23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
10 AĞUSTOS 1986 CUMHURİYET/7 Buffalo'dan 5 milyar müşteri Gazetelerin ancak devam sayfalarında yer alabilen bir müjdeye 11 yıl içinde ulaşıverdik: 5 milyarıncı bebek dünyaya geldi. Gelecek milyarların tohumlarını taşıyan bu bebeğin doğmuş olması, ekonomik kalkınma için ne kadar tehlikeli? Bu konuda iki görüş çarpışıyor... AHMET TAN BUFFALO "Kiralık rahim", "satılık sperra" haberleri arasında 5 milyanncı ınsanın dünyaya geldiği müjdesi ancak devam sayfalarında yer alabildi. Açıklamayı Vv'ashington'dakı Nüfus Etütleri Enstitüsü'nün Başkanı Mr. Werner Fornos yapruştı. Mr. Fornos çok ince hesaplarla belirledikleri 5 milyanncı insanın da yeryuzüne sökün etmesi hadisesinin, insanoğlunun gözünü açması gerektiğini yana yakıla dile getiriyordu. Amerika Birleşik Devletleri'nin nüfus artışı diye bir derdi yok. Toprakları da hazinesi de, yüryuzünün yarısına gece yatısı ikram edecek kadar gani. 13 ila 19 yaş arasında kazara gebe kalan nufustaki patlamaya, Sperm Bankası'nın, Dünya Bankası'na veya IMF'ye kredi açacak kadar guçlenmesine karşın, ABD'nin nufus hıa Türkiye'nin 5'te biri kadar bile anmıyor. Enstitu Başkanı Mr. Fornos'un bir bilim adamı olarak kaygısı Amerikan milletinden ziyade dünya milletleri için. 19. yuzyılın unlü iktisatçısı Thomas Robert Malthus'un adı 21. yüzyılın eşiğinde yeniden ağızlarda. Birçokları için, geometrık olarak çoğalan nüfusun aritmetik olarak artabilen iktisadi kaynakları "sıfıriayacağı" gorüşü kehanet değil, nukleer tehlike kadar elle tutulur bir gerçek. Rakamlar takkeyi, doğan bebeklerin kafasma geçirip duşündürtecek nitelikte. Adem Baba'nın toz topraktan silkinip kaburgasını Havva Anamızın imali için bağışladığı gunden başlayarak, yeryüzü sakinlerinin adedinin 1 milyara ulaşması, ancak 1850 yıhna kadar geçen surede gerçeİdeşebildi. 2 milyara çıkması için 80 yıl yetti de arttı bile. 30 yıl sonra ise, yani 1960'ta nufus 3 milyara ulaştı. Bu 3 milyarın üzerine 1 milyar eklenmesi için ise 14 yıllık bir sure gerekti. Beşinci milyara ise 11 yılda ulaşıldı. Bu baş döndürücü artış, durmak bümeyen savaşlara, her gun binlerce can alan trafik kazalarına, kann gurukusundan veya protein fazlasmdan hastalanıp ölenlere rağmen sağlandı, sağlanıyor. Aslında ABD de, Sovyetler Birliği de oteki, karınca kararınca emperyalist ulkeler de nüfusu dizgınlemek için ellerinden geleni yapıyorlar. Silah fabrikalarına fazla mesaiden yeni icat vırüslere kadar. Ancak bir bebeğin imali nukleer başhklı bir fuzenin imalinden çok daha ucuz, çok daha suratli ve çok daha pratik olduğundan, insanoğlu bastırıyor da bastırıyor. Dunyanın durumunu veya her gun 3840 kişi artan Türkiye'nin halini, limon sandığı içinde vıyaklayan bebeklerini komşusuna beğendirmeye çalışan babanın şahsında, Oğuz Aral'ın Gırgır'ı, New York'ta Türk gazetesi satan bayilerinde sergiliyor. Aslında New York'un hali de Türkiye'den pek farklı değil. Geçenlerde açıklanan kesin rakamlara göre, nüfusu 17 milyon 931 bin 100'e ulaşmış. Bu 5 yıl içinde yuzde 2.2'lik bir artış. Bu artış, ülke ortalamasının çok uzerinde elbet. Ama New York'ta nüfusu patlatan Anglo Saksonlar değil, siyahlarla ıç göçmenler. Muteakip milyarların tohumlarını taşıyan 5 milyarıncı insanın da doğmuş olması, ekonomik kalkınma için ne kadar tehlikeli? 2 gorüş çarpışıyor. Malthus'un geçen yüzyıldaki göruşlerinin salçasını yenileyip ısıtanlar şöyle bağınyorlar: "Bulaşıcı hastalık, açlık, savaşlar ve rasyoncl kararlarla nüfus frenlenmedikçe doğal kaynaklar tukenmeye yüz tutacaktır." İnsanoğlu, 7 kat göklerde uzay tüpleriyle volta atmayı becerdiği halde, henüz sentetik kuru fasulyeyi bile icat edemedi. Dünyada basacak yer azaldıkça fasulye ekecekler de azalıyor. 1977 >ılında Başkan Carter'a sunulan, "Başkana Dünya Raporu" adlı belge yenidcn gundemde. O tarihlerde biraz da petrol bunahmının korkusuyla ABD yonetiminde uluslararası iktisadi politikaya etkin olmaya başlayan göruşler yeniden ortaya konuyor. Ancak bunlara ıtiraz edenler de 1984 yılında Mexiko City'deki Dunya Nüfus Kongresi'nde Reagan yönetiminın ortaya koyduğu göruşlerle ortaya çıkıyorlar. 147 ülkenin katıldığı bu kongrede Reagan yönetimi dunyadakı 'ağız sayısının' artmasından korkmadığını, kesin dille kestirip atmıştı. Buna gore anış, pazar ekonomisi mekanizması ve bilimsel ilerlemelerle bir tehlike olmaktan çoktan çıkmıştı. Nüfus artışının tehlike olmaktan çıkışı, piyasa mekanizması sayesinde olacaktı. Ama piyasa mekanizmasının, azalan kaynakları nasıl yerine getireceği pek anlatümıyordu. Örneğin serbest rekabetin, Etiyopya'dakı garibanlara, daha ucuza Coca Cola ve etli pideyi nasıl temin edeceği hususu uzerinde duran yoktu. Piyasa mekanizmasını her derde deva ebegümeci görenlere itiraz edenlerin başında ise, bilimsel çevreleri geliyor. Ulusal Bilim Akademisi ile Chicago ve California Üniversitelerinin ortak bir çalışmasına göre, fert başma düşen ulusal gelirin arttınlmasında pazar ekonomisinin nüfus artışı karşısında bir etkisi olmayacağı örnek ve belgelerle gösteriliyor. Çalışmada Malthus'un 19. yüzyılda sözünu ettiği şeytanın ayaklanmakta olduğu bildirihyor. Mal satmaya dayalı ABD iş ve sanayi dunyası için ise, nüfus artışı işlerin iyiye gideceğinin işareti. Çünkü 5 milyar insan, 5 milyar müşteri demek. Tfelenînniler 'Vyumayan milletler' kategorisinin tipik örneklerinden biri İsveçliler. Uykusuzluğun nedeni ise tahmin edileceği gibi psikolojik. Her on Isveçliden biri, her gece, yorganı başına çeker çekmez başlıyor sağa sola debelenmeye. İki Isveçli uzman, bu işe bir çözüm yolu bulmuşlar: Isteyene 'uyku terapisi hizmeti' veren bir telefon hattı. YAVUZ BAYDAR STOCKHOLM "Milletçe uyku duşkunliiğü", bizde sık sık sözü edilen ve azgelişmişliği kabaca etiketleyen psikolojik bir olgudur. Kitlesel horultuya tepkiler, genellikle 'Bu millet uyuyor azizim,' sozleriyle dile getirilir. Bu iflah olmaz hastalığa keskın bir bakış atan Can Yucel, "U>kusunda bile esneyen milktlerin" varhğından soz eder ki, yerden göğe haklıdır. Şımdı, 'uvuyan milletler'in sosyolojik karşıtının 'uyumayan milletler' olduğu duşunulebilir. Bu yaklaşım doğru olsa bile, milletçe uyanık olmanın fazilet sayılması gerektiği sonucuna varmak, •acelecilik' olarak gorulmeli, uyanıklığın uykusuzluktan kaynaklanabileceği, dolayısıv la çozum değil sorun olabileceğı ıhtımali hesaba katılmalıdır. Bu ıkinci kategorinın, yani •ınumavan milletler' kategorisinin tipik örneklerinden biri Isveç... Burada son zamanlarda sık sık sözu edilen 'uvkusuzluğun' nedeni ise, tahmin edileceği gibi. psikolojik... Gece yorganı başına çeken her on Isveçliden bırı ve orta yaşın ustündeki her beş Isveçliden biri, sabahın erken saatlerine dek sağa sola debelenerek uyuma savaşı veriyor: Bu yuzden de duzenli olarak uyku ilacı kullanıyor. Bu konuda yapılan kitlesel araştırmalar kabaca böyle bir manzara sunmakta. Uykusuzluk İsveçli için onemli bir sorun ve bilinen nedenlerden kaynaklanıyor: Stress, kaygı, duzensiz beslenme, aşırı kafa yorgunluğu vs. Bu durum da yine tahmin edileceği gibi, yoğun bir uyku hapı tuketımine yol açıyor. Bu tek çozumun yan etkileri ise uykusuzluk kadar buyuk bir kaygı konusu. Bu gidişe 'dur' demenin zamanının geldiğıne ınanan iki Isveçlı uzman, Dr. Lars Ljungdahl ve psıkolog LarsErik Lnestahl, ilaçla ilgisi olmayan yeni bir çozum yolu onermekte, geçenlerde Motala kentinde açılan 'uyku haltı', uykusuzluk çekenlere telefonla uyku veriyor. Ljungdahl üe Unestahl'ın New Stockholm 'den 1 York'taki bir projeden esinlenerek açtığı 'uyku hattı', bir telefon numarası ile yarım saatlik bir teyp bandından ibaret. Uyuyamayanlar hattın numarasmı Motala kentindeki eczanelerden alıyorlar. Hat, akşam saat 8!den sabah saat 03.00'e kadar açık, numarayı çevirince karşınıza once Dr. Ljungdahl çıkıyor ve otoriter bir sesle uykusuzluğun nedenleri hakkında açıklamalar yapıyor. Konuşmasım, düzenli bir yaşam surdürmenizi, iyi beslenmenizi, akşam saat 7'den sonra kahve filan içmemenizi önererek noktalıyor. Ardından psikolog Unestahl'ın hazırladığı 'uyku telkini' programı devreye giriyor. Kumsalı yalayan dalgalar ve tatlı flut nağmeleri eşliğinde mikrofona gelen Unestahl, Nat King Cole'unkini anımsatan kadife ve uysal sesiyle hastalannı 'uykuUr dünyasına çağırıyor: Gözlerini kapatıyorsun.. Derin bir boşluktasın şimdi... Yavaş >avaş bırak kendini... Guzel... Agırlıgını at üstünden... Yiiru, uykuya doğru, uykuya... hrn..." Uyku tutmayan tsveçülert teleterapi. 'L'yku hatü'nın yarım saatlik programı, gittikçe ninnileşen ses ve nağmelerle son buluyor. 'Ya telefon kulağımda dalıp giderscm? Telefon idaresinden kimbilir ne yıiklü fatura gelir," diyenler için kaygılanacak bir şey yok: Çunkü bant bitince hat kendiliğinden kapamyor. Kopenhag'dan Atina'dan Asyuk itaatkâr zevceler Danimarkalı erkeklerin birçoğu "kadın özgürlüğü budalası Avrupalı kadınlar" yerine "kullanılmamış itaatkâr, evine bağlı genç ve egzotik Asyalı" kadınları tercih ediyorlar. 24 bin krona "pazarlama şirketi" aracılığı /< böyle zevceyi iki /? günde nikâhlamak mümkün. FERRUH YILMAZ KOPENHAG "Öyle bir şeye sahip olmalıyım ki, başka hiç kirnsede olmaBöyle diyor, vücut geliştirme salonunda yapılan çekimde, dövmeli pazularını kameraya gösteren otuz yaşlarındaki adam. Hafıf utangaç, ama istediği 'şey'e sahip olabilmenin verdiği hazla. Geçen hafta Danimarka teievizyonunda başlayan, "Kısa Metrajlı Danimarka Filmleri Festivali" bağlamında gösterilen "Asyalı KalpPostayla Eş" adlı fılm, herkesin bildiği, ama hiç kimsenin "Yahu bu ne iştir?" diye oturup düşunmediği bir konuyu, bir anda güncelleştirdi. Butün Danimarka bir anda posta yoluyla yaratılan "zevce pazarian"nı konuşur oldu. Dövmeli pazuları olan adamın istediği SIB." lavriovida çayiçmek Lavrion 'daki Türk mültecileri, pazar sabahlan açık hava pastaneleri ve kahvelerde çay içiyorlar. Garsonlar Türkçe öğrenmiş. Bir iki Türk garson da var. Mültecilerin bir kısmı Lavrion 'da iş bulmuş, bazıları her gün Atina'ya gidip dönmek zorunda. STELYO BERBERAKİS ATİNA Yaz tatili olsun olmasın, hafta sonlannı Atina dışında geçiren Atinalıların yeğlediği sayfiye yerlerinden bıri de Kea Adası, ya da Venediklilerin işgalinde adı değiştirilen ve halen halk arasında söylenen " C i y a " Adasıdır. Özellikle Atinalı aydınlann "mekânlarından" sayılan Kean Sıklat Takımadalarının bir parçası. Sişam ya da Kos (İstankoy), Türkiye kıyısına ne denli yakın ise, Kea da anakaraya o denli yakında. Karakteristik dağlan, kırmızı rengeçalan toprak yapısıyla turistlerin diğer Ege adaları gibi buyuk ilgisini çeken Kea, y erli ve yabancı unluleri de hafta sonlarında ağırlıvor. Bu adaya varabilmek için, Lavriyon Limanı'ndan feribotlara binmek gerekiyor. Yaklaşık 1 saatlik denız yolculuğundan sonra Kea Adasına geliniyor. Deniz yolculuğu suresince Kea Adasına yaklaşırken, Makronissos'un yamndan geçiliyor. Makronissos kurak, çorak, ıssız bir ada, fakat dar ve uzun oluşundan adına makro (yani uzun) nissos (adası) denmiş... Bu ada ne denli ıssız ve çorak ise, adı o denli siyasi şarkılarageçmiş. Siyasi tutukluların not defterlerinde geniş yer almış. 1967 Albaylar Cuntası'nda "yönetime karşı düşünceliler" buradaki derme çatma konutlarda "agırlanmışlar" yıllarca. Dolayısıyla tutuklananların sayısı da epey çok olduğundan, Makronissos'un unü de o kadar genişlemiş. Ama şu hayatın cilvelerine bakın ki, 1974 yılında Yunanistan demokrasiye donduğünde, ülkeye cunta yonetimini getirenler , ilk tutuklandıklarında "tesadüfen" Makronissos'un hemen yani başında bulunan Kea Adasına götürülmuşler. Buradaki "Karthea" Oteli'nde bir süre göz hapsinde bulundurulmalanndan sonra darbeciler, Pire'deki Koridallos Cezaevi'ni boylamışlar. Hotel Karthea, Kea Adasının sahilinde diğer kuçuk konuüara oranla en buyuk binasına sahip. Turistlerin de özellikle yeğlediği bir otel olan Karthea'da yer bulmak o kadar kolay değil... Gerçi, Kea Adasını ziyaret eden yabancılar, daha çok yelken ve kotralanyla geliyorlar buraya. Merkezden 3 km. uzaklıktaki Vurkari Korfezi'ndeki sakin limana demirliyor ve sahil yolundaki tavernalarda eğlendikten sonra kotralarında geceliyorlar. Buna karşın, otel ve pansiyonlar Yunanlı aydınların işgali altında bulunuyor. Sakin bir hafta sonu tatili geçirmek isteyenler için ideal bir ada olarak tanınan Kea, ya da Ciya'dan Bizans, Venedik ve Osmanlılar da geçmiş. Ama ada, stratejik açıdan pek onemli olmadığından sadece "dinlenme yeri" olarak kullanılmış... Kea Adasının ahalisi, adanın tepesinde yerleşmiş. Bu, tum Yunan adalarında görünen bir yöntem. Amacı ise, dönemin korsanlanndan korunmakmış. Ciya Adasına hareket etmeden önce, Lavriyon bolgesindeki limanda feribotun gelişi beklenir. Lavriyon bilindiği uzere, Türkiye'den Yunanistan'a iltica eden mültecilerin kampının bulunduğu yer. Pazar sabahlan, Lavriyon'daki açık hava pastaneleri ve kuçuk kahvehaneler, multeci kampında yaşayanlarla dolup taşıvor. Kendinizi adeta Turkiye'deki çay bahçelerinden birinde sanıyorsunuz. Aileler, çoluk çocuk, gençler aralarında ayrı ayrı masalarda çay içiyor, dertleşiyorlar... Garsonlar Türkçe konuşmasını bile öğrenmiş. Aralarında bir iki Turk garson da \ar. Lavriyon, eski yıllardan beri işçi bolgesi olarak tanınır. Yunanistan'ın ilk maden ve taş ocaklan burada Fransızlar tarafından açılmış. ilk işçiler burada çalışmış, hatta ilk işçi ayaklanmaları da burada başgostermış. . Lavriyon'un sokak aralarındakı duvarlarda olsun, limanı çevreleyen duvarlarda olsun Türkçe yazılmış sloganlar da görmek mümkün. Lavriyon mültecileri, pazar sabahlan burada birbirleriyle konuşarak befki de hasret gideriyor. Ne yapacaklannı konuşuyorlar. Mültecilerin çoğu Lavriyon içinde kendilerine iş bulmuşlar. Biı bölumü ise taa 70 km. uzaklıktaki Atina'ya gitmek zorundalar, ama resmi yönetmeliğe gore, akşam saatlerinde tekrar mülteciler kampına donmeleri gerekiyor. Lavriyon'un karşısındaki Kea Adasından aynı gemiyle tekrar Lavriyon'a dönerken, geminin içinde AET Işleri Bakanı Teodoros Pangalos'u, Yunan asıllı unlu Fransız yonetmeni Kosta Gavras'ı ve unlu Yunanlı ressam Caruhis'in, Kea Adasında açtığı resim sergisinin açılış torenine davet edilenleri goruyoruz. Pangalos, spor giyimiyle, yolculann oturduğu güvertedeki kanapelerden birinde oturmuş, yanındakilerle sohbet ediyor. Sanki. Brüksel ya da Strasbourg'da, AET içindeki Yunan haklarını, ya da Türkiye'nin AET'ye niçin uye olamayacağı yolundaki tezler için kıyasıyageri kalan "ll"lerle mucadele veren o değil de, sıradan bir vatandaş gibi sohbet ediyor... Birazdan geminin tayfaları, ellerinde buyuk bir tepsiyle gemiyi dolaşmaya ve "piyango" çekilişini duyurmaya başlıyor... Tepsinin içinde orta boy Mercan balıkları var. Yaklaşık beş kilo civannda. Piyangolar 100'er drahmi (vaklaşık 500 lira), mercanın piyasadaki kilo fiyatı ise 2000 drahmi (yani 10 bin İıra) Piyango biletini almayan kalmadı. Kuçük bir kız çocuğu, elini tayfarun kucağındaki torbaya daldırıp çıkardığında, "80" numaranın kazandığını dujoırdu. " 8 0 " Nolu koşar adımlarla geldi ve tepsiyi olduğu gibi aldı goturdu.. Piyango biletı alan Pangalos ise herhalde içinden "bir dahaki sefere" demişti. Asyaü kadınları "eş seçmek" isteyenlert şirket, resim kataloglan ve tanıtan videolan da sunuyor. "şey", kullanılmarruş, itaatkâr genç ve egzotik bir zevce. Böyle birini, bu işleri yürüten bir kontak bürosu ya da Danimarkalı kadınlann deyimiyle "kadın pazarlama şirketi" aracıhğıyla, Filipinler'de bulmuş. Şirkete toplam 24 bin kron ödeyecek. Bu paranın 4 bin kronu sadece, Filipinli hatunun adresi ve fotoğrafları için. Geri kalanı ise evlilik işlemleri, evTaklar ve otel parası olarak kullanılacak şirket tarafından. Dövmeli pazuları olan adam, gelecek hafta Manila'ya uçacak ve elindeki iki fotoğraf ve iki mektuptan tanıdığı hatunu şöyle bir gördukten sonra alarak zevce yapacak. Bütün bu işlerin iki günde tamam lanması gerekiyor. "Tam istediğim gibi biri" diyor, dövmeli pazuları olan adam, "17 yaşında, bakire ve Katolik". Uzakdoğulu zevce sahibi olmak isteyen erkeklerin en büyük rüyası, evine bağlı, fazla uğraştırmayacak, itaatkâr bir kadın bulabilmek. "Şu kadın özgiirlüğu budalası, kendi başına buyruk Avrupalı kadınlar da hiç çekilmiyorlar" diyor birçoğu. Orta yaşlarda olan bu erkeklerin büyük bir kısrm, daha önce en az bir kere evlenip ayrılmış. Neredeyse.babalan yaşındaki erkeklerle evlenip, Avnıpa'ya kapağı atabilmeyi düşleyen "egzotik" Uzakdoğulu kadınların tek düşüncesi ise, Danimarka'da kazanacağını umduğu parayla, geride kalan ailesine bakabilmek. Çoğu Danimarka'yı, yoksulluktan ve muhtemel fahişelik mesleğinden kurtuluş yolu olarak görüyor. Danimarka'daki "Uzakdoğulu kadın pazarlama" şirketlerinin en tepki çektikleri noktalardan biri de, buyuk hayallerle binlerce küometrelik yol tepen bu kadınlara, Danimarka hakkında gerçeğe uygun bilgi vermemeleri. "Olur mu?" diye itiraz ediyor, bu tür şirketlerden birinin sahibi. "Tabii ki Danimarka'yı en iyi şekilde tanıtmaya calışıyoruz." diye devam ediyor, elindeki Danimarka'nın sayfiye yerlerinden batı kıyısının resimlerinden oluşan turistik broşürü kameraya doğru uzatarak. Ama o kitapçığın içinde, Danimarkalıların yabancılara karşı tavrı yazı lı değil. Hele hele, evliliğin iki yıldan daha az sürmesi durumunda, kadının ülkesine geri gönderileceğine dair bir satır dahi yok ve Uzakdoğu'dan binbir hayalle gelen bu kadınlar, kocalan tarafından be~ ğenilmedikleri takdirde, sonlannın, Manila'daki ya da Bangkok'taki barlardan birinde fahişelik olacağını kestiremiyorlar. Danimarkalı bir erkekle evlenip aynlan bu kadınları, kendi ülkelerinde ne aileleri ne de eski çevreleri kabul ediyor: Uzakdoğu'dan ithal edilen bu "egzotik" zevcelerin yani sıra, Danimarka'ya zevce ihraç eden başka bir ülke de Polonya. Eskiden Polonyalı zevcelerini mektup ve fotoğraflar aracılığıyla seçen Avrupah erkekler, gelişen teknolojinin yardımıyla, artık zevce adaylanru görmeden görmüş gibi oluyorlar. Polonya pazarına eğilen kontak burolan, en modern tekniklerle çalışıyorlar şimdi. Polonyah bir zevce isteyen erkek, zevce adaylanrun kendilerini tanıttıkları video kasetini izledikten sonra karar veriyor artık. * Kasetteki kadınlar sırasıyla ekranlaraj arzı endam ederek kendilerini tanıtıp tathj tatlı gülümsüyorlar gelecekteki kocalan* na. Polonyalı zevceler, her ne kadar Uzak:l doğulular gibi genç ve egzotik değillerse; de, en onemli özellikleri yine de itaatkâr'ı olmalan. Hem de beyaz tenliler. Boylece' ( "kullanılmamış, itaatkâr bir zevce" iste', yen erkeğin, görünüş itibarıyla da seçim' yapma şansı artıyor. ! MontreaVden ABD'nin yasak j kîtapları ' Amerikan televizyonunda bir program. ABD ve Sovyet kadınları tartışıyor. ABD'lilerin sorusu: Sizde homoseksüellik ve alkolizm yok mu? Sovyetler'in sorusu: Siz dunyanın en ileri ülkesisiniz, niye işsizlik ve vahşete çare bulamıyorsunuz? GÖNÜL DÖNMEZ MONTREAL Huckleberry Finn'in Bajından Geçenler, Kırraızı Midilli, Alaya Kuşu öldürraek milyonlar tarafından severek okunan klasikler. Amerika Birleşik Devletleri'nde son 10 yü içinde yasaklanan S2'yi aşkm kitabın arasında bunlar. Gazap Üzümleri, Romeo ve Juliet, 1984, Silahlara Veda ve Tom Jones bile kurtulamanuş sansürün pençesinden. 970 kitapcı dükkanırun sahibi VVoldenbooks fınnası ay başında anayasa ile ilgili özgürlükler konusunda halkı uyanna nedeniyle bu 52 kitaptan bazılarını vitrinlerinde sergilerken şöyle bir ilan koymuş: "Bir an öuct oknyua bu kitaplan... Yoksa hiç okuyımayacaksınız..." Mağazalaıda calışanlar, "Dikkıt! Okuma hakkımız lehlikede!" rozetleri takıyor. Bu ayki satışlardan elde edilen kazancın bir kısmı Amerikan Kütüphaneler Kurumu ile Sansüre Karşı Milli Koalisyon'a gidecek. Plakta Laurie Anderson elektroruk müziğe eşlik eden elektronik sesiyle, "Amerika" diyor, "Yurekli insanlar iilkesi, ozgür insanlar ilkesi"... New York Times'ın geçen pazarki sayısında üginç bir yazı: Bir okuyucu soruyor. Amerika'dan Küba'ya gıdebilir miyim? Ne gibi dokümanlaı gerekecek? Cevap şu: Küba'ya gitmek isteyen bir Amerikah işin yasal yönünü düşünmeli. Birleşik Devletler hükümetinin bir sözcüsüne göre, Küba yolculuğu yasaklanmamışsa da Amerikan vatandaşlan ve Amerika'da oturan kişilerin orada Amerikan parası harcamalan yasaktır. Bu parasal sınırlama yolculann Amerikan Dolan karşüığı elde ettikleri yabancı para için de geçerlidir. İş nedeniyle gitmek isteyen hukumet görevüleri, gazetecüer ve profesyonel araştırmacılar ile orada yakın akrabalan bulunanlar bu sınırlamanın dışında bırakılmıştır. Başka nedenleri olaıuann insancıl nedenler, konser verme, sergi açma vb. özel izin almaları gerekir. Uzun lafın kısası, Küba'ya gidebilirsiniz, ama gidemezsiniz!.. Birleşik Devletler Anayasası tum vatandaşlann doğuştan birtakım haklara sahip olduklannı vurguluyor: Yaşam, mutlulugu arama vb... Amerikan televizyonunda bir program seyrediyorum: Gelişigüzel seçilmiş birtakım Sovyet kadınlan ile Amerikan kadıru uydu aracılığıyla karşılaştırılıyor. Amerikalı kadınlar hep özgürlükten söz ediyor: Okuma özgürlüğü, yazma özgürlüğü, istediği yere gidebilme özgürlüğü. Siz özgür degilsiniz, acıyoruz size, der gibi bir halleri var. Karşılarındaki gnıbun gelişigüzel seçildigıne bile inanmıyorlar. Oysa birçoğunun ifadesıne göre Sovyet kadınlarını Amerikan televizyoncuları Moskova sokaklannda gelişigüzel yakalamışlar. Amerikalı kadınlar habıre sizde homoseksüellik sorunu yok mu, alkolizm yok mu gibi sorular yöneltiyorlar. Sovyet kadınlannın, siz dünyanın en ileri Ülkesisiniz, niye işsizliğe, okuma yazması olmayan büyük kitlenin bu sorununa, büyük kenüerdeki günlük vahşet olaylanna çare bulamıyorsunuz gibi sonılanna pek cevap veren olmuyor. Rus kadınlan, kirli çamaşırlan ortaya çıkarmaya çalışmaktansa kadın olarak ortak çözüm yollan aramanın daha verimli olacağını vurgulasalar da Amerikah kadınlann çoğunun yüzünde bir anlam okunuyor. Her şey yalan, yanlış... Bir Rus kadıru, "Sizin niçin her dedigimb kuşkuyta bakan, bizkri kınayan bir tavnnız var? Biz size böyle mi darranıyorur*" diyor. Amerikalı kadınlardan biri Rus kadınlarına yüzlerinin hiç gülmediğini, mutsuz göründükleritu, hep acı bir anlatımla bakuklannı söylüyor. Rus kadımnın cevabı: Kitinin yüz ifadesi tarihıni, gevmişini yansıtır. Bizler nice tecrüb«lcrden gdiyoruz... Ingilizlerin ulusal özeUiklerU Londra'nın günlük yaşamında somutlaşıyor. Londra'dan Sevgili ve nefretli Londra Türkiye gözlükleriyle Ingilizler ve Londra. Filiz, yılını dolduruyor, Nilay geleli bir ayı geçti. Ben üçüncü yıla girdim. Birbirimizden habersiz "sevgili ve nefretli" Londra'yı yazdık. Sonra bunları otomatik yazıya döktüm. FİLİZ ALİ / NİLAY KARMAN / RAGIP DURAN LONDRA (Turkıye gözlükleriyle İngilızler ve Londra. Filiz yılını dolduruyor. Nilay geleli bir ayı geçti. Ben uçuncu yıla gİTdim. Fotoğrafta surrealizm sergisinden mi, voksa ayna gibi baktığım Magritte albumlerinden mi bilmiyorum. Dadacılığım heyheylendı. Üçumuz de ayrı a>n "Sevgili ve netretli Londra" başlıklı birer kısa metin hazırladık. Tabıi birbirimizden habersiz. Sonra metinleri otomatik yazıya döktum. İşte sonuç. Filiz italik konuşuyor, Nilay ince hatlı, yalııı bir şivede, karalar benimdır R.D.) F: İçtensiz, soğuk ve kendilerini herkesten ustun sanan îngilızlerı sevmiyorum. N: İnsanlann tavırları bir garip. Esnek değıller R: Melon şapkanın altında, şemsiyenin ucunda centilmenlik varmış. Tercumesi, kolon\al hasır şapka ve kamçı. F: Bir turlu ısınmayan evlerını sevmiyorum. İngilizler uşumekten zevk alıyorlar. N: Iklımı, yeni geleni serseme çevırıyor. Temmuz ya da ağustosta çoğunlukla sonbahar yaşanıyor. Hele, sabah guneş var diye çıkıp, akşamüstü şakır şukur yağan yağmuru görünce ne yapacagınızı şasırıyorsunuz. R: Kışın gobeğinde neden çıplak bacakla gezer kızlar? "Abi, bu gâvur kanları çok domuz eti yer. Bilirsin, insan, etini >ediği hayvanın karakterini kapar. Domuz iişümez >a..." diyor Piccadilly'deki Wimp>'de çalışan Sulevman. F: Hiçbır şey söylemeden saatlerce konuşmalarını, ınsanın gozlerının ıçıne bakamamalannı, ' 7 am sorry'' deyıp, kabalık etmeye devam etmelennı sevmivorum. N: Kötü yanları yazmakla bıtmez. R: Mevlana>ı, Nazım Hikmet'i çok sevdiklerini söyleyenlerden hep kuşku duymuşumdur. F: Sevdığim şeylere gelınce, bıraz duşunmem gerekecek. Dunya sorunlanna ve insan haklarına ılgi gostennelennı seviyorıım. N: Kültür ve sanat faaliyetlerı zengın. R: Londra eski bir mozaik. Yalnız fütürist ojkunmeci. Thatcher'sa fütursuz. F: Bayan Thatcher'ın politıkalarıyla, yerleşik sosyal duzenın bozulduğunu goziemleyıp uzuluyorum. N: Tıkır tıkır ışleyen metro. bu kentte yaşamayı cekılir hale getıriyor. R: Pink Fioyd'un "Lmma Gumma'sını dinlerken ne >apılır? 22.30'dan sonra içki >asağı başlıvor. F: İnsanlann birbırlerinin ışlerıne karışınamalannı hatta ılgisız kalınalarını ise hem sevıyorum hem sevmiyorum. N: Londra'nın 'Mahmutoaşa'sı Oxford Street'te ingilızce dışında hemen hemen tum yabancı dıller konuşuluyor. R: L o n d r a ' d a gezilmez, Londra'da yaşanır, der İngilizler. Ben İngilizleri dinlemem. Ama yine de otururum burada. Neyse ki gezmekle kola> bitmiyor. (Uçumuz de Londra'da aynı işyerinde calışıyoruz. Filiz, proje konusunda, "Bir de Londra"yı seveıı birini bulsa>dın" dedı Nilay da "Sadece se>mediğim şe>leri yazsanı olmaz mı?" ıtırazında bulundu. Galiba netıce. "Seni öldüresi>e seviyoruz.")
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle