıdır? San Remo Festivali, Domenico Modugno'nun o tinlü "Volare"siyle bir arada ünlenen bu müzik şöleni eski havasmı yitireli çok oldu. Şimdi artık festivalin adı bir makarna markasıyla bir arada anılıyor. Jlpkı bir spagetti sosu gibi. NtLGÜN CERRAHOĞLU ROMA Domenico Modugno ve şarkı yazan Franco Migliacci'yi, Marc ChagaD'ın masmavi gökyüzünde havalanmış bir adamı sergileyen "Le Coq Rouge" tablosunun baştan çıkardığı anlatılıyor. Bir başka versiyon da şöyle: Modugno, bir sabah yataktan kalkuğında kansı Franca'ya "Bugün hava güzel olacaga benziyor" demişü. "Hadi camm" derruş Modugno'nun kansı "Aksine ya|mnr yagacak". Bunun uzerine Modugno pencereye gitmiş ve camlan sonuna kadar açmış. Gözlerini alan ışık ve masmavi bir gökyuzü Modugno'ya birden sonsuz bir uç. mak arzusu vermiş. Bunun uzerine piyanosunun başına oturan ünlü şarkıcı bir çırpıda "Votore"yi (Türkçesiyle "Uçmak") bestelemiş. Modugno'nun ilham kaynağının gerçekte bir Chagall tablosu mu, yoksa banal bir kankoca kavgası mı olduğu aslında o kadar önemli degil. önemli olan t Şubat 1956 geccsi San Remo Fectivali'nde beyaz smokin bır ceketle, kollanm iki yana açarak söytedigi "Voiare" şarkısuun, kendisi ve festival ile bırlikte Italya'mn efsanelerinden biri arasına girmesi. Böylece Sicilyalı türküleriyle mutevazı bir üne sahip olan Modugno, bir gecede "mflli" olmuş ve bugüne dek dayanan "Mister Voiare" ünüyle damgalanmıştı. Ağır bir felç geçirmesine ve 60 yasını geride bırakmasına rağmen Cicciolin» ile birlikte "Radikal Parti"nin '87 seçimleriyle parlamemoya soktuğu Modugno, artık şarkı söyleyemese de sıyasi yaşamda hâlâ adını duyuruyor. 1951 yüında 1 orkestra, 3 şarkıcı ve 1 takdimciyie doğan "San Remo" Festivali'nde devrim yaratan "Voiare" ise hiçbir San Remo şarkısına nasip olmayan bir rekor kırarak 22 milyon kopya sattı. Doğuşundan 4 yıl sonra, televizyondan naklen yayımlanmaya başlanan "San Remo" Festivali, savaş sonrası ttalyası'nın sefaletten yeni kurtulmaya başladığı sıralarda tatlı düşler ve huzur ilham eden romantik şarkılanyla, her yıl beklenen bir "olay" olarak ilgiyle izleniyordu. Aslında güven veren bu tatlı melodiler, öyle şarkılardı ki örnegin '57 San Remo Festivali'nde "kalp" sözcüğü bir gecede 50 kez tekrarlanmıştı. Festival sahnesine çıkan sarkıcılann hemen hepsi de bunlan ellerini kalplerinin Uzerine koyup, içli içli okuyorlardı. tşte bu yüzden kollanm ardına kadar açarak ferahlatıcı, iç açıcı "Vol«re"siyle Domenico Modugno bir anda ltalyanlan fethedivermisti. Yalnız 100.000 televizyon alıcısırun bulunduğu o yıllann Italyası'nda, San Remo Festivali'ni izlemek uzere kahvelerde ve eş dostun evinde toplanmıs milyonlarca telemisaflr bir anda büyülenivermişlerdi. Çeşitli sosyal sınıfları, siyasi görtlşleri ve kuşaklan aşan "Voiare", kimi sosyoloğa göre Freudoı bir analizle, tutucu geleneklerin hâkim olduğu bir ülkede orgazmla uçmayı simgeliyordu. En banal yorumuyla ise zorluklann ttalyası'nda, "Voiare" sorunlan unutup kaçmayı öneriyordu. "Volare"nin görkemine erişemese de 60'lı yıllar "Saa Remo" ile birlikte, ttalyan müziginin altın çağı oldu. Mina, MJIva. Adriano Celentano, Peppino di Capri, Iva Zankchi" gibi ünlü ttalyan şarkıcılarımn hepsi festivalin sahnesinden geçtiler. "Al Di La", "0 Ragazzo di Via Gluck", "No No L'eta", "Non Pensore a Me" gibi şarkılarla özdeşleştirilen San Remo sadece İtalya'da değil, bizde ve tüm Avrupa'da merakla beklenen bir müzik olayı haline geldi.Oysa 70' 11 yıllar da tüm dünyayı saran Amerikanrock müziği ile büyük bir darbe yiyen festivalden, kısa süre içinde televizyon da desteğini çekti. Tabulannı kıran, özgürlesen, zenginleşen ttalyan toplumunda artık "San Remo" gibi bir festivalin. "olay" olarak lanse edilmesi çok güçtü. Bu arada muazzam bir çeşitlilik kazanan, özel televizyonla birlikte en az 50'ye yakın TV kanalı ve her kanalda birbirleriyle yanşan showlar, her gün San Remo 'ya raJcip olabilecek programlan yaymlanna koyabiliyorlardı. Ancak 80'li yıllarda özel TV Ue, devlet TV'si arasmda şiddetlenen "sbow savaşı" o hale geldi ki, RAI (ttalyan devlet televizyonu), biraz da eski bir nostaljinin meyvelerini toplamak kaygısıyla San Remo'ya yeniden el attı. "Volare"den tam 30 yıl sonra haftalardır büyük bir medya olayı haline getirilerek yayına 4 gece üst üste baştan sona dek koyulan festival, 20 milyon televizyon seyircisini ekran başında buluşturmayı başarmasına rağmen eski heyecanı yaratamadı. Festival gene ünlü ttalyan tenoru Lnciano Pavarotti'nin söylediği "Voiare" ile açıldı. Fakat Modugno'nun heyecanı ve milyonlarca Italyanı uçuran bu şarkırun büyüsü yitirilmişti. Geride kalan, RAI'nin zengin teknolojisi ve programı sponsör eden Barilla makarna şirketinin maddi olanaklarımn birlikte yarattığı bol ışıklı seksi yırtmaçlı bir takdimcinin sunduğu bir megashowdu. Festivali izlemek için çiçekçilik ve turizmle geçinen 60.000 nüfuslu bu Akdeniz kentine üşüşen, davet edilen gazetecilerin sayısı, şarkıaları fersah fersah geride bırakıyordu. Ne ki eskilerden festival sahnesinde mikrofonu eline almaya hevesli isimler arasmda yalnız Pepino di Capri'nin adı tanıdık geliyordu. ttalyan müziginin bugunkü temsilcilerinin coğu San Remo'dan uzak kalrtıayı yeğlemişlerdi. "Volare"nin romantizmi, yerini 80'lerin sanayi ttalyası'nda "Barilla" makarnalarının yeknesak tadına bıraktı. Roma'dan New Yorktan Entel hırsız daıııda gezer Suratlarında çoraplan, sırtlarında torbalanyla beş katlı binanın çatısında simsiyah iki kedi gibi beliriverdiler. Çevik hareketlerle bir çatıdan ötekine atlarken, arkadaki hırsız kendi kendine mırıldandı: "Inşallah Pacino da Bonaguida'yı da almışımdır." ŞEBNEM ATİYAS NEW YORK Bu kış New York'ta eşi görülmemiş soğuklar oldu. tşte iki hafta önce bu soğuk kış gecelerinden birinde, New York'un aynlmaz bir parçası olan sanat tüccarlan çatırdayan şöminelerin önünde sampanyalanm yudumlarken 26 Doğu 80. Sokak adresindeki Colnaghi galerisinin aydınlığa açılan havalandırma penceresinden içeri iki hünerli hırsız süzüldü. Hırsızlar önce bir süre kıpırdamadan beklediler. İçeri girdiklerinden beri çıkan bütün seslerin kendilerinden geldiğine emin olduktan sonra harekete geçtiler. EUerindeki fenerleri karanlık galerinin korıdorlarına sıralanmış tablolara, odalara serpiştirilmiş hey kelciklerin gözlerine gözlerine tutarak, arada bir bazılarını, sırtlarındaki torbalara doldurdular. "tşte bir Carraci, tamam bu da Castiglione, şuna bak, bir Dughet" derken toplam 28 parça, çoğunluğu ttalyan ve Hollandalı sanatçılanna ait tablo ve karakalem çalışma, torbalarda kayboldu. Daha bir saat bile dolmadan işlerini bitirdiler. Suratlannda çoraplan ve sırtlarında torbalanyla beş katlı binanın çatısında, gökyüzunde gecenin soğuğuyla daha da parlayan ayın önünde simsiyah iki kedi gibi belırdiler. Çevik hareketlerle bir çatıdan ötekine atlarken arkadaki hırsız, kendi kendine mırıldandı: "tnşallah Pacino da Bonaguida'yı da alnuşımdır." Ertesi gün galeriden yapılan açıklamada o gece çalınan 18 adet tablo ve 10 adet karakalem çalışmanın toplam 6 milyon dolar tutannda olduğu açıklandı. Soygun "bir gecede loplu halde yapılan sanal taribinin en büyük soygunlanndan biri" olarak nitelendirildi. Galeri yöneticileri önce çalınan eserlerin neler olduğunu, değerlerini ve niteliklerini başından gizlemeye kalkıştılar. Daha sonra bazılarını açıkladılar, bazılarını ise kesinlikle açıklayamayacaklannı belirttiler. Belirlenen eserlerin çoğu 15, 16 ve 17. yüzyıl ttalyan ve Hollandalı sanatçıların. Bu kadar fazla eserin binanın çatısmdan nasıl çalındığı sorusunu da hepsinin ebatlanmn küçük parçalar olduğu şeklinde cevapladılar. Çok bahsedilmemesine rağmen bu soygunun ortaya çıkardığı veriler ozellikle New York'ta sanat hırsızlığının uyuşturucudan sonra en önemli yeraltı faaliyetlerinden biri olduğunu gösteriyor. Müzelerde rastlanan önemli sanatçılann eserlerini, antika parçalarım pazarlayan bu tür galerilerin yoğun olması nedeniyle sanat hırsızlığı da aynı şeküde yaygın. Colnaghi, Christie's, Sotheby's gibi galerilerde sürekli milyonlarca dolar tutannda sanat eserleri, antikalar bulunuyor. Sanat hırsızlannın, seçtikleri parçalardan anlaşıldığı gibi son derece egitimli, "işinin erbabı" nitelikleri olmasına karşın polis, sanat hırsızlığı konusunda tamamen caresiz görünüyor. Soygundan sonra polis şimdiye kadar yapılan soygunlann faillerinin, bu konuda eğitilmiş kadrolan olmadığından, yakalanamadığım itiraf ediyor. New York polisinin sanat hırsızlığı konusundaki tek uzmanı dedektif Thomas Moscardini. Çalınan sanat eserlerini listeleyen "International Foundation (or Art Research" adlı kuruluşa göre 1976'dan beri toplam 278.000 sanat eseri çalınmış. Bu nedenle dedektif Moscardirü'nin başını kaşıyacak vakti olmadığını söyleyen polis yetkilileri, şimdiye kadar çalınan kaç sanat eserinin bulunduğu konusunda bir bilgileri olmadığını da belirtiyorlar. Franco'nun yaşlı kansı Carmen'in cenaze törenine generalin yaşlı silah arkadaşlan da katıldı. Dinazorlar saklandıklan yerlerden çıkıp tabutun arkasında sıralandüar. Ama asıl rahatsız edici olan, genç kertenkeleler, yeni faşist gruplardı. MİNE G. SAULNİER BtLBAO '"Cannen Polo de Franco" öldü. Seksen altı yaşındaydı ve elli iki yıl aynı yastığa baş koymuştu "o"nunla. Babası önceleri bu evliliğe çok direnmişti. Cannen Polo'nun ailesi, küpü tıka basa dolunca soyluluk peşine düsen büyük burjuvazi takımında oynuyordu. Kısa bo>Ti yüzünden "Binbaşıak" diye cağrılan cebi delik bir asker parçasma vermek istemiyorlardı kızlarını. Ama Binbaşıcık 1923'ıe koynuna girebildigı Carmen'e layık olabilmek için boyundan büyük işler becerdi sonradan. tspanya'yı fethetti Carmen için. Binlerce insanın canı pahasına. Tek bir kadının erkegi olaniardandı Franco. Ve kayınpederinin soylulara denk bulduğu kansı Carmen'i (1) ülkenin baş kadını yapmakla kalmayıp geçmişte uğradığı küçümsemeye inat, kızı Carmen'i (2) Villaverde Markizi, ilk torunu Carmen'i de (3) kral ailesinde Cadiz Dükü Alfonso de Borbon'Ia başgöz etmeyi becerdi. Franco'nun yasam kulisinı bir Carmenler dizisi ve soyluluk açlığı diye özetleyebiliriz. Falanjist orduları komutamnın bütün ömrü bu iki doyumsuzluğu tatmin etmeye çalışmakla geçmiştir. Aileyle yakın dirsek temasında olan tüm yardakçıların paylaştığı kanı, Franco'lann yanm yüzyıl hüküm sürdükleri El Pardo sarayında dizginleri her dem Carmen Polo'nun tuttuğu yolundadır. Faşist diktatörün sevdiği kadına caka sattığı en doyumlu an, kuşkusuz XIII. Alfonso ölunce yerine gelecek kralın seçimi konusunda ona akıl danıştığı gun olsa gerek. Napolyon'un sevgili Josefm'ine imparatoriçe tacım uzattığı an duyguları daha mı farkhydı dersiniz? Carmen Polo'nun yeni kral seçiminde tercihini XIII. Alfonso'nun oğlu yerine torunu, şimdiki kral Juan Carlos lehine kullandığı söylenir. Franco'nun "Binbaşıcık" ünleminden tspanya tahtına kral tayin et Dinazorlaruı dansı meye yüksden yüdızı, 20 Kasım 1975 günü aylarca süren korkunç bir can çekişmesinden sonra söndüğünde, Cannen Polo'nun da şansı dönmeye başlar. önce gözde torunu Carmen 3, soy ağacı dolayısıyla Fransa krallık tahtına Paris Kontu'ndan bile daha yakın olan kocası Cadiz Dükü Alfonso da Borbon'u ekip Parisli bir antikacıyla evlenir. Bir başka torununun da kocasından boşanmasıyla Franco'nun dul eşi Carmen Polo'nun elli yıldır tspanya toplumu karşısında çizdiğı örnek Hıristiyan ailesi tablosunda ciddi çatlaklar açılır. Ne var ki, eşinin ölümünden sonra elceğiziyle seçtiği kral tarafından "Senyora de Meiras" adıyla ödüllendirilip dolgun mu dolgun bir de emekli maaşı bağlanan yaşlı kadına en büyük darbe, torunu Carmen 3'ün Alfonso de Borbon'dan olma büyük oğlu Fransisco'nun ölümu olur. Hem de Fransa krallık tacına soyut aday babasımn kullandığı bir araba kazasında... Garip bir rastlantı sonucu Cannen Polo'nun cenazesi, kocası Franco'nun adını taşıyan bu torun çocuğunun dördüncü ölüm yıldönümünde, 7 şubatta toprağa verildi. Yaşama Oviedolu Carmina olarak başlayıp 1972 yılında (Franco'nun sonradan dayanamayıp yalanladığı) bir dergi röportajında El COIKJUİStador diye anılan Kral Gufllenno'dan indiğini öne surecek kadar ileri gıden Carmen Polo de Franco'nun yalnız soyluluk merakıyla yetinmeyip "küçük hediyekri" de pek sevdiğini söylerler. Dönemın tarihçilerinden Jesus Ynfante, Carmen Hanımın bundan yirmi yıl önce 100 milyon pesetalık bir kişisel servet topladığım ileri surüyor. Bütün bu dedikodulann karartamadıgı gerçek, Carmen Polo'nun her şeye rağmen bir hanımefendi olduğu. Kocasının ölümünden sonra tüm kışkırtmalara karşın elini eteğini politikadan çekip sokulmak, sergilenmek istendiği tüm kalburüstü çevrelere sırt dönup sessiz bir yalnızlığa gömülmesi, halkın gözünde diktatör karısı iken topladığının birkaç katı saygı ve beğeni kazandırdı kendisine. Ezici geçmişinin ağırlığı olabilecek semboUerini bir kez bile abandırmadı genç demokrasinin taze omuzlarına. Oysa ölümü, lspanya'daki adlı adsız, eski yeni tüm faşistlerin bir gövde gösterisine yol açtı. Franco'nun buruşuk suratlı, kamburu çıkmış eski komutanları, bunama sendromu gösteren titrek başbakanları, gerçek dostlan ve çıkarlan elden giden yaltakçılan, inlerinin karanlık derinliğinden ağır adımlarla gün ışığına çıkan tarih öncesi hayvanları gibi geldiler, Carmen Polo'nun cesedini çevrelediler. 100 milyarlık servetine karşın çocuklannın 155.000 pesetalık orta halli bir gömü töreni düzenledikleri ölü için, katafalkın bekledigi evde bir de defter açılmıştı. Akşam üstüne doğru sokakta, bassağlığı defterini imzalamak için 150200 kişilik bir kuyruk oluştu. Aralannda eski Arjantin "Başkanicesi" Isabel Peron'un da bulunduğu ve iyi cins kürk mantolara bürünmüş yaşlı hanımlardan kurulu kuyruktaki bir açıkgöz bayan, elinde tuttuğu "memure" kimliğiyle öne geçmeye çalışınca, polis tarafından "Ben de memurum ve bu kuyrugun düzenini koruyorum" diye yanıtlandı. Yaşlı "Memure", başını dikleştirerek polise meydan okudu. "Ben Franco'nun memunıydum bayım!" Polis hiç istifini bozmadı: "Ben de Felipe Gonzalez'in..." Bilbao'dan Cinı karnında bir küçük ada Nauru, dünyamn en küçük ada devleti. Pasifik'in ortasında, kalem ucu kadar bir yer. Yüzölçümü bizim Büyükada'mn iki, bilemediniz iki buçuk katı! NADİR PAKSOY NAURU Hafta sonlannın tekdüzeliğine bir parça da olsa renk katabilme amacıyla, yol kenannda başı boş yürümekte olan bir yabancıyı arabasma davet edip *ada tunı' öneren Anabar'ın yüzunde akşamdan kalma bir ifade vardı. Aslında Anabar tammadığı bir adama özel bir gezi filan önerecek birine hiç benzemiyordu doğrusu. Ama zaten yolunun üzeriymiş. Deniz kıyısında uyuklamanın, ya da bira üstüne bira içip sızmanın ötesinde adanın çev resini turlamak onun bincik uğraşısıymış. O nedenle de bunu yabancı bir yüzle birlikte yapmak, kanıksanmış yavan hafta sonunda kısa da olsa bir değişiklik getirebilirmiş.. Gumbür gumbür öten steryonun sesini biraz kıstı, arka taraftaki termoslu piknik sepetinden çıkardığı bira kutusunun ağzını disiyle açıp, çıkan köpüklü foşununun dinmesini beklemeksizin kafasına dikerek iri bir geğirtinin ardından gaz pedahnı dıpledi. 'Ada tnrn' göz açıp kapayana dek bitivermiş, tekrar başladığımız yere gelivermiştik. Aradan geçen süre yalnızca yirmi dakikaydı. Steryonun sesi yükseldi, egzoz patırtısım bastırmaya uğraştı. Michael Jackson yine coştu. El salUrken bırbirini bir daha hiç görmeyecek yirmi dakikalık eski yol arkadaşıydık artık.. Anabar günluk bilmem kaçmcı turuna koyulmuştu çoktan. Belki şansı yaver giderse yolda başka bir yabancıya daha rastlayabilir, yeni bir yüzle daha çene çalma keyfine kavuşabilirdi. Yoksa kendisi gibi yolda cirit atan onlarca haki boyalı, çılgın müzik saçan ciplerden birinin peşine takılmaya mahkumdu. Her bir cip miğfer, tank, roket, ejderha desenleriyle süslenmiş ve 'Plaj Savascılan, Kara Şövalye, Bombacılar' gibi Pasifık ortamına doğrusu hiç yakışmayan iddialı ve itici isimler taşımakta. Aslında adanın yerli halkı, iri cüsselerine bakıldığında saldırganmış izlenimi uyandınyorsa da tüm Pasifik insanı gibi bir kere iletişim kurulabildiğinde iyiniyetK ve sakin sayüır. Ama ozellikle gençlerinde, yüreklere çöreklenmiş ne iduğü belirsiz bir duygunun ağırlığı sezılmekte. Sıkışıp kalmanm, taşmak isteyip de taşmamanın sıkıntısı. Kafese tıkılmışlığın bunalımı. Dört bir yanın maviliklerle çevrili. öteler seni çagırsa bile yüzemezsin, açılamazsın, boğuluverirsin. Anabar'ın adasırun ve de ülkesinin adı Nauru.. Çevresinin uzunluğu yir Nauru'dan Titremeler içinde bir hanımın "Franco'yu öyle severdim ki, bakın bana Parkinson'unn miras bırakb!" sözleriyle neşelendirdiği imza töreninde, orasfnda burasmdaki savaş yaralarını açıp gösteren, aldığı madalyaiarı kemerine dizmiş eli Falanjist bayraklı eski muhariplerin de görüntüsü fena değildi hani. Bir de halk vardı ama. Gençlerin de epeyce kalabalık olduğu, faşistlerin "Güneşe Doniık" adlı marşını ellerini Romen selamıyla kaldırarak söyleyen, bassağlığı na gelen kral ve kraliçeye "Hainler!" diye bağıran, 23 Şubat 1981'deki darbe girişimine karışan Komutan Pardo Zancada'yı "Korkusuz askerter var olsun" diye alkışlayan, gün boyu "Franco, Franco!" diye tempo tutanlar... İşin duşütıdürücü yanı bu adsız kertenkeleler yığınında düğümleniyordu, muzelik dinazorlann geçit töreninde değil. Stuttgarttan Bir kaplumbağa savaşçısı Stuttgartlı Peter ailesi Dalyan kaplumbağalarım kendilerine sorun edinmişler. Başta F. Alman hükümeü nezdinde olmak üzere, burada yapılacak otelin inşasını önlemeye çalışıyorlar. AHMET ARPAD STUTTGART "Her insan yüreklidir. Bir gün gelir, bunu kanıtlayabilme olanağı ile karşılasır." Bu sözler, öldürülen ABD Başkanı John F. Kennedy'nin. Stuttgartlı Peter ailesi, Bali adasında yaptığı bir tatilde bu olanakla rastlantı sonucu karşılaşmıştı. Yeryüzünde soylan tükenmekte olan denizkaplumbağalarının nasıl vahşice öldürüldüğünü gözleri ile görmüşlerdi. Savaşları o gün başlamıştı! Almanya'ya döner dönmez "Kaplumbagalan Kurtar" Derneği'ni kurmuşlardı. tlk basarıya 1983 yılında ulaşmış, federal hükümetin denizkaplumbağalanndan elde edilen ürünleri ülkeye sokmama karannı almasını sağlamışlardı. Ancak bu karann Avrupa Topluluğu'nda da onaylanması tam 4 yıl sürmüştü. Stuttgartlı Giinther Peter, birçok derneğin fahrî üyesi. Başını kaşıyacak zamanı yok. "Doğayı yok eden insanlarla savaşmamız bitmeyecek" diyor. "Çünkü çıkarlanndan başka bir şey düşünmeyen bu hırslı insanlar, bemcinslerine de zarar verdiklerinin farkmda degil. Savaşımız bütün dünyada. Güney Amerika'mn tropik ormanlanndan Turkiye'nin Dalyan kumsaUanna kadar." Şu günlerde çalışmalannın ağırlık noktası, Federal Alman Ekonomik Işbirliği Bakanlığı ve bu bakanlığa bağlı Alman Kalkınma Kuruluşu (DEG) ile Dalyan konusunda yaptıklan savaş. Bir sure önce Bonn'da düzenlenen basın toplantısında ağır sözler söylendi. Bakan H.KIein, DEG Yönetim Kurulu Başkanı eski Alman Cumhurbaşkanı W.Scheel ve yönetici H.Schröder çok eleştirildi. Nauru adasının çevresini otomobille 20 dakilada doJaşmak mumkun. Ve ada uçaktan işte bâyie oörinüyor mi kilometre! Yüzölçümü de ancak yirmi kilometre kare! Bir başka deyişle bizim Büyükada'mn iki, iki buçuk katı. Mavilikler içinde yitip gitmiş bir toprak parçası, ince açılmış bir kurşunkalem ucunun hantada bıraktığı silik bir nokta mı Nauru? Bir bakıma öyle denebilirse de tıpkı kaderi ve coğrafi konumu gibi pek bilinmeyen bir başka niteliğini yabana atmamak gerek... Nauru yerkürenin en küçük, kişi başına düşen yıllık ulusal gelir dikkate alındığında da en zengin ülkesi! Pasifık Okyanusu'nun tam göbeğinde, ekvator çizgisinin üstunde. Birleşmiş Milletler uyesi; devlet başkanı, parlamentosu, bayrağı olan 8 bin (sekiz bin!) nüfuslu bağımsız bir ülke. Ve kişi başına düşen yıllık gelir 20 bin dolardan fazla! Bugüne değin en zengin ülke olarak kimi bilirdik, Körfez Emirliklerini mi, Suudi Arabistan mı, yoksa Amerika mı? Onların bile bır, bir buçuk katı ilersindeymiş Nauru da haberimiz bile yokmuş (lnanmazsanız sorun, Turkiye'den otomatik telefon bağlantısı var).. Kıyıdaki dev yükleme tesislerinin biraz ardından dar hat bir demiryolu başlıyordu. Çocukluğu demiryolu bo>iannda geçmiş biri için Pasifık'te raylarla karşılaşmak, eski bir sevgiliyle en umulmadık bir yerde tekrar göz göze gelmekti. Sonunun nereve varabileceğini hiç hesaba katmaksızın anlık hoş bir içgudu peşine dusmeye itiyordu. Demiryolu bır süre ay yuzeyinde ilerledi. Taşlar sıcakla partl panl, çevre benı çak gibi de sessizdi. Demiryolu ay yüzeyini bıraktı, Göreme Vadisi'ne makas değiştirdi. Gitti gitti, küçuk bir kulübede sonlandı. Vahşi Batı'daki son istasyon muydu?.. Maden yüklü vagonlar manevra yapıyordu. Makinist, gardotren ve makasçı el salladı. Vagonlar bitti, Vahşi Batı bitti. Buldozerler, vinçler, damperli kamyonlar başladı. Madenin ortasına düştum. Soluklanacak yer aradım. Madenci yemekhanesini gösterdiler. Ve maden çavusu Selnka'yla işte orada, çayımı yudumlarken taruştım: " Yirmi yıldır boradayım. Aslen çok ölelerdeki Tuvalu adalanndanım. Ufak tefek, kimsesiz mercan adalandır onlar. Erkeginin çoğu benim gibi bu madende gurbetçilik yapar. Naurunun yerlisi değil çahşmak, madenin yanına bile vsrmaktan kaçınır. Biz madencilerde hırs tükenmez, ama maden tukenir. Şu fosfat yataklan deniz kuşlan gıibresinin (guana) mercanlann kireciyle kansmasından nulj onlarca yıllık bir sureç içinde oluşmuş. Bu yüzyıbn başından beri de hırsla kazümakU ve 1995'e varmadan da işi bitik.." ' Adayı çevreleyen yolun içinden gectigi, uçak inerken de "çın, çın, çın' geçit perdesinin asfaltın iki ucunu trafiğe kapatarak, arabaların uçakla kucaklaşmasını onlediği Nauru havaalanının Alman asıllı yöneticisi Hans'a göre madenin sonunun ne olacağı Nauruluların pek umurunda değil. "... Devlet bunun bilincinde. Çeşme akarken lcsliyi durdurma yoluna gidiyorlar. Hava ve deniz laşımacılıgına el attılar. Avustralya'da birçok şirkete ortaklan işhanlan, oteller filan saün almışlar. Yabancı işçileri ve Çinli goçmenleri saymazsanız, zaten şunun şurasında dort bin kişi kalıyor geriye.." diyordu. Nauru Okyanus'ta çöl. Muz ağaçlannı, palmiyeli, hindistancevizli yeşillikleri hayal edenleri acımasız bir düş kınklığına uğratacak denli kuru. İçme suyu bile tankerlerle Avustralya'dan geliyormuş.. Nauru yerkürenin en küçük ve de en zengin ülkesi. Uçak havalanıp, adanın üzerinde şöylecene bir dönuverdiğinde ülkenin tümünü kuşbabşı görebilmek mümkün.. Dört bin kişinin paylaştığı milyonlar... Altta son model, iri cüsseli, üstelik de arazi vitesli Japon cipleri.. Yol deseniz yirmi kilometrecik. Pekiyi ne yapmalı?.. On kez dönmeli, iki yüz kilometre eder ve o da ehh bugünluk yeter sayılır.. Carum sıkılıyor carum; para var, harcayacak yer yok. Annem, ablam geçen gün hafta sonu alışveriş için Sidney'e kadar uzamverdiler. Uçaktan inerken ablamın sırtında billahi kurk manto vardı da pasaport kontrolüne kadar bile taşıyamadı.. Aç bir bira daha, çahştır motoru.. Savulun! 'Kara Şövalye' geliyor.. Madenin on yıla kadar biteceğini söylüyorlar, çok dertti sanki.. Dedem gibi kanoya binip balığa çıkar mıyım^ Saz kulübelere dönebilir miyim o zaman? Artık çok geç. Yann mı?.. Duşünmeye ne gerek var?. Taa ki kilise çanlan son fosfat vagonunun da yüklendiğini çalana dek... Günther Peter, nesli kurumasın diye uğraştıgı denizkaplumbağasıyia. "Bu duyarlı konuda en üst düzeydeki yetkililer, bilinçli olarak gercek dışı şeyler soylemiştir" dedi Peter. "Soylan tükenen hayvanlann korunmasını ongören uluslararası Bern Antlaşması'nı imzalanus Almanya ve Türkiye, otel projesini gerçekleştirmekle anlaşmayı ihlal elmekte." Alman uzmanlar Künzelbach ve Schemel, bakanlık için hazırladıklan raporun 31. sayfasında, Türk Ulusal Parklar Kanunu'nun 14. maddesine göre, doğarun ekolojik denge ve değerlerine zarar vermenin doğada hur yaşayan hayvanlann yaşamını rahatsız etmenin ve yaşadıkları yörelerin doğal karakterini yok edici çalışmalarda bulunmamn yasaklandığını belirtmekte. "Bütün bunlara karşılık Dalyan'ı hem ulusal park ilan etmek hem de konınması gereken denizkaplumbağalannın yumurtladığı kumsallara otel yapmak kabul edilmez bir davramş" diyen Peter, birkaç gün sonra Stuttgart'ta yaptığımız söyleşide konuştu. Federal Almanya Türk Koruma Birliği Başkanı genç adam. "Ülkemiz insanı, ödedigi vergilerle başka bir ulkede 'kalkmma yardımı' adı altında cina>el işlenmesine göz yumamaz" diye devam etti. Basın toplantısında, vatandaşlan, Alman Başbakanı Kohl'a ve Bakan Klein'a protesto mektupları yazmaya çağırmışlardı. Stuttgart'ta düzenlenen ve Türkiye'nin katılmaya nedense gerek görmediği Avrupa'nın en büyük turizm fuarı CMT'de, ülkenin önde gelen kuruluşlanndan TUI'nin yetkilisi, Dalyan'da otel kunılursa oraya turist göndermeyeceklerini Peter'e iletti. Yine büyuk bir turizm kuruluşu olan Hapag Llyod'un da benzeri bir karan alması bekleniyor. Alman doğa koruyuculan, Alman Kalkınma Kuruluşu DEG'in 10 milyon marklık 'kalkınma yardımı'nı Dalyan Köyceğiz Ulusal Parkı'nın kurulması koşuluyla ödenmesini istiyor. Federal Almanya Meclisi ise 25 şubat oturumunda yapılan açık oylamada iktidarın oyian ile bu isteği ne yazık kı reddetti. Milyonlarca yıldır yaşam savaşı veren denizkaplumbağalannın yanı sıra Akdeniz'in bu son cennet köşesinde yaşayan çaylak, yabankazı, pelikan, karabatak ve suyılanlarını kaçırtmak, ağaçları kesmek, çiçek örtusünü yok etmek ve çevreyi betonlaştumak doğaya kıymaktır. Kısa yasamında insana doğa sadece emanet edilmiştir. Onu seven, insanları da sever. Çıkarlan uğrunda yaşayan ise insan sevgisini yitirir.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle