19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
19 TEMMUZ 1987 CUMHURÎYET/7 Pttris'ten Berlin'den llıtilaliıı yıldönümü , ^astilleMeydam... 198 yıl önce burada, bu \ meydamn hemen tamamını kaplayan cezaevi, ı ihtilalciler tarafından ele geçirilince, olay, eski Krejimin sonu, yeni rejimin başlangıcı sayılmış. 14 {temmuzda Bastille 'in alınış günü, 'Ulusal Bayram' \ olarak anılır olmuş... Gerçekte o gün cezaevinde İ yalnızca dört tutuklu bulunduğu söylenir. | SABETAY VAROL | PARİS Bastille Meydanı... 198 yıl once burada, bu meydamn hemen * hemen tamamını kaplayan ve hapishane olarak kullanılan bina ihtilalciler J tarafından ele geçirilince, olay "eski rejim"in sonu, "yeni rejün"in başlangıJ a sayılmış. 14 temmuzda "Bastille'in alınış günü", "Cumburiyet Bayramı", J *TJlus«n Bayramı" gibi günlerle anılır olmuş. Gerçekte Bastille Hapishane* si'nde o gün dört tutuklu bulunduğu söylenir. J Şimdi hapishanenin yerinde yeller esiyor. Kocaman bir meydan, ortasını da bizim Çemberlitaş'ı andınr bir anıt, çevrede binalar, binalardan sonra kalj dınm, kaldınmı biraz geçince bir dizi parke taşı. Bastille Hapishanesi'nin * duvarlannın sınırlannı gösteriyor bu parke taşlan. 13 temmuzu 14'e bağla1 \ yan gece Paris'in başka beş yerinde olduğu gibi geleneksel balo var Bastille jj de. Hava sıcak; böyle bir gecede değişiklik anyor insan. Haydi Bastille Meyl dam'na divonız. Meydana sokulur sokulmaz, maytaptan, çatapattan, donan* ma fişeğinden göz göztl görmüyor, kulaklar sağır olacak... Çemberlitaş'ı an* dıran anıtın tepesine birkaç tane mavibeyazkırmızı Fransız bayrağı dikil\ miş bayram şerefine, kolonun altında bir tribün, orkestra, çatapat sesi yetJ miyormuş gibi ne olduğu zor anlaşılır bir müzik çalıyor. Izgara duman t kokulan da böylesine bayram yerlerinde her zamanki gibi hazır ve nazır. Barut * kokusundan zor ayırt ediliyor. * "Oglum, banıt kokusu ilk tnda insanı ürkütür, ı m ı zevkine vmnnca ' »«zgecemezsin" diye kendi kendime şaka yapıyorum. Atılan maytaplann bir kısmı dinamit lokumundan farksız vallahi. Orkestra komparsita mı ne çalıyor. Benden başka kimse Bastille Meydanı'nda kalmak istemiyor gruptan. Galiba koca meydanda benden başka hiç kimse Bastille Meydanı'nın ele geçirilişiyie bu geceki balo arasında ilişki büe kurmuyor. "Roquette Sokağı"na diyor arkadaşlardan biri, diğerleri de izliyor. Roquette Sokağı bu, şakası yok. Daha on yıl öncesine kadar, James Dean'ın "Asi Gençjik" filminde anlatılan motosikletlikavgacı gençlerin, apaşların, serscrilerin, ayyaşlann buluşma yeriydi. Pahalı zengin semtler Paris'e dar gelince, banliyöden kent merkezine dönüş modası boy gösterince Bastille çevresi de eski "halk semti" olma özelliğini yitirir oldu. Ucuz meyhanelerin ve yukanda özelliklerini saydığımız sosyal grupların gittiği "dancing"lerin bulunduğu Roquette Sokağı da nitelik degiştirdı. Sınıf atladı bile diyebiliriz. MittemiDd, Bastille Meydanı'na Paris'in ikinci opera binasım yapmaya karar verince, emlak fıyatlan bir iki yıl içinde fırlayıverdi. Özellikle sanatçılar, yaratıcılar, toplumun geleneksel sımrlan dışında yaşama iddiasında olanlar Basülle'i mekân seçti. Roquette Sokağı'nda patlama çatlamalar devam ediyor. Eski halk tipi meyhanelerin yerini, Amerikalılar'ın Fransızlar'ı taklit amacıyla geliştirdiği neon ışıklı "şaraphane"ler aldı. Kırk yıllık "dancing balajo" bile pazanesi ak J şamlan, "modanın öncösS" geçinen kesim için özel suareler düzenüyor. Bilgisayarla vücudunuza dövme yapan "Tatooing" dükkânı, "Naz" adlı HintPakistan lokantasım izliyor. Bastille geride kaldı, yeni adıyla Voltaire, eski adıyla Leon Blum Meydanı'na doğru iierliyoruz. "1929" adlı bir FrankoAmerikan şarapevinin düzenlediği "14 Temmuz Balosu" pankartımn asılı olduğu çıkmaz sokağa saptık. Pankart elle boyanmış. "EsiUikKardeflikÖzgiiriük" sloganı, 17891987 ve 1929 rakamları okunuyor. Şarapevi hakkında bir dergjde çıkan yazının kupürü cama yapıştınlmış. Oradan okuyoruz: Meğerse 1929 rakamı Amerika'daki borsa knzini simgelermiş. Bir de içki yasağı eksik. Çıkmaz sokağa sapıyoruz. Burası tam bir virane, diyan küffarda olmasına rağmen kâşaneden eser bile yok. Yerde beş altı kloşar. Gelip geçene çatapat ya da maytap atıyorlar, alkolün gerektirdiği ciddiyeti elden bırakmadan. Bu engeli aştınız mı, düze çıktınız demekür. Tabelası yerinde duran eski bir Macar lokantasının kapısı duvarla örülmüş. Bastille Hapishanesi'nin sınırlarının parke taşlanyla izleri okunduğu gibi, kapısının izleri okunuyor, kendi yok... Yukarıdan soluk benizli iki ihtiyar yarı beline kadar çıkmış, gelen eğlencecilere bakıyor. "Ogtum eski Paris'tesin, ister mlsin kafandan aşagı laznnhgı bosaltanlar" diye geçiriyorum içimden. Elli yıl öncesine oranla uslanmış olmalılar kı, sadece seyrediyorlar. Harap binalann arasında mimar eli değmediği belli bir avluya ulaşıyoruz. 1929 baiosu. İki zenci, öç be>azdan mflteşekkil orkestra caz çalıyor. Bir kapının üstüne tebeşirle, "Bir geceligiiK mahsus çjşhane" yazılı. Bir sanatçı atölyesi, kontrplaktan imal ettiği arînouveau tarzında yapıtlanru bir geceliğine ışıklandırmış. Az ilerde başka bir marjinal evi... Eski kitap balyalannı luğla gibi kullanmış. Evin içerisi gözüküyor. "Bir geceliğine" güzel diye geçiriyorum içimden. Yann sabah yüzlerini yıkamak üzere bahçeye çıktıklannda yerlerinde olmak istemezdim. Gerisin geriye, çıkmaz sokaktan çıkıyoruz. Voltaire (Leon Blum) Meydanı'nda Fransız Komünist Partisi'nin balosu. Yani kendini 1789 Fransız thtilali'nin Jacobinler'i sayanlann. Küçük bir topluluk. Son belediye seçimlerine kadar buralan Komünist Parti'nin elindeydi. Alain Devaqnet isimli bir fızik profesörü, Jacques Chirac'ın partısi RPR'ye girip belediyeyi komünistlerin elinden aldıydı son belediye seçimlerinde. Bu seçim başansı adama pahalıya maJ oldu. "Üniversileler Bakanı" olarak getirdiği yasa tasansı 700800 bin genci sokağa dökünce, adamcağız bakanlıkun istifa etti geçen yıl. Dev ögrenci olaylanm, 1986 gençliğıni ammsayacaksınız. lşte bu Devaquet, o Devaquet. Duvarlarda 11. bolge belediye başkanı olarak afîşleri duruyor. Komünist Partisi'nin baiosunda, orta yaşlı bir şarkıcı akılda kolay kalacak bir melodiyle "Koman sa va? Komsikomsikomsikonısa" diye bir şarkı tutturmuş. tri yarı bir Fransız kadınıyla 'esmer vatandaş' tipli bir erkek dans ediyor. Izgara kokulan aynı. Gençler için Sov^etler Birliği gezisi prospektüsleri bir tezgâhın üstüne serpiştirilrniş, "BanşEsitlikÖzgüriük" yazılı bir pankart, Coka Coja, Fanta, Kronenbourg birası satılıyor. Ertesi gün sabah radyodan dinliyorum: Bastille Meydaru'ndaki 14 temmuz eğlencesi transformatörün atılan maytaplarla bozulması yüzünden. yarıda kesilmis. Kentin diğer odağı olan Champs Elysees Caddesi'ndeki askeri geçit tOreninde Cumhurbaşkanı Mıtterrand yıllardan sonra ilk kez halk tarafından 14 Temmuz bayramında alkışlanmış. Mitterrand'ın yanındaki tek yabancı konuk Çad Devlet Başkanı Hissen Habre vs. vs... Yeni çağdan yakın çaga geciş tarihi olarak okullarda okuduğumuz büyuk Fransız ihtilalini benden başka burada kaç kişi anımsıyor? tki yıl sonra iki yüzüncü yıldönümü kutlanacak. İki yıl sonra anımsayan çok olur... . „. . Beyaz geceleri Berün'in... REFİK DURBAŞ Güneşin son ışınları henüzyapraklannyüzünde / îçinde yabancılığın yakıcı hüznü. Bu kent nasıl dört duvarla çevrildiği için dünyaya yabancı ise, sen de içindeki duvarlan aşamadığm için bu kenteyabancısın. Çevrende ne tanıdık bir ses ne aşina biryüz / Yüreğin darahyor. Bir 'mineral' daha söylüyorsun tuzu damağında kalan... BERLİN Beyaz bir kent Berlin. Gecenin karanlığını yaşamak asla mümkün değil burada. Karanlık birden bastırıyor ve ansızın çekip gidiyor. Grolmanstr'de oturup bir maden suyu içiyorsun: Saat 20.00. Güneşin son ışınları henüz yaprakların yüzünde. İçinde yabancılığın, bir kente yabancı olmanın yakıcı hüznü. Bu kent nasıl dört duvarla çevrildiği için dünyaya yabancı ise sen de içindeki duvarlan aşamadığm için bu kente yabancısın. Çevrende ne tanidık bir < e ne aşina bir yüz. <s Yüreğin daralıyor. Bir "mineral" daha söylüyorsun tuzu damağında kalan. ' ft ' '• JT ,. Gözün istemeden kolundaki saate ilişiyor: 01.00. Zaman ne çabuk geçmiş. Beş saat değil sanki beş yüzyıldır buradasın. Ama hava ne kadar berrak ve aydınlık. Sanki fstanbul'un saat sekizi. Karanlık henüz çökmek üzere Boğaz'ın sisli yamaçlanna. İnsanlar iş telaşından kurtulmaya çalışıp ev sıgınaklanna koşuyorlar. Peki Berlin'de ne zaman akşam oldu? Gece ne zaman başlayacak? Eğer başladıysa bu göz alıcı aydınlık ne? Kalkıp Kantstr'de bir tur atmanın zarnanıdır artık. O beyaz karanlığa bırakıyorsun sessizce gölgeni ve içindeki kederi. Ayakları kötürüm bir adam kaldırıma boylu boyunca uzanmış ağız mızıkası çalıyor. Bilmediğin, anlamadıgın bir ezgiyi hüzünle dinliyorsun. Az ötede saçlarından yüzü görülmeyen bir adamla bir genç kız kaldırıma oldukça renkli resimler yapıyor. Blucin giymiş bir Meryem'in resmi mi bu? Saçlarından alevler fışkırıyor. Kucağında Isa yerine tanklar, uçaksavarlar. Ve bu resim hiçbir duvara asılmayacak hiçbir galeride sergilenmeyecek. Çünkü sabahın ilk ışıklanyla çöpçüler sokakları temizlerken bu resmi de silip süpürecekler. Bir kadın dizinden üç kanş yukanda mini eteğiyle elektrik direğine yaslanmış sigara içiyor. Biraz ileride volkmenü bir grup genç. Kızlar erkekler. Karanlığın hafıf hafif çekip gitmesine aldırmadan kimi dans ediyor, kimi dünyayı umursamazcasına öpüşüyor. Aralarına sen de kanşsan kim farkında olabilir? Bir soğuk rüzgâr alnını yalayarak geçip ışıklı bir tabelanın altında duruyor. Saat 03.00 mü? Gece ne zaman oldu? Hiç uyumadı mı Berlin? Peki bu doğan gün ne? Dün akşamdan ben güneşin ışınlan yapraklann üzerinde duruyor gibi. Bu yüzden mi beyaz, bembeyaz bir kent Berlin? Gökyüzu ne zaman karardı ne zaman aydınlığa kavuştu? Avrupa'nın beyaz zambağı, dünyanın bembeyaz yasemeni Berlin. Yureğinde çiçekler açarak karşılamak için günü ilk kafeye dalıyorsun. O beyaz zambağı, bembeyaz yasemeni içine sindirerek koklamak için mi? Biraz önce burada değil miydin oysa? Cafe Einstein'de neskafe, Zvvielelfidch'te maden suyu, Grolman's TheosNicos'ta calvados, Fuaye'de uzo, "Meyhane"de (elbette Türkler'in olduğu için adı böyle) rakı içmedin mi? Giritli meyhaneci Theos, birayı Almanlar içsin, sen bana bir bacardi söyle. lçinin sertligini, yuzünün yabancılığını, dilinin acılığını ancak böyie sert bir rom yumuşatabilir. Dudağın henüz değmiş ki kadehc, birden irkiliyorsun. Tanıdık bir ezgi: tstiklal Marşı. Dip masalardan birinde başını usturaya vnrmuş 20 yaşlannda bir AJman kaval çalıyor. Ne Avrupa'nın beyaz zambağından, dünyanın bembeyaz yaserneninden haberi var ne doğan günün serin ışıltısından. Öylesine, kendinden geçerek nefesini veriyor kavaiın sesine. Durmaksızın dünyanın bütün milli marşlannı çalıyor: Türk, Iran, Arjantin. Marseilles ve Enternasyonal ve adını bilmediğin daha başkaları. Bir doğan günün marşı eksik, bir de gelip geçtiği belli olmayan gecenin. Beyaz, bembeyaz gecesinin Berlin'in. Havada kuş sesleri dönüyor ve aydınlık. tkisinin de dili aynı. Berlin'de, yalnızlık ve yabancılığın dilinin aynı olduğu gibi: Beyaz, bembeyaz. Washingtonluları doğumuyla sevince boğan minik pandanm yaşam kavgası kısa sürdü. Pandacık 6 gün dayanabildi. Washington 'dan Son ımnik panda Sevimli son panda yavrusu da öldü. Bu coskulu alkış arasında, apansız Washingtonlulara sunulan üzüntü, pandaları yavrulu bir aile olarak Washington Hayvanat Bahçesi'nde görmemiş olmak. Bu haber hep birinci sayfada. Böyle olunca da 17 yıllık Vietnam kaçağı Douglas Beane, doğru düriist haber bile olmadı... TEKİN SÖNMEZ WASHINGTON Sevimli son "panda" yavrusu da oldu. Doğarken ölen ikizinin ardından ancak 6 gun yaşayabilen, hatta annesinin, yani bayan LingLing'in hiçbir zaman emilmeyen memesini ilk kez emmeğe uğraşan, 'İlk Washingtonlu panda' olarak çekilen foıoğraflan, şimdi bir anı olarak kaiacak. Bunca coskulu alkış arasında, apansız VVashingtonlular'a sunulan uzuntu, pandaları yavrulu bir aile olarak VVashıngton Hayvanat Bahçesi'nde görmemiş olmak. Aslında, pandalann Amerika'ya uyum yapmayı başaramayışları en yahn gerçek. Evet, 17 yıldır burada verdikleri üreme uğraşısı doğru. Evet, Tibet ormanlannın kokusunu daha çok kuçükken, yavru panda olarak bıraktıkları da anımsaıılabilir. Evet, varlıklastıkları doğal çevrelerinde olan her şeyi buraya taşıdıklannı söyleyebilirler. Ne olursa olsıın 17 yıl Washington'da yaşayıp da canlı yavnı edinemeyen pandalar, NVashington'u düş kırıklığına uğratmakla kalmadılar. Bir başka yalın gerçeğin de altını çiziverdiler; sessiz, vakur ve duruşlarına pandaca toz kondurmadan. Pandalar kendi dogal çevrelerinde üreyebilir. insaniarın doğal çevresi ise diinya. Pandaları doğrulayan, yani varhk olmanın, yani ya^amla ilişkili görunen onca ayrınunın bir yana itildiği günumuzde, onları doğrulayan, başka, bu kez, insanca bir şey oldu. Yaşamı, varlıksal çevreyle kanıtlayan salt pandalar değil, insanlar da var. Vietnam savaşına katılmak üzere yurdundan ayrıldıktan sonra, evet gene 17 yıl sonra. bir Amerikalı gerisin geri yurduna dönebildi. Vietnam savaşından "kaçmış", Avustralya'ya sığınmıştı Douglas Beane. Denizci olması, yakışıklı denizci üniformasıyla savaşa katılması, "Rocbester High Scnool"u anlışarJı tamamlayıp 1970'te Vietnam'a gitmesi şimdi capnışık bir düştü. Sürgünlükle dolu (gönüllü denilmez buna) bir düş. Avustralya'da İngilizce kullanılır, bilindiği gibi. Yakışıklı denizci Douglas Beane, bir dil çaprazıyla karşılaşmadı denir buna. Değışik kadmlardan çokça çocuk edınmesi de gösteriyor ki, kadınsızlık hırpalamamış Douglas Beane'i "Lordlaria yaşadım" dedi gelir gelmez ayağının.tozuyla! Ama kendisini karşılayan annesiyle bir kucaklaşması var ki, içe dokunuyordu doğrusu. Annesinin omuzuna başını bırakıp da ağlayan, ama Vietnam filmlerine alınmamış bir Douglas Beane düşünün siz! Sadece pandalann mı pandaca kalbi var? Bütün bu hüzünlüsevinçli kavuşmakucaklaşma tablolarına karşın, ne bir TV haberi oldu Douglas Beane ne de gazetelerde aslanlar gibi bir Föportaj haber. Belki de şöyle: "Savaşı, savaşmayı sevmiyorum." Ama pandalar, ilkin sevinçle sonra hüzünle TV'de birinci haber, hep birinci sayfa. Evet, Vietnam'da Amerikan askerleri kendi aralannda dovüşebilirler, küçük çocuklann öldürülüp öldürülmemesi konusunda. Evet, böyle bir duyarlık coşkusu, sayısız Oscar da alabilir. Ama tek fîlm yapılmamış, cepheden uzaklaşan, ötekı yaklaşımla "kacak" bir asker için. Tekmil Vietnam fîlmlerinin hiçbirinde bir Douglas Beane yok. Ne tuhaf değil mi? Benim yetersiz sinema bilgime guvenmediğim için, bunu genç bir Amerikan rejisörü, Tim Raphael'e sordum; bir Japon lokantasmda karşı karşıya oturup Amerikan uslubuyla pişirilmiş bir okyanus balığı yediğimiz zaman. "Evet", dedi Tim, "böyle bir flim yapılmadı. Ama istersen sana la>siye edebileceğim ViHnam filmleri var. lyi yapılmış bir Amerikan filmi olarak Vietnam. Ya da ortalama Amerikahnın severek izlediği bir Vielnam filmi. Hangisini görmek istersin?" "NasıJ olsa", dedim "Yıllarca sonra yurduna dönen cephe" kaçağı "bir Amerikalının da filmi yapılacak Amerika'da. O zamanı beklesem olmaz mı?" Bir anglosakson gülümseyişle baktı bana Tim. Bense bir düş selindeydirn. Washington sicim gibi sağanak. Evet, King durağında durmuştum. Evet, King Caddesi'nden aşağıya inip, eski kent fotoğraflarından bir anı derlemeyi kurmuştum. Burası bizdeki sözcükle tskender, öteki dillere göre Alexandria. King durağında iner inmcz "The George VVashinglon Mosanic Nalional Memorial" göze çarpar, hemen arkada. Alexandria ise, Potomac Irmağı kıyısında durur, eski Kadıköy evleriyle. Kral Caddesi'nin iki yanı ve ona koşut uzayan öteki caddeler de hep Kadıköy'den, (benim ikinci çocukluğumu gören Kadıköy'den) çıkıp gelmiş evler var hâlâ. Hepsi birer anıt«v sayılan bu yapıtların en eskisi "Ramsay House", 1724'te kurulmuş ahşap bir ev. VV'illiım Ramsay ise Amerikan Devrimi'nde bir yurtsever olarak tamtılıyor, ev de bir müze işlevi gorülüyor sessizce. Washingtonlular, şimdi bu bölgedeki evleri satın almak için mılyon dolarları "sokağa" dökebiliyorlar. Benim ikinci çocukluğuma tanık Kadıköy evleri bir düş seli içinde, yıkılmış, yok edilmiş. Sevimii son panda yavrusu da öldü. Salt VVashingtoniular değil, ortalama Amerikalı uzüldü buna. Yakışıklı, eski denizci Douglas Beane 17 yıl sonra yurduna döndü sessizce. Kimsenin haberi yoklu ondan. Ben, eski Kadıköy evlerinin benzerlerini görmeye gelmiştim bir düşe. Yazdı. Washington bunaltıcı sağanaktı. Potomac'ın aysız bulanık sulan akıyor Alexandria kıyılannda hâlâ! Moskova'dan Moskova, önce kayın ormanıdır IŞIL ÖZGENTÜRK MOSKOVA Moskova once kayın ormanları demek. Moskova'da kayınlardan bas almanın olanağı yok. Kayınlar kavaklara benziyor, daha iri yaprakh, daha hışırtüı o kadar. Kayınların ortasında durup hışırtılarını dinliyorum, bir ses geliyor kulağıma, sıcacık bir ses: Ülkemüı büyuk şairi Nazım Hikmefın valan ha^retiyle dolu sıcacık sesi. "Memlekelim. memlekelim, memlekelim ne kaskelim kaldı senin ora işi ne yollannı laşımış a\akkabım son minlanım da ştriınufa paralandı coklan, Şile bezindendi. Sen şimdi yainız sacımın akında, infarktında >ureğimin alnının çizgikrimdes'ın memlekelim, memlekelim, memlekelim..." Sonra "Genç Kızlar ManastırT'mn hemen yanı başında büyuk bir mezarlık ve o bu>uk mezarlıkta bir mezar. Mezann başındaki çınar da kocaman olmuş ve hep o vatan hasreıi dolu sıcacık ses, ni Anadoluda bir kö> raezarlığına gomun hf Ve de ııyanna gelirse, lepemde bir de çınar ıılursa tas ma» da islemez hani," Moskova once kayın ormanları demek. Sonra buyük bir hasreti yureğinde taşıyan bir buyük şairin bir büyük seriıveni demek benim için. Moskova'da bunları du>ıınmedtn dolaşmanır. yolu yok. Yureğimde yuzlerce dize yollara duşüyorum. Geniş, çok geniş caddelerden geçiyorum ve her alanda bildik bir yuz, bildik bir ses. bildik bir fısıltı karşılıyor beni. lşte Puşkin! Vakur ve onurlu,' paltosunu sırtına atmış alânın tam ortasında duruyor. Gevmişin ve geleceğin bütün seslerini sırtında o inanılmaz onurunda taşıyor sanki. Alanda durup sessizce heykeline bakıyorum. Dünyamızı güzelleştiren insan olmanın onurundan bajka nedir? O duelloda öldüğunde günes alnını ısıtıyor muydu? Şimdi olduğu gibi, merak ediyorum. IşleGorki. İri elleri iri bıyığıvla nasıl da düşünceli. Bir ulusun şabrı, kederi \e se\inci \ar onun iri ellerinde. Öyle duruyor. Bir yerlerde birileri sabrın ve kederin turkusünü soyluyor, sevinç ırmaklan akıp gidiyor ve Gorki düşünüyor. İşte MayakOvski! Atak, cesur, inanclh Yanıbaşından okul çocuklan geçiyor ve Mayakovski eğilip onlann kulaklarına fısıldıyor: "Aslolan yasamaktır." Oturuyorum heykelin yanıbaşında ve birden ölümünden uç gün ulkesine dönebileceğini haber alan, ölümünden sonra yıllarca yasaklanan fılmleri Moskova'nın en guzel sinemalarında gösterilen Tarkovski geliyo. klıma \e onun hastane yatağında duyduğu se\inc. Ojağanüstu görkemli bir yapı olan Moskova Üniversitesi'ne sırtını vermiş aşağıda ağır ağır akan Mosko\a nehrine bakarken iıç kızkardeşi bu kenle çeken neydi diye duşünüyorum. Hiç kuskusuz Moskova o zaman da yuvarlak kubbeli Rus Ortodoks kiliseleri, çar sarayı, tiyatroları, görkemli konaklan, konserleri ve dedikodularıyla bütun başkentler gibi bir serap göruntüsündeydi. Umutları gerçek kılan bütun buyük kentler gibi. Doğrusu şimdilerde küçük taşra kentlerinde gene pek çok insan "Moskova'ya gideceğiz ve her şey değişecek" diye düşünüyor mu bilmiyorum, bildiğim Moskova'nın şimdi dünyaya kucak açtığı. Yollarda, otellerde adım başına boyunlarında ya da göğüslerinde kimliklerini belirten kartlarla do. laşan yabancılara rastlıyorum. "Lluslararası Kadın Kongresi", ' l luslarama Niikleer Silahlardan Annmış Bir Dunya İçin Doktoıiar Kongresi". "Diinya Çevirmenler Kongresi", "Diinya Halklan Günü ve Hindistan Haftası". Moskova büyük, geniş otellerinde. buyük, geniş salonlarında binlerce kadmerkek yeryuzunün dört bir yanında gelmiş insam ağırlıyor. Dostlukla, kardeşlikle. Möslcova'da insan kaybölur mu? Kaybolur. Hele taksi bulmakta belli bir hüneri yoksa mutlaka kaybolur. Moskova'da yollarda, metroda Latin harfleriyle yazılmış en buyük bir yazı bile yok. Ve Rusca alfabe öylesine zor ki, eninde sonunda benim gibi mihmandarlan ikna edip tek başına kenti tanımaya çıkanlann soluğu bir polis karakolunda alması olası. Neyse ikinci gunün sonunda Moskova'nın en şık lokantalarırun, en sık bariarımn bulunduğu sokaklarda dolaşıp, bu şık barlardan birinde bir duble vot Budapeşte'den MOSKOyA 'DA\ KALAS Benim için önce kayın ormanlandır Moskova. Ülkemin büyük şairinin dizelerindeki kayın ormanı. kayı bir şişe votka fiyalına içtikıen sonra taksi bulmanın hünerlerini öğreniyorum. Önumden geçen bütun arabalara el kaldırıyorum, ozel arabalar çoktandır Moskova'da taksiciliği de üstlenmiş. Çok şık bir siyah Fordla kaybolduğumu sandığım Moskova sokaklarından gecip otele varıyorum. Moskova'da Azeri lokanıası Baku'nun unü Paris'te Maksim lokantasına eşit. Bir hal'ta önceden yer ayırtıyorsunuz, çünkü Azeriler sebze yemeklerini, pi>memiş yeşili sunuyorlar. Butün olumsuz uyarılara rağmen şansımı dene>eceğim, içimden bir ses yer ayırtmamış da olsam Baku lokantasında yemek yiyebileceğimi fısıldıyor. Kapıya gidiyorum, inanılmaz bir şey, uzayıp giden bir kuyruk ve çok eski devirlerden kalmış izlenimi veren bir kapıcı. Herkese tek ıek adım soruyor, kimliğini konırol ediyor. Böyle kuyruklara ve kontrollere ulkenin başka mekânlarında çok alışık olan ben, hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi adamla Türkçe konuşuyorum. Yemek yemek istediğimi söviüyorum. tşte o zaman ne oluyorsa oluyor, buıun o ka' labalığa, bütün o bekleyenlere rağmen bir hafta once yer ayırtılan Baku lokantasından bir masaya oıuruyorum. Azeriler Turkçeye dayanamıyor. Sovyeıler'in uzay çalışmalannı sergiledikleri, uyduların, ay motosikletlerinin gundelik eşyalar gibi durduğu geniş pav yonlan. elli bin dönümlük bir araziye kurulmuş tarım okulunu. yerel yönetim merkezlerini ve yeryüzünün ıeK at müzesini gezerken az sonra bir kurgu film sahnesi yaşayacağım hiç aklıma gelmezdi. "Beautiful eyes for everybod>!" (Herkes için güzel gozler) sloganıyla yeryüzüne açılan dıinyaca ünlü Moskova göz hastanesindeyiz. Ünlü göz doktoru Fyodorov bizi karşılıyor. Fyodorov bulduğu bir yöntemle goze yapay bir goz merceği yerleştirerek görme bozukluklarını iyileştiriyor. Çevirmenimiz onun yömeminin canlı bir örneği. Çevirmenimizin bir zamanlar sekiz derece miyop olan gözlerinde şimdi gözlük yok. Mavi gözleri ışıl ışıl. Doktor Fyodorov dünyaca tartışılan yöntemini açıklıyor, "Biz burada bir fabrika gibi çalışıyoruz" diyor. "Altı doktordan oluşan ekiplerimiz var. Herkes isinde uzman. Otuz saniyede bir ameliyat gerçekieştiriyoruz. Bir sezon içinde oluz bin ameliyat gerçekleşlirmemiz gerek." Ve doktor Fyodorov açıklıyor, "dedikodu etmek guzeldir, ama çanşmak ve üretmek daha guzeldir". Gorbacov'un açıklık politikasından sonra hekimlere prim sistemi uygulanıyor. Kendi içinde kendini finanse edecek hastaneler zincirinin yapımıysa 1988 yılında tamamlanacak. Fyodorov'un anlaıtıklarından sonra bizi yukarıya davet ediyorlar. Hepimiz beyaz önlukler, beyaz kepler giyiyoruz, maskeler takıyoruz. Sonra yeniden yürüyoruz. Bir büyük salonun kapısmda duruyoruz. Önümüzde bir bant var. Bantta belirli arahklarla insanlar uzanmış. İnsanların ayaklarında lastik çizme, üzerlerinde yeşil kalın bir giysi var. Başları ve yüzleri örtülmüş yalnızca gözleri açıkta. Rjntm bir tarafında doktorlar sıralanmış, kimi mikroskoptan bakıyor kimi elindc neşterbektiyoı. i o ı ı u , »uıııa banı yurumeye başlıyör ve birinci hasta birinci dokıorun önüne geliyor ve doktor bir çizik atıyor göze, sonra bant tekrar yuruyor, hasta bir başka doktorun onüne geliyor ve o doktor goze yapay merceği yerlestiriyor, sonra bant tekrar yürüyor ve bir başka göze bandaj koyuyor, sonra ilk hasta banttan kalkıyor. Bant yürüyor. hastalar geçiyor... Bir fabrikadayım sanki ve işçiler bantın ü\tunden geçen otomobil iskeletine yepyeni parçalar koyuyor. Bantın ustündeki insanlar kıpırtısız, hayır baygın değiller yalnızca göz çe\ releri uyuşturulmuş, ama k:pırtısız duruyorlar. Bir an onlann insan olmadığını, manken olduğunu duşünuyorum, hayır işte bir tanesi banıtan kalktı, yurüyor ve sırada bekleyen bir baskasj onun banıtaki yerine usulca uzanıyor. Bant usulu ameliyat. Gerçek bir kurgu filmi bu. Maskelerimizi, keplerimizi çıkanrken kendi kendime soruyorum. Böyle bir ameliyata var mısın? İçimden bir ses hayır. diyor. Doktor ilgisinin, sıcaklığımn çok aza indirgendiği bu sistem şimdilik benim gibi bir az gelişmis ulke insanına çok uzak. Moskova büyük ve şeniş bir kent. Her şey büyük Moskova'da. Binalar, caddeler, evler. Kızıl Meydan'daduruyorum. 15.yüzyıldan kalmış dev bir çanın dibinde. Çanı dökturenler gücü simgelemek istemişler... Her şey belki de bu nedenden buyuk. Muzelerde, parklarda dolaşıyorum. \e insanlar gelip geçiyor yanıbaşımdan. "Glasnost'u seven, Gorbaçov'u seven insanlar. Her akşam televizyona çıkıyor Gorbaçov, otelin temizlik bölumünde çalışan kadınlarla birlikte seyrediyorum televizyonu. Tek kelimesini kaçırmadan izliyorlar. Sakin, sade anlatıyor Gorbaçov. Halkından dayanışma, açıklık istiyor. Herkeste bir hey ecan, hele gençlerde, hele kadınlarda. Tabanda yeni kadın örgutleri kuruluyor. kadınlar hiçbir zaman oimadığı kadar sorunlarının üstüne gidiyorlar, tartışıyorlar. Pravda'da devlet başkanlanmn konuşması yayımlanırken tırnak içinde yazılan (alkışlar) sözçuğunü atmış Gorbaçov. Televizyonda her akşam Brejnev'in tersine aldığı madalyalardan değil ulkesinin sorunlarından söz ediyormuş. Herkeste bir heyecan. Moskova Devlet Tiyatrosu çalısanları bayram ediyor, tiyatroda sansür kalkmış. Sınemacılar bayram ediyor, sinemada sansur kalkmış. Ve ilk defa bir kitap Cengiz Aytmotof'un "Plaha" adlı kitabı uyuşturucu sorunundan söz ediyor. Biı kent daha bitti. Az sonra beni ulkeme götürecek Air Port uçağına bineceğim. On iki gun yaşadığım bu kentten ve 4. Dünya Kadınlar Kongresi'nden sıcak anılar kalacak yureğimde. Bir de bir söz... "Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni..." Buda'dan Peşte'ye bakış... 2 3 meslektaş, bambaşka dünyalardan 23 gazeteci bir aya yakın süredir buradayız. Aynı çatı altında, aynı amaç için. Hepimiz başka gözlerle, başka şeyleri görmeye çalışıyoruz. Ve hepimiz geri döndüğümüzde bütün gördüklerimizi birleştirip aynı tabloyu ofuşturacağız, kimbilir. ZAFER ARAPKİRLt BT'DAPEŞTE Evden uzakta. zamanın nasıl geçtiğini anlamıyor insan. Yudum yudum yaşamak istiyor olanı biteni, çevrey!, cevresindekileri. Hiçbir ayrıntıyi kaçırmadan, hiçbir anı boşa gecirmeden yaşamak istiyor. Aslında gazetecinin her yerde olması gereken yaşam biçimi daha yoğun ve vazgeçilmez hale geliyor burada. Hele ki. bizias gibi 23 yabancı meslektaşımızla biriikte I aya yakın sureyi aynı çatı altında geçiriyorsanız ve aynı amaç için bir araya geldiyseniz, bunun heyecanı ve tadj da doyumsuz oluyor. Bütün bunlara bir de bulunduğunuz ülkenin tarih boyunca değişmeyen "kendine özgiilügD" ve "uyan a kokusn" ckienince, daha da kaçırmadan yaşamak istiyorsunuz her bir ayrıntıyı saniyeyi, dakikaHunlan, Osmatüılar'ı, Haçhlar'ı, Naziler'i ve daha nicelerini "ağırljımıs" ve bu ağırlamanın "agırlığım" hep hissetmiş ve hisseuirmiş Budapeşte, bu kez de bizi ağırlıyor. Macar ulusunun bizimkUeri hiç de aratmayan misafirpenerliği karşısmda. adeta ne yapacağım şaşıran bazılarımız, şaşkmhğı "gazeteci merakına" dönüşturerek sosyal yaşamın derinliğine inmeye çalışıyor. Bazıları da aynı merakı siyasal sisteme yöneitiyor. 10 ülkeden 23 gazetecinin ortak amacı Macaristan Uluslararası Gazetecilik Enstitüsü'nün düzenlediği "Acık Foramu" olabildiğince "açık" ve yararlı hale getirmek. .Açıklık, Macarlann hiç bıkmadan, usanmadan her saniye tekrarladığı bir kavram. Bu sıfatı öylesine çok . kullanıyorlar ki, Amerikalı'smdaa İtaiyanı'na, Finlisi'nden Norveçii'sine, Kanadalı'smdan Türküne kadar bütün gazetectlerin kendi kafalanndaki "scıkhk" elbirliği ile hayata geçirilmeye çalışılıyor. Macar yetkililerin "her şeyi soran" çağrısı bazen "yanhş sorulara" bile sevkediyor. çeşitli düzeyde demokrasi anlayışlan olan bu gazetecileri. Bu yetfcilileri gece gündüz sorulanyla terlettikleri yetmiyonnuş gjbi, bir de "yelkisizleri" soru yağmuruna tutuyorlar. Hepsinin amacı aynı. Ne var? Ne oluyor? Kim ne yapmış? Niye yapmış? Neden? Niçin? Ne zaman? Ne olmuş? Ne oîacak? Gazeteciler işte... Daha kahvaltıda başlayan tartışmalar gün boyu konferanslarda ziyaretlerde, münazaralarda, açıkoturumlarda, "nefes nef«se" sürüyor. Akşamlan yemek sonrası bu kez "açık hava fonmn" başlıyör. Kimsenin yatası yok. Bitmek bilmiyor konular. Ana konu, Macaristan. Herkes birbirine izlenimini anlatıyor, uırtışıyor. Budapeşte"nin büyüleyici güzelliğinden o gün gittiği nefıs lokantayı. Macar sosyalizminın sorunianndan yann gece gideceği rock kcnserini anlatanlara kadar herkes heyecanta konuşuyor, dinliyor. Amerikalı Bob "bBr dunya" ile bu ülke arasında farklan göstermev'e çalışıyor. Fınli So»t çıkardığı sendika dergisinin okurlan icin neyin üginç olabileceğine dair notlar alırken İtalyan Francesea halen sürdurdüğu gazetecilik eğitiminin son yılında hazırladığı odev için Macar kültüründen bir kesit cıkarmaya çalışıyor. Alman ChriMiaM ile Norveçli Thomas bir köşede Macar muhalefet akımları ile nasıl temas kurabileceklerini planlıyor. Bir başka masada Kanadalı laa ile Amerikalı Rebecca televizyonun haberlerini inceleyip kendi ülkelerindeki "artwork"lerle kıyaslamasım yapmaya çahşıyorlar. Herkesin kendi bakış açısı ile yorumlama yetenegi ile bir ş«yler cıkarmaya çaUşttğı neşeh' bir laboratuvar görünümündeki "»çık foram" zaman zaman kente taşıyor. Kimi zarrîan. hâlâ bir Nazi kurşununun veya 1956'daki "olaytann" izini :aşı>an bir binanm önündeki kaldırımda bir cafede oturup yoldan geçen insanların yuz ifadeierini yorumlamaya çalışıyor herkes. Metroda öpüşen bir çifte hepsi değişik duşünceterie bakıyor. Budapeşte'nin en güzel yerlerinden birindeki tepede duran Sovyet askeri anıtına da... Kimimiz, duvarlarda asılı duran HCTM« Hancock, Joan Mclaughm ve P*co de İMd» konserlerinin afışlerine hayTanlıkla bakarken kimimİ2 radyo ve TV'de pop müzikten başka bir şey bulamamaktan ve "oJıısal" bir şey tadamamaktan vakınıyor. Ve Tuna... Gezen gören, duyan herkeste tarifsiz duygular uyanduan bu nehir Buda ile Peşte*yi birbirinden ayıran büyük su. üzerindeki köprülerle "özenerek süslenmis" bir geline benzeyen bu akarsu insam tarihe götürüyor. Gezdiriyor, getiriyor. Sayılan hiç de az olmayan Türk isimleri ile anıtan caddelerden geçerken ve tarihi eserieri gezerken ister istemez herkes bize dönüp yuz ifademizi yakalamaya çahşıyor. Ardından sorular, sorular... Tanımak öğrenmek, araştırmak. Herkesin önce genç olmaktan, sonra da gazeteci olmaktan gelen ortak tutkusu. Üstelik, böylesi bir uluslararası toplanada hazır birbirini "yakalanuşken.'' Budapeşte'rün kendine özgü ve hiçbir yerde buiamayacağıruz o tarifsiz gecelerinde, Tuna kıyısında aynı amaç için bir araya gelmiş ve dağildıklarında ve değişik yönleriyle büe olsa aynı şeyleri milyonlarca insana yayacak olan bu bir avuç insan, birbirlerini iik kez tanıyan bir avuç genç, dostluk ve barışın en büyük kozlanndan biri olduklannın bilincinde ve heyecamnda. Ve kararlı. Bu heyecan, insam Buda tepelerinden kente yayılan Çigan müziğinin verdiğı heyecanJa birieşınce, yaşam gücü veriyor.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle