24 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CUMHURİYET/2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER kalıyor sadece. Gerçeği aranırsa bir koleksiyoncu hiçbir zaman satamaz koleksiyonunu, çünkü hastası olmuştur merakının. Peki sonra ne olur? Bu gibi bİFİktirilmiş değerli şeylerin başına gelen, ilerde çocukların, lorunların elinde çarçur olup gitmcktir. Eskici dükkânları böyle antikalarla zaman zaman dolup taşar. Beş altı yıl oluyor, Paris'te bulunduğum, bir fırsatını bulup Loire kıyılarındaki şatoları görmeğe gitmiştim. Bunlardan bir kaçını gezme şansım da olmuştu. Ben sanıyordum ki, devlet bu tarihsel yapıları satın almış ve müze durumuna getirmiştir. Belki öylesi de vardır, bilmiyorum, ama benim gördüklerim, onları yaptıranların çoluğuna çocuğuna kalmıştı ve çocuklar, torunlar, dededen kalma eski yapılarını, tarihsel yapılarını, kapıda bilet satarak turistlere gezdiriyorlardı; demek bir tür kazanç sağlıyorlardı bundan. Ama yapıya dokunamıyorlardı elbet, şato sanki eski günlerini yaşıyormuşçasına sakin, ağırbaşlı duruyordu öyle. Orada, Kafka'nın varılamaz Şato'sunu düşünmedim değil. O yılı Fransız hükümeti "patrimoine yılı" olarak duyurmuştu. Bu kavramın içine nelerin girdiğini şaşarak görmüştüm o zaman, hiç unutmam. "Patrimoine"in bizim eski dilimizde karşılığı "mâmelek"tir. Şimdi ise, ana baba kalıtı diye çeviriyoruz, ama en önemli anlamı "ortak mal"dır. Elbet şatolar gibi eski, tarihsel mimarlık yapıtlannın ortak mal sayılmasına kolay kolay karşı konamayacaktır, bunu biliyorum, ama iş bununla bitmiyordu ki, bir akarsu, bir kıyı parçası, bir tespih, bir köşebaşı, bir çatal... kısacası bütün kültür yapıtları ve doğasal nesneler, sahibi kim olursa olsun "ortak mal" anlayışı içine giriyordu. Evet, o mal belli bir kişinin olabilirdi, onundu da, ama satıp savamazdı o kişi malını, yıkamazdı, bozamazdı, belki ve isterse, kimi yerde yapının içini değiştirebilirdi, ama halkındı bunların tümü, toplumundu, ortak maldı. Kültürün başka türlü tanımlanmasına, korunmasına olanak var mıdır? Burada halkçılık ancak "patrimoine"in korunması anlamına gelir, başka hiçbir anlama değil. Bizde halkçılık hiçbir zaman gereğince anlaşılmadığı, değerlendırilmediği için, kültür değerlerimiz kişi mülkiyeti içinde görülebilmekte ve bundan ötürü de o kişinin keyfine bırakılabilmektedir. Anadolu'daki eski yapıtların yabancılar eliyle dışarı taşınması, kaçırılması, Avrupa müzelerine yerleştirilmesi ise, bizdeki tarih bilinci eksikliği ile açıklanabilir ancak. II. Abdülhamidin, "Ben vabancı elçileri eski taşlarla kandırıyorum" demesi ne ilginçtir. Onun "eski taşlar" dediği, bizim tarihsel zenginliğimizdi, kültür bekçiliğimizin sorumluluğuna bırakılmış ortak malımızdı. Nasıl bilemedik! Anadolu'nun bilmem hangi kasabasında, bilmem ne ağanın üç yüz yıl önce yaptırdığı konak patrimoine hukuku açısından görülecektir. Halkçılık bunu gerektirir. Muğla'nın eski evlerini konu edindiğim bir yazımda, tarihsel değer kazanmış yapılarda neyin değiştirilip, neyin değiştirilmeyeceği sorununa ayrıntıları ile değinmiştim. Şu yaşa geldim, yazdığım, çıkardığım kitapların sayısı kırkı, elliyi buldu; bunlar ölümümden kırk elli yıl sonra kamunun ma lı olacak, çoluğum çocuğum da telif haklanndan yararlanamayacak. Buna Fransızca da "Tombe dans le domaine public" diyorlar; sanat yapıtlannın, kafa ürünlerinin kamu malı durumuna düşmesi demek. Canım şu benim şürlerimin, oyunlarımın, romanlarınıın, denemelerimin eski bir kadar da değeri yok mu? Ama ben kitaplarımın bir süre sonra kamu malı durumuna geçmesini ancak sevinçle düşünürüm; öteki dünyadan "Hani benim telif hakkım?" demem. 7MART 1986 Mal Mttlk Üstüne MELİH CEVDET ANDAY Eski dilimizdeki "istimlâk" sözcüğü "miilk" kökünden gelir, "Hükiimet tarafından bir taşınmaz malın kamuoyu yararına olarak satın alınması" demektir, ama bizde kısaca "yıkma" anlamına kullanılıyor. Evet, öyle de oluyor gerçi, bunu günümüzde, özellikle tstanbul'da sık olarak görüyor, yaşıyoruz. Birtakım eskimiş yapılar istimlâk edilip yıkılıyor ve bundan ötürü de kimi mUlkiyet hakkı sorunları ortaya çıkıyor elbet, davalar açılıyor. Mülkiyet hakkının kutsal sayıldığı ülkclerdc bu tür davaları olağan saymak gerekir. Ama ben, eski yapılann, tarihsel yapıların korunması amacı ile alırımış, ya da alınmakta olan önlemlerin, dar anlamda mülkiyet hakkı konusu ile zaman zaman karıştırıldığını görerek şaşıyorum. Bir yapının kent içindeki dıırumu kamu yararı açısından do kuncalı sayılabilir, eğer bu sav doğru ise, yerinde ise, o yapı hukuksal yollardan gidilerek "istimlâk" edilir ve sonra da yıkıhr. Ama eski, tarihsel bir yapının korunabilmesi için kimi kişiscl haklarda kısıtlamaya gidilmesi bununla benzeştirilemez; burada artık günün uygar yaşama koşulları değil, kültür birikimi ve toplumun kültür hazineleri üstündeki ortakhğıdır söz konusu olan. Başka bir deyişle, o yapı tarihin, demek hepimizin malıdır. Bu konunun gereğince anlaşılmadığını sanıyorum. Geçende bir tanıdığım, eski bir yapının sahibi olan yaşlı bir hanımdan söz etti: Bu hantm koca evinin küçıık bir bölümüne sığınmış, nerdeyse yoksulluk içinde yaşamını sürdürmeğe çalışıyormuş... Acıdım. Fakat arkadaşımın, "V'ıksa da yerine bir apartman çıksa kadın güller gibi yaşayacak" deyince onunla birlik olamadım. Evet, çaresiz durumu anlamadım değil, ama onu onaylayamadım. Konuyu daha da açmadan önce şunu söyleyivereyim; söz gelişi, dedemin yaptırmış olduğu konağın "tarihsel yapı" gerekçesi ile benim özgürlüğümden koparılması, ilk bakışta ters geliyor, başkaldırılacak bir olay gibi görünüyor; ama ne yapacaksınız ki, yaJnızca tarihsel yapılar değil, burada saymakla bitmeyecek nice yapıtlar, böyle bir değer kazandığında, kamunun eline değil de, sözüne geçiyor, kamu söz hakkı kazanıyor onun Uzerinde; ortak kültür kalıtı olarak. Şimdi burada "Adamın hakkı yeniyor" diye karşı durmağa kalkmak bakalım, gervekten halkçılık mıdır, hakçılık mıdır? Göreceğiz. Kimi ömekler üzerinde duralım. Bir tanıdığım var, yaşlı bir bay, daha gençliğinde heveslenmiş bir para koleksiyonu yapmağa. Koleksiyon sözcüğü için şimdi sözlüklerimiz "derleme" sözcUğünü karşılık gösteriyorlar; bilmem, onu kullansam anlaşılır mıydı konu? Neyse, geçelim... Gel zaman git zaman, elinde çok değerli bir mal varlığı oluşuvermiş adamın: Altından, gümüşten bir tarihsel para hazinesi. Bu tanıdığım yaşlı bay, geçen yıl gitti hükümete haber verdi elindeki bu hazineyi, geldiler, neyin ne olduğunu saptadılar ve onu "korumacı" sayarak görevlendirdiler. Bırakın satıp savmayı, adamcağız şimdi çalınırsa, kaybolursa diye tir tir titriyor sorumluluğundan. Ne yapacaksınız, artık bu özgün "derleme" kamunun zenginlikleri arasına girmiş bıılunmaktadır, ona ancak koleksiyonu sandıktan çıkarıp seyretmek PENCERE "Gazeteci Olunmaz..." ARADA BİR KÂNİ EKŞtOĞLU İstanbul Barosu Avukatlarından HAZIRLAYAN OGRETMENOGRENCI SELİM ÖZYÜKSEL Pir Başkan... O yalnızca "bir" değil, aynı zamanda da "pir" başkandı. Barışın, adaletin, özgürlüğün, demokrasinin piril Ülkemizde bunların tümü de savaş konusu... Henüz tam anlamıyla biri bile kazanılmış değil. Daha nice yıllar kolay kazanılacağa da pek benzemiyor. Bundan dolayı Orhan Apaydın gibi "pir'lere gereksinim var. Av. Orhan Apaydın, yalnızca bunlar için yaşadı, bunlar için savaşım verdi. Barış için, adalet için, özgürlük için, demokrasi için savaşmak, kendinden büyük özveride bulunmayı gerektirir. Dahası yürek gerektirir. Kimi rizikoları göze almayı, göğüslemeyi gerektirir. Apaydın'ın bu konudaki kararlılık ve içtenliği daha uzun yıllar onu bilip tanıyanların kılavuzu olacaktır kuşkusuz. Yürekliliğinin ve içtenliğinin yanı sıra bir büyük inanmışlığı da vardı Orhan Apaydın'ın. Hukukun üstünlüğü ilkesi ile özdeşleşen bu inanç, eğimi gittikçe artan azılı ve insan yutar ırmağa karşı direnç ve sabrını bilemekte odaklanıyordu. Ama ırmak suları hızını daha da arttırmaktan bir an olsun geri kalmıyor, Apaydın'ı pes ettirecek zamanı bekliyordu. O "zaman" gelecekti, geldi de. Yuttu ve götürdü Apaydın'ı. Bu denli insancıl, bu denli duyarlı ve kibar, sesini bile karşısındakini azarlar havası vermemek için yükseltmeden kullanan biri, nasıl da bu denli yiğit ve savaşçı olabilirdi. Gerçekte onun doğasında savaşçılığa karşı olmak vardı. Barışa, adalete, özgürlüğe, demokrasiye duyduğu özlem de sanırım onun bu yapısından ve doğasından kaynaklanıyordu. Ne yazık ki savaşsız barış olanaksızdı. Oysa Apaydın, kişisel rahathğını elde edecek tüm olanaklara sahipti. Ona dünya nimetlerinin tümünü sağlayacak yetenek ve çevre hazırdı. Ama bunların tümünü o sırada bile nezaketinden ödün vermeksizin elinin tersiyle itmesini bildi. Hukuk İçin hakçasını söylemek gerekirse büyük oynadı.. Kendisine yakışanı, yakışabileni, yakıştırılabileni bulmakta hiç ama hiç gecikmedi, duraksama geçirmedi... Uygarlık tarihi hep böyleleriyle doludur. Kendi rahatını düşünmeksizin toplumların, halkların rahatına adamak yaşamını. Tarih, bugüne değin milyarlarca insan tortusunu sürükledi. Ama yalnızca bir avucunun anısını, anıtını, yapıtını ardında bırakmak zorunda kalarak... işte geleceği, uygarlığı belirleyen, aydınlatan, ışık tutan bunlar oldu. Ulkemiz koşullarında Orhan Apaydın da bunlardan biri olma onurunu elde etti. Kolaya zoru, rahata sıkıntıyı, huzura zahmeti yeğ tutmak, tutabilmektir insanı onurlandıran. Bu onur ise kolayı, rahatı, huzuru insanın içinde, yüreğinde yaşatır. Orhan Apaydın, bu onuru elde ederek kolayı, rahatı, huzuru içine hapsetti. Bir insanı durup dururken bir koca baronun başkanı, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu üyesi, Dünya Barolar Birliği Başkan Vekili yaparlar mı? Bu doruklara tırmanabilmek için yürekli ve yılmaz bir hukuk savaşçısı, hukukun üstünlüğü ilkesinin toz kondurmaz savunucusu olmak gerek. Savunma mesleğinin dokunulmaz, kutsal ve ayrıcalıklı olmasının yalnızca halkın savunma hakkından kaynaklandığını savunmak, savunabilmek gerek. En duraksamalı dönemlerde bile aniden kararlı davranarak kendisine verilen görevin bilincinde kollarını sıvayabilmek gerek. Orhan Apaydın, savunma mesleği ile savunma hakkının simgesi olmuş, bu doruğa erişmiş az rastlanır hukuk önderlerinden biriydi. Tüm hukukseverlerin, hukukun üstünlüğü ilkesini yüreğinde özümseyenlerin, barışa, adalete, insanlığa, kardeşliğe, demokrasiye özlem duyanların hepimizin başı sağ olsun! Eğitim sorunıınu neden çözemiyoruz? 23 Mayıs 1868'dc ilköğretimin 7.0runlu olduğunu ve herkesin altı ya•jiııa basan çocuğunu okullara yuzdırması gerektiğini, bu durumun hllkümctçe izleneceğini ve denetlencccğini bildiren ilk resmi genelgenin, zamanın hükümeti tarafından yayımlanmasının üzerindcn 118 yıl geçmiş. 1928 yılında kabul edilen (kimileri hâlâ kabul etmiş değil ya) bugünkü alfabe ile başlayan ilk okıımayazma seferbcrliğinin üzerinden dc 58 yıl geçmiy Yine de resmi rakamlara görc 50 milyon olan ulusumuzun çağ nüfıısundan 10 milyona yakın kesimi bilisizliğin karanlığında kalmış durumda. 1980,yılında bir kez daha büyük bir coşku ve atılımla başlatılan okumayazma seferberliği, ilk günlerdeki coşkusunu korumasa da sllrdürülmektedir. 160'a yakın bağımsız devletten, yUzden fa/lasının dünya sahnesinde yerini alamadığı bir zamanda soruna cl atmış, ilkeler belirlemiş, çöziımü için çabalara girişmişiz. Ne var ki, çok uzun yıllar sonra bağımsızlık kazanan uluslar bu sorunu bizden çok çok önce çozünıe kavusturmuslar, insanlarını okuryazar olmanın da ilerisinde bir eğitim düzeyine ulav tırmışlar. Bizse, hâlâ okumayazma seferbcrlikleri ilan eder durumdayız. ÇUnkü sorun, gUnümüzde dc toplumsal bir yara halinde sürtlp gitmek tedir. NKUEN? Neden yüz yılı aşkın bir süredir bu sorunun üstcsinden gelemenıişi/? Ardı arkası kesilmeycn savaşlar mı'.' Hızlı nüfusartışı mı? Doğal koşullar mı? Ülke kaynaklarımn sınır lılığı 1111? Yoksa insammızın yeteneksizliği mi? Ülkemiz, pek çok ülkenin imrenerek baktığı bir bölgede. Son 64 yıldır savaş görmeyen ender uluslardanız. Kaynaklarımızın diğcr ülkelerden çok kıt olduğunu da söylemek pek olası değil. Insanımızjn yeıeneksiz ol duğunıı srtyleyebilecek bir tek düsünen baş olduğunu sanmıyorum. üyleyse neden? Bu toplumda yaşayan ve düşünebilen her birey bu soruyu kendine sormalı ve nedenlerini düşünmeli. Istenmedik bu gerçekliğin acısını beyninin lüm hücrelerinde üuymalıdır. Ancak loplumda yönetime soyunanlar, lıele hele eğitim işlerinden sorumlu olanlar sadece acı duymakla kalmamalı, çözüme götüren yol ve yönletnleri bulup, duraksamadan uygulamalıdırlar. Türk ulusu için çağdaş uygarlık yolunda atılacak "ilk adım" bu olacaktır. llkokullara gönderilen bir genelgede, her öğretmenin öğrenci velileriyle loplanlı yapması, okuryazar olmayanları saptayıp okumayazma kurslarına kayıt etmeleri isteniycr. öğrettnenler bu tur kayıtları yapmıs, ama kursa devam eden olmamış. Çoğu kadın kursa kalılmamak, yazılmışsa devam etmemek için yalvaryakar olmuş. Haksız da sayılmazlar. Zira ekmek parasını bile zor kazanan bu insanlar, işlerini güçlerini bırakıp okumayazma kursuna nasıl devam etsinler? Kaldı ki, okuryazarlık belgesinin kendilerine ne ekonomik ne yasal bir katkı getirmediğiııi yaşayarak öğrenmişler. Bir öğretmen yakınıyor: "Kurs aclım. Kayıtlan yaptıtn. Devam eden olmadı. Akşamları okulıın sobasını vaktım, saal 19.00'dan 21.00e kadar okulda lek haşıma bekledim durdum. Ne gelcn oldu, ne ııgrayan. Kahveye giltim, benim kursiyerler orada. Mııhtara soyledim, 'F.limden ne gelir' dedi çıktı. Sonunda herkese belge verildi." Eğer okumayazma bilenlerin istatistiklcrine bu tur belge alanlar da ekleniyorsa, toplumdaki durum bilinenden (rakamların söylendiğinden) de acı demektir. NİÇİN? Dolmuş şoföru arabesk müzigin ritmine uymuş, "Abl, sen okumussun, yevmiyen ne?" diyor ve yanıtı ekliyor: "Iki bin, Uç bin. Benim allı bin. Okuyup da oc olacak?" Herkes dolmuş şotorlüğü bulabilır mi? Milli Piyango'nun ckstra çekilişinde büyük ikramiyeyi kazanma şansı da aynı oranda belki. Ajııa, toplunı "ekstra çekiliş"e o denli özendiriliyor ki başka değer tanımıyor. Bir de okunuış yazmışların başlarına gelenleri görenler, neden okumaya istekli olsunlar? Sanırım bu asırlık sorunun çözümunde başarıya ulaşılamamasının nedenlerinin başında, eğitimin, öğretimin ve bu işte çalışanların toplumda bilerek isteycrck ya da bilmeden istemeden değersizleştirilnıesi gelnıektedir. llkokullarda biı saatlik ek ders uc reti 160 lira, orta dereceli okullarda 194 liradır (net). 6070 kişilik sınıflara 160200 liraya bir saatliğine bekçi bulabilır misiniz? Asla... Bir saatlik özel ders ücretinin 25 bin lira olduğu bir ortamda, öğretmenine 160194 lira ödenen öğrenci, okumayı neden sevsin, neden islesin? Okumuş, bilcn, düşünen, düşiindüklerini yazılısözlu açıklayabilen, bildiklerini uygulayabilen insana, yasalarla ve toplumsal değer yargılarıyla layık olduğu dcğcri vercmezsek (vermez.sek) çağdaş uygarlık yolunun ilk adımı olan okuryazarlık için kor karım daha çok seferberliklcr ilar ederiz. Pat diye çıkagelirdi Şinasi Nahit, ne zaman nasıl geleceği belli olmazdı. O Ankara'daydı... Biz istanbul'da. Dolmuş mizah dergisinin yönetim yeri birden şenlenir, bayram yerine dönerdi: . . ^ Oooooo Şinasi gelmiş!.. , Şinasi gelmiş demek, Ankara istanbul'a gelmiş demekti. Şinasi hafifçe ısınmış konyak tadında başlardı anlatmaya... • Ne anlatırdı? Ne anlatırsa tatlı anlatırdı. Gerçek miydi anlattıkları? Kurgu muydu? Ne olursa olsun, takıp takıştırır, bulup yakıştırırdı. Sanat, roman, öykü, tarih ve gazetecilik göstermiştir ki kimi zaman bir yakıştırma ya da kurgu, bir gerçeğin gerçekliğini gerçekten daha yetkinlikle vurgular. Şinasi iki üç fırça darbesiyle portre yapan usta bir ressam gibi başkentin kulisine dalıp ç i ' kar, çoğu zaman bu söyleşi Beyoğlu'nun bir meyhanesinde son bulurdu. * Şinasi Nahit önyargısız, açıkyürekli, gıllıgışsız, hayatının bir döneminde içkici, her döneminde gazeteci olan bir kişidir. Tanrı uzun ömür versin, böyle adam ya bulunmaz, ya da çok az bulunur. Şinasi'nin yaşamında hırs yoktur, dostluk vardır; üçkâğıt yoktur, üzerlne yazı yazılacak beyaz kâöıt vardır. Kırk yıllık Şinasi hiç değişmeden hep Şinasi kaldı. Oteden beri savun, duğu düşünceyi son kitabına ad yapmış: "Gazeteci olunmaz, gazeteci doğulur" 1933'te Atatürk "Pembe Köşk'\e Şinasi'yi görmüş, yanına ça : ğırmış: " Adın ne senin? Şinasi!.. Kaçıncı sınıftasın? Orta Iki. ilerde ne olacaksın? Gazeteci. Gazeteci olursan hep doğruyu yazacaksın, söz mü? Söz!." Şinasi Nahit diyor ki."Şimdi 44 yıllık gazeteciyim ve Atatürk'e verdiğim sözü dalma tuttum. Doğrudur, Şinasi yalan söylemedi; ama kimi zaman kendk sini mapusanede buldu. Acaba bu onun kusuru mu, yoksa bi, zim basın özgürlüğü anlayışımızın çarpıklığı mı? • • Yıl 1956. Dostumuz bir yazısından ötürü içerde. Dr. Hüsnü Göksel bu duruma üzülüyor. Yalnız o değil, Göksel'in üç buçuk yaşında' ki kızı Aslı ve altı buçuk yaşındaki oğiu Aziz de olayla ilgileniyorlar. Şinasi'nin resmini Akis dergisinde gören Aslı diyor ki: Şinasi amcam, böyle hiç güzel olmamış, kel gibi bir şey, Ona söyle de bir daha saçlarını kestirmesin." Altı buçuk yaşında Aziz, durumu Aslı'ya açıklıyor; Şinasi1 nin hapiste olduğunu, saçlarının bu nedenle kesildiğini anlattıktan sonra: " Ama merak etme.."diyor "Şinasiamca hırsız falan değilK gazeteci de onun İçin hapse girdi. Gazeteciler hep hapse gire değil mi baba?" Yıl 1986. Değişmiş birşey yok.. Ya da var. Şimdi yalnız gazeteciler mi hapse giriyor? Profesörler, ba? kanlar, başbakanlar, meslek odaları başkanları, doktorlar, avu^ katlar, sendika liderleri, milletvekilleri... •, Maşallah, demokrasi yolunda epey ilerledik. v. tZ B1RAKANLAR Kurtuluş Savaşı eğitimcisi Ferit Oğuz Bayır Pedagoji Ansiklopedisi'nin 3. cildinîn 455. sayvaşlarına girerek erlıkıen kolağalığma değin yükfasında "... Tbnguç, Türk ilköğretiminin reform selen, okumaz. yazmaz Ali'nin oğtu. 1920'de Oğcusudur. llköğrettm Türkiye'de pek ihmal edllmiş retmen okulunu biıirirken, babasına yakışanı yatl. 1943'te 40 bin köyün 35 blni okulsuzdu; halpıyor o da, çeteci oluyor, arkadaşlarıyla dağa çıkın yüzde 801 okuryazar değildi, 70 bin ilkokul kıyor. Trakya'da Kurtuluş Savaşı onlarla başlıyor. öğretmenine Ihliyaç vardı. Yunan'la savaşıyorlar, bir ara Bulgaristan'a sığıBu duruma göre öğrelmen yetişılrme sorunu nıyor, derken Yunan'a tutsak düşüyorlar. ilköğretimin ana problemlerini meydana getiriyor1921'de Anadolu'ya geçerek Kemal Paşa'nın ordu. Tonguç, bu sorunun çözümii için Köy Ensti dusuna katılıyor. 1923 'te topçu teğmeni olarak teztüleri uygulamasma girifti. Bu ülkü alevlendi... kere alıyor. Bundan sonra Kurtuluş Savaşı coşKısacası köy öğretmeni, Türkiye'nln ekonomik, kusuyla "irfan ordusunda" savaşımını sürdürusosyal ve ktiltürel alanlarda yenilesmesi için bir yor. Foça llkokulu öğretmenliği. Aydın'da, Balıakıncıydı" diyor. kesir'de ilköğretim müfettışliği, Edirne'de, ManiBu akjncıların yelislirilmesinde başta Bakan sa'da eğitmen kursu yöneticiliği ve 1939'dan Hasan Âli Yü'cel, Tonguç ve onun yardımcısı şu 1946'ya değin Tonguç'un yardımcılığı, şube mübe müdürü Ferit Oğuz Bayır, dur durak bilmedürlüğü... den çalışanlardı. Enstitü müdürleri ve yönetici1933'te Seyyar Terbiye Sergisi'nde görevlidir. leri, M. Rauf tnan, Şevket Gedikoğlu, Arif Gönendtk, S. Edip Balkır. I. Sefa Günes. Kemal Üs Tonguç'la mektuplaşırlar. Cumhuriyetin kendi Oz kurumlarını yaratma, eğitim savaşına Kurtuluş tün, Hürrem Arman ve daha niceleri bu savaşıSavaşı boyutu kazandırma çalışmalarına özveriyle mın yılmaz emekçileriydiler. Ferit Oğuz Bayır o dönemin sessiz. ama yorul katılır. Banguoğlu döneminde Bolu Kitaplığı 'na sürülür. DP'nin ilk Milli Eğitim Bakanı Avni Başmak bilmeı kişilerindendir. Sonsuz saygı duyduman'ın emriyle Ankara'daki gorevine döndürüğu m eğitimci bir büyüğüm, "Yasayanları alma" lür. Son görevı, Aıilla llkokulu sınıf öğretmenlidemistı tz Bırakanlar'a. Kişi topluma katkıları ve ği. 43 yıl hızmetlen sonra kendi isteğiyle emekliyapıtlarıyla bir değerse, onu anmak, yeni kuşakye ayrılır. Foça'ya yerleşir. lara tanıtmak için ille de ölumünü beklemek. kanımca bir tür değer bilmezlik olur. Ferit Oğuz Bayır, eğitimimizi yozlaşiıranlara Ferit Oğuz Bayır, yaşamı cumhuriyet dönemi karşı, bugün de gucünce savaşımını sürdürmekmilli eğitimiyle özdeşleşmiş bir eğitimci, bir Kurtedir. Cumhuriyet donemi eğitim çalışmalarını antuluş Savaşı eğitimcisi. 45 yıl süren askertiğinde laıan, belgesel nitelikıe KÖYÜN GÜCÜ (1971) adlı Dömeke, Işkodra, Pilevne, Yemen sabir kitabı vardır. "Muzır Ncşriyat" Aslı, değişikliği Uygulamasıyla Bugün SOMUTta... AQ KAYBMIZ Yüreği, yaşamı boyunca yurt sevgisi ile çarpan, iyiliksever ve delikanlı arkadaşımız, Nöroşirürji Mütehassısı Dr. AHMET CEM YÜCESOY ile Sevgili nji SERPtL YÜCESOY'u bir trafik kazası sonucu yitirdik. Yakınlarına ve tllm dostlarına başsağlığı dileriz. ANKARA TIP'TAN ARKADAŞLARI VE DOSTLARI Bebeğe bakacak yatılı bayan aranıyor. Tel.: 169 78 27 (19.00 21.00) iktisat 1985 Dış Kredi:261 Milyon Dolar IktİMt Banknı Genel MUdürlUk T»l 17? 7000 İMIsat Banknı M«rkw Şub«»l Erkan Sezer. Tel. 172 0511 Iktltat Bankatı Bahçekapı Şubml Ozer Algan. Tel: 522 4809 Iktlut BankMi M«cldly«köy Şubetl Talal Ercan Okutan, Tel 172 5218 IktİMt Bankaıı Kadıköy Şubesi Ada Turna. Tel 338 9B3B Iktlıal Bankası Karaköy Şubesl Tulutj Sıyavuş. Tel 145 7084 Iktltat Bankası Bakırköy Şub«»t Yaşar Debreh. Tel. 570 1680 İktisat Bankası Ankara Şubcsl Unver Gultemır. Tel: 33 08 70 Iktlsal Bankatı Izmir Şubetl Ünen Okşan. Tel 22 62 47 iktisat Bankası Bursa Şubetl Alı Sedat Unal. Tel 230 23 iktisat Bankası Adana Şubesi Halit Ozsoy. Tel 370 07 İktisat Bankası Merıin Şub«sl Atilla Turkkal. Tel. 223 78 İktisat Bankası GazlanUp Şubesl Atilla Taşdelen, Tel 247 18 Ikllsat Bankası Danlzli Şubesi Erol Ergın. Tel 130 10 İktisat Bankatı Iskenderun Şubesi Alı Hıkrnet Dafl. Tel 128 44 İKTİSAT BAIVKASI 1985 yılında İktisat Bankası'nın dış kredileri 261 Milyon Dolara ulaştı. Bu kredi sanayicimizin, ihracatçımızın, ithalatçımızın başarısına hizmet etti. İktisat müşterisini ön plana alır ve kazanır.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle