20 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CUMHURİYET/2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER renip şeyh kılığına giren Ingiliz casusu Lawrence ile işbirliği yapan Arap şeriflerinin topladıkları ku\\etlerle Türk ordusunu arkadan vurarak, oraları savunan Türklerin yenik düşme nedenlerinden birini oluşturduklarını da biliyordu. Ayrıca Türk kültürünun kendi ozbenliğine kavuşamamasının ve yüzyıllar boyunca başia dil olmak üzereArap kültürünun ezici etkisi altında yaşamış olmamızın nereden ileri geldiğinin de bilincindeydi. Belki de Araplar arasında uzun zaman sürgün hayatı yaşamış olan babamın bana: " Araba güven oimaz; onlarda herşey menfaata dayanır. Tovbe tövbe, Allah'la bile pazarlığa kalkışırlar" demiş olması da benim Araplar karşısındaki güvensizliğimin bir nedenini oluşturmuştur. Bunu yazarken çocukluk ve ilkgençlik çağımda birkaç kez babamdan dinlediğim bir fıkrayı anımsadım. İzninizleonu da aktarayım: Develeriyle birlikte uzun yol yaptığı çölde yedek yiyecek ve içeceği tükendiği için çok susayan \e acıkan bir Arap, rastladığı bir vahanın kıyısındaki hurma ağacının tepesine kadar bir çırpıda tırmanıp taze hurmalardan bir haylisini mideye indirmiş. Vücut ağırlaşınca, artık inmek isteyen ve aşağıya bakınca da, gözlerini karartan bir yükseklikte bulunduğunu görüp paniğe kapılarak titremeye başlayan Arap, çareyi Tann'ya yalvarmakta bulmuş ve "sağsâlim" yere inerse, kurban olarak bir deve adamış. Sımsıkı sarıldığı ağacın gövdesinden yere doğru bir süre sıyrıldıktan sonra aşağıya bakıp yerin yaklaştığını görunce deve adağından cayıp gözlerini göğe kaldırarak, "Bir öküz kurbaaan", daha biraz indikten sonra, "Bir koyun kurbaaan", yere çok yaklaşınca, "Bir horoz kurbaaan" ve kumun üzerine atlar atlamaz da ellerini yukarıya kaldınp, "Kurban mâfiiiş..." demiş ve yoluna koyulmuş. Ben bu öykuyü Avrupa'daki öğrenciliğim sırasında aynı yerde öğrenim goren bir Arap gencine anlattığımda güldü ve "yanlış" dedi, "Fıkranın (mâfiş) bölümü yok, Arap kervancı her aşama için ayrı bir kurban adamış; yani Allah'a hem deve, hem öküz, hem koyun, hem de horoz adayarak bu tehlikeden kurtulmuştur." yanıtını verdi. Gülüştuk. Onceki hafta ülkemize gelen Avrupa Konseyi üyelerinden biri, "Avrupa'da uygulanan demokrasinin tıpkısını Anadolu'da kuramazsınız, halkın durumu buna elverişli değildir. Devrim düşüncesinden de vazgeçiniz. Modern, medeni bir devlet olunuz." buyurmuş. "Devrim" dediği, herhalde Atatürk Devrimi olacak. Haberi gazetelerde okuyunca düşündüm: Bu sözler yiız yıllık demokrasi deneyimi olan Türk ulusunun, çağdaş Batı demokrasinini kuramayacağını değil, bunları söyleyenin ülkemizde çağdaş demokrasi kurulmasını istemediğini göstermektedir. Batılıların bir kesimine göre Turkler, Osmanlı döneminde hangi gelenek ve görenekler içinde idiyseler bugün de öyle kalmalıdırlar. Onların bize yakıştırdığı "medeni devlet" elektrik santralları, tüketim eşyası fabrikaları, büyük otelleri, bankaları, oto yolları, holdingler emrinde boyalı gazeteleri olan devlettir. Pierre Loti'den sonra "Türk d o s t u " diye bellediğimiz Atatürk döneminde bir ara ülkemize gelip Türk Devrimi'ni ve toplumsal reformlan yakından • • • 24 MART 1985 görmüş olan Fransız yazarı Ciaude Farrere'in "Les Quatre Dames d'Angora" (Ankaralı Dört Hanım ya da Ankara'nın Dört Hanımı) adını taşıyan bir romanını okumuştum, yaklaşık yanm yüzyıl önce. Bu romanda dört kuşak Türk kadınının öyküsü anlatılıyordu: 1) "Namazında niyazında" yaşlı bir Osmanlı hanımı; 2)Onun,Meşrutiyet döneminde Batı külfiruyle yetiştirilmek istenmiş kızı; 3) Bu Meşrutiyet hanımının, Batılılaşmayı açık başla dolaşmak, iyi çarliston dansı yapmak sanan orta yaşlı kızı; 4) Bu son hanımın, yeniden eski geleneklere dönerek başörtüsü ile gezen genç kızı. Claude Farrere'in bu romanını okuduğumda, Atatürk Devrimcisi bir Türk genci olarak öfkelenmiş, hem bu yazarın, hem de onun öncüsü olan Pierre Loti'nin, Türk ulusunun gerçek dostu değil, her zaman gelenek ve gorenekleriyle kalmasını özledikleri Osmanlı toplumunun romantik hayranları oldukları sonucuna varmıştım. Bu düşüncem değişmemiştir. Bazı sözlerini yukarıya aktardığım Avrupa Konseyi uyesi de herhalde bu Fransız yazarlarının göruşünu taşıyor kafasında. Claude Farrere sağ kalıp da bugün Türkiye'de başları yeşil başörtüsü ile kapalı olarak Kuran kurslanna giden kız çocuklarını ve aynı kılıkla (sıkma baş ile!) üniversite derslerini izleyen yetişkin Türk kızlarını görseydi, yarım yüzyıl önceki kehanetinin doğru çıktığına tanık olarak kim bilir ne kadar sevinirdi. Bilmem ne buyurahm? "Bu da Allah'tan" mı diyelim? N'OT: Bazı konferanslar için tslanbul'dın a>nlacagımdan yazılanma bir sure ara vereceğim. Vakında >ine bultışmak umuduyla. H.V.V. Akıl Yolu HIFZI VELDET VELİDEDEOĞLU Biliyorsunuz, yılda birkaç kez, biıkaç kişiden oluşan yabancı kurullar gelip, AET, IMF, AIHK gibi kısaltılmış adlarla anılan uluslararası kuruluşlar adına bizi denetler. Neymiş? Türkiye'nin son ekonomik ya da siyasal durumu ve insan hakları konusundaki tutumu üzerinde bu kurullarca hazırlanan raporlar, kendilerini görevlendiren kuruluşlarca incelenecek ve bunların ülkemiz karşısındaki tutumları bu raporlara göre karara bağlanacakmış! Bizim kuşak, Atatürk döneminde ve ondan sonra 195O'ye kadar süren zamanda böyle denetleme filan gibi şeyler görmediği için, bunlara bir türlü alışamadı. Gerçek Atatürkçülere göre, bağımsız Turk Devleti'nin yabancı devletlerce oluşturulan kuruluşlar tarafından denetlenmesi aklın alacağı bir şey değildi. Gerçi bu türden denetlemeler anımsıyoruz, ama onlar, Osmanlı Devle*i"r.in son döneminde "Düyunu Umumiye" (Yabancılara olan devlet borçları) yönetimi zamanındaydı ve bu da çoktan tarihe gömülmüştü. Yoksa başka kılık ve adlarla yeniden mi hortlamıştı bu yönetim? Yazılanmda fıkra anlatmayı pek sevmem. Çünkü fıkraların yeri gazetenin aktüalite, eğlence ve güldürü sütunlanndadır. Ne var ki, birkaç yılda bir kez de olsa ve çoğu kimsece de bilinse, kimi zaman fıkranın yeri geliyor. Bugünkü pazar söyleşimizin birkaç yerinde fıkra anlatmak gereği doğdu: Evvel zaman içinde her Tann'nın günü evlerinde pişen kuru fasulye yemeğinden son derece bıkan bir Arnavut genci bir gün "altıpatlar"ını beline sokarak aşçı dükkânına gitmiş. O dönemde tabanca taşımak âdetmiş. Oku>Tip yazması olmayan genç, bu durumu belli etmek istemediği için, aşçı yamağının getirdiği listedeki bir satır üzerine parmağını basarak, bu yemekten istiyorum, demiş. Gele gele bir tabak böğrülce gelmez mi?! Bilindiği gibi böğrülce, kuru fasulyeye benzeyen, ama küçük boyutİu, baklagillerden bir yiyecektir. Bunu görünce öfkeden deliye dönen Arnavut genci altıpatlarını belinden çekip, "More, evdeki yetmedi de, kılık değiştirip burada da karşıma çıktın h a ! " deyip, grav, grav, grav yemek tabağını delik deşik etmiş. (Bu fıkranın bir de "pelte" eki var, ama onu bir yana bırakıyorum.) Zaman oluyor, güzel uydurulmuş bu fıkradaki Arnavut gencinin tutumuna imreniyorum. Ama aklımı kullanıp, niçin önümüze hep fasulye veya böğrülce gelmesinin nedeni üzerinde durmaktan da kendimi alamıyorum. Halkın bir kesimine sorarsanız geçen gün yalnız kaldığımız bir dolmuş şoförünün bana dediği gibi "Bunlann hepsi Allah'tan. O'na asî geldiğimiz için çekiyoruz bu sıkıntıları." Onun bu sözlerini duyunca Nasrettin Hoca'nın önceki yıllarda bir kez daha anlattığımı sandığım şu fıkrasını ammsadım: Hoca bir gün cuma vaazını verirken sözünu, "Ey cemaat, başımıza gelen hayır da, şer de olsa Allah'tandır" diyerek bitirmiş. Yaşamında çok çile çekmiş, birçok haksızlığa uğramış birisi, cemaat dağıldıktan sonra zembilini sırtlayıp çarşıya giden Hoca'yı, hiç belli etmeden izlemiş ve bir köşede sanki kaza ile olmuş gibi tökezleyip Hoca'ya çarparak onu yere düşürmüş ve sonra karşısında elpençe divan durup masum bir tavırla boynunu yana bükerek beklemiş. Ayağa kalktıktan sonra herşeyden önce kavuğunun tozunu silkeleyip başına geçiren, sonra da zembilinden yere dağılmış meyve ve sebzeleri toplamaya başlayan Hoca Nasrettin, ayakta öyîece duran adam a da ara sıra dik dik bakarmış. Ayaktaki "Hoca Efendi, bana niçin öyle sert bakıyorsunuz? Biraz önce camideydim. Vaazın sonunda 'Her şey Allah'tandır' demediniz mi? Bu da işte Allah'tan oldu, benim suçum yok." deyince Hoca hemen, "Allah'tan olmasına Allah'tan ama hangi 'p...'i memur etti diye bakıyorum." yanıtını yapıştırmış. Fıkrayı dolmuş şoförüne anlatmaya vakit kalmadan yerim geldi, indim. * * • Yine Birinci Dünya Savaşı'nı yaşamış olan bizim kuşak, Araplara karşı pek sempati beslemez, onlan güvenilir bulmaz. Atatürk de onlar karşısındaki devlet politikasını hep bu güvensizlik noktasını göz onünde bulundurarak kurmuştu, çünkü Birinci Dünya Savaşının sonlannda Irak ve Suriye çöllerinden geri çekilmek zorunda kalan son Osmanlı birliklerinin komutanı olarak, Araplann çok yorgun ve bitkin düşmüş Mehmetçikleri birtakım baskınlarla nasıl arkadan hançerlediklerini yakından görmüştü. Daha önceleri de, Arapça öğ PENCERE Zenginlik Soranu... Padişahların, sultanların, kralların yaşayışları üzerine söylenceler dilden dile, kuşaktan kuşağa aktarılır. Ne kadarı doğrudur, ne kadarı yalandır, bilinemez. Kimi padişah, sakalına inci dizdirir, sarayının duvarını samur kürkle kaplatırmış; kimi sultan her gece binbir gece masalı yaşarmış; kimi kralın av partileri küçük bir savaşın kalabalığı ve gürültüsüyle yapılırmış. Kadın, içki, oyun, müzik, muhabbet, debdebe, tantana derken padişahların da, kralların da tantuna gittiğini biliyoruz. Şimdi Avrupa'daki kralların harcamalarını parlamentolar bütçe yasalarında saptayıp denetliyorlar. Doğu'da ilkel krallıklar tek tük var, ama onların da sonu yaklaşıyor. Buna karşılık çağımızda sermaye kralları yaşamaktadır ki, onların da hayatına ilişkin söylenceler veya haberler gazetelerin dedikodu sayfalarına yansıyor. Mürettebatı güzel kızlardan oluşan ve elektronik aygıtlarla yönetilen özel gemisiyle sıcak denizlere açılan parababasının öyküsünü basından izleyen çoğu kişinin hayalleri kanatlanır, ıstekleri kabarır: Ah, ben de zengin olsam... Oysa dünyada herkes zengin olamaz. Zenginlik yoksulluktan türediği için, kiminin zengin olması çoğunluğun fakir olmasıyla gerçekleşebilir. Efendilikle kölelik gibi, iki yanlı bir bütünlük içinde zenginlikle yoksulluk anlam kazanır. Efendinin ya da zenginin bulunmadığı yerde köle ya da yoksul yoktur, kölenin ya da yoksulun bulunmadığı yerde efendi ya da zengin yoktur. * Egemen güçlerin felsefesiyle çoğu kişinin beyni yıkandığından yaşadığımız dünyada yoksullar bir sorun gibi görülürler. Küçükten beri "yoksullara yardım" düşüncesi benliğimize işlemiştir Yolda bir dilenci yanımıza yaklaştığında. içimizde bir hesaplaşma başlar: Sadaka versem mi? Soru işaretleri birbirini izler: Acaba adam gerçekten muhtaç mı? Yoksa dilenciliği zanaat mı edinmiş? Vereceğim parayla ekmek mi alacak, yoksa gidip içecek mi? Dilencinin sağhğını düşünmeye başlarız. Bir gün yanımıza yaklaşan dilenciye para vermeye hazırlanırken, arkadaşım uyarmıştı: Verme !... Neden? Leş gibi rakı kokuyor... Daha iyi değil mi; adamcağız bir kadeh de bizden içsin... Değer yargılarımızın bozukluğu her alanda kendisini gösterir, dilenciliğin kökenini araştıracağımıza, adamın özel yaşamına karışır, alacağı parayı ne yapacağını düşünmeye başlanz. Oysa bırakın böylesine kişisel ilişkileri, ülkeden ülkeye ilişkilerde bile artık ortalık aydınlanıyor. Bugün Etiyopya'daki açlığın orada yaşayan insanların suçu olduğunu kim söyleyebilir? Etiyopya halkının tümü de tembel mi? Hayır. Afrika'daki açlığın bu zengin anakaranın yağmalanmasından kaynaklandığını artık Batılılar da yadsımıyorlar. Demek ki, sorun yoksullardan değil. zenginlerden kaynaklanıyor. "Zenginler Kulübü" bugün istese, beş Etiyopya'yı doyurur. Zenginler, yaşadığımız çağda kişi olarak ya da devlet olarak gerçek bir sorun yaratıyorlar. Yoksulların bu sorunu çözmeleri gerekiyor. Ne var ki, kısa sürede çözüm olanaksızdır, uzun sürede ise sorunun çözülmemesi olanaksızdır. Çünkü yoksulların dünyasında zenginler mutlu olamazlar. ABD ya da IMF patronlannın dertleri pek büyüktür. Kolay değil dünyanın orasında burasında patlayan olaylan bastırmak, sistemi koruyabilmek, yoksullar zenginler düzenini bozmadan işleri yürütebilmek... Her yerde ayaklanma, iç savaş, bölgesel savaş, başkaldırma, darbe, devrim, karşıdevrim, çatışma, sürtüşme... ABD istediği kadar "Yıldızlar Savaşı'na hazırlansın, asıl savaş yeryüzünde süregeliyor. Yazımı zenginlerin yaşamının pek tamah edilecek bir şey olmadığını söyleyerek bitirmek istiyorum. Sosyai devlet ve sosyal adalet anlayışı bu sorunu uygarca çözmek, aşırı zenginliği toplumsal önlemlerle eritmek için icat edilmiştir. Buyöntemi benimsemeyen ülkelerde patlamalar oluyor. Fatlamalara gebe ülkelerde de parababalar, çevrelerinde sürekli düşman arayarak hep öfkeli, hep tedirgin bir yaşam sürüyorlar. İki günlük ömür için değer mi? OKTflY AKBAL EVET/HAYIR Babıali'nin Anı Defteri... Yıl 1947 idi. Bir ölüm haberini vermek için 'Vakit' gazetesine uğramıştım. Geceydi. Her yer karanlık. Basımevinin labirente benzeyen merdivenlerinden, cxjalarından, kapılarından geçerek yazı işleri müdürlüğünü arıyordum. Yakınım ki büyükbabamdı o akşamüstü ölmüştü. Telaş, üzüntü içindeydim. Birden loş bir koridorda bir adam karşıma çıktı. Yureğim ağzıma geldi! Korkunç bir yüzü vardı adamın... Üstüme üstüme geliyordu. Geri çekilmeye başladım. Durdu, şunlan söytedi: "Bir resminizi ve el yazınızı istiyorum beyfendi. Ne zaman lutfedersiniz? Ben Reşit Halit..." Gerisini anımsamtyorum. Peki deyip kaçmış olmalıyım! Sonra ne zaman bilmiyorum bir resim ve bir kaç satır yazıp kendisine verdim. Herhalde 50'lerde, ya da 6O'larda... Belki de bir kez daha beni görmüş, ya da biriyie istetmişti bu resmi ve el yazısını... Sorarak öğrenmiştim bu kişinin kim olduğunu: Babıali1 nin emektartarından Reşit Halit Gönç'müş... Gençyaşlı Babıali'de kim varsa hepsinin resmini ve ei yazısını toplarmış. 1947'de ki ilk kitabım daha yeni çıkmıştı, Vakit'te de ancak bir kaç yazım yayımlanmıştı beni de elyazısı saklamaya değer bir 'yazar' saymış bu kişiden niye öylesine korktuğumu bir türlü anlayamadım. Bunu o günkü ölüm olayının bende yarattığı etkiye verdim. Yıllar geçti. Gönç'ün koleksiyonu zenginleşti. Benden daha gençlerin de resim ve yazılarını toplamayı sürdürdü. 74 yaşında ölen bu ilginç kişinin titizlikle hazırladığı koleksiyon uzun zaman gün ışığına çıkamadı. Neyse ki İstanbul Gazeteciler Cemiyeti bu koleksiyonu kitap halinde yayımladı. Derlemeyi gazeteci arkadaşım Ayhan Yetkiner düzenlemiş. Başarılı bir çalışma... Kimler yok ki? Gençlik resimleri, gençlik el yazılarıyla... Kimler neler dememiş, neler yazmamış? İşte Ercüment Ekrem'in yazdıkları: "Resim ve yazı toplamaktansa para toplamak daha iyidir. Hele aklını başına toplamak her şeye müreccahtır." Reşit Halit Gönç'ün tutkusu buydu. Yetkiner'in deyişiyle "Bu yokuştan gelip geçmiş binlerce adsız ve renklirenksiz kişilerden.." biriydi o... Abbas Parmaksızoğlu da şoyle yazryor: "Geçmişinden söz etmeyi sevmezdi. 1892'de doğduğunu, tanınmış bir aileye mensup olan Mehmet Halit beyle Reşide hanımın tek oğlu olduğunu, tahsilini Fransız mektebinde, daha sonra Paris'te tamamladığını, arada sırada beraber olduğumuz Eminönü Balıkpazarı meyhanelerinde yarı sarhoşken anlatırdı... Çocukluğunda çok yakışıklı olduğunu söylerdi. Fakat kader, onu feci bir kazanın kurbanı yapmış, çenesi kırılmış, adamakıllı so)a çarpık olarak kaynatılabilmişti. Bana öyle geliyor ki Reşit Halit bu kazayı ve mahkum oldugu çirkinliği asla hazmedememiş, karamsarlık ve bedbahtlıkla bu işe, meşhurların elyazılanyla fotoğraflannı toplamak gibi güç, nankör olan bu işe kendini kaptırmıştı." Gönç'ün koleksiyonu Yunus Nadi ile başlıyor. Halide Edip "Varlık bir kuruntu, bir hayal, mütemadiyen uçan ve açan gölge kafileleri" demiş 1925'te... Aka Gündüz 1931'de "İşte size iki satırlık bir yazı, ki hayatım gibi manâsı yok"; Çetin Altan 1960'da "Kapılandığımız kapının adt büyükse de insafı küçüktür"; Aziz Nesin 1947'de "İkimizin de menfaatine aykırı olduğu halde, benim kafam senin çenen aynı tarafa dönmüş"; Nazım Hikmet 1931'de "Düşündüm taşındım buraya hiçbir şey yazamadım. Bu cümleyi bile yazmak acayip geldi"; Sait Faik 1946'da "Yazı yazmak kadar güç bir şey yokmuş"; Zekeriya Sertel 1934'te "Bu irade kuvvetini daha iyi bir şeye sarfetmek mümkün değil midir?"; Nizamettin Nazif 1933'te "Dostça bir nasihat. Vur anam. Önüne kim çıkarsa durma vur" demiş... Daha nice yazar, gazeteci Gönç'ün koleksiyonuna elyazılarıyla bir şeyler yazmışlar... Şairler de dizeler çiziktirmişler. İşte Yahya Kemal: "Kâm almadık misafiretinden bu âlemin Cananla meyle son günü Ey mevt sendeyiz"(i934)... Abdülhak Hâmid: "Ermek ister ise adem, iremi mağfirete Kimseyi kırmayarak gitmelidir ahirete"(1930)... Faruk Nafiz: "Bir diyarda almazsa herkes hakkını Herçekilen hançerin boş kalacaktır kını"(1931)... Halit Fahri: "Biraz yorgunsa da elimde sazım Size bir hatıra resmimle yazım"(1932)... demiş... Behçet Kemal Çağlarda 1949'da resminin altını, "Çok resim imzaladık, güzel için genç için İşte bu resmimiz de Reşit Halit Gönç için" diye yazmış... TEŞEKKÜR Geçirdiğim rahatsızlık sonucu ameliyatımı başarı ile gerçekleştiren, başta Sayın ZİYA BAYKAEa Dahiliye Mütehassısı Ameliyat sonrası yakın ilgisini esirgemeyen Ebe Hemjire Şehri BAYDAR'a, Aynur YARIŞ'a, Yasemin GÖKCU'ye ve İSTANBUL KLÎNlĞİ personeline sonsuz teşekkürlerimi sunarım. NURPERTOMRL'L YEĞİN Opr.Dr. YAVUZ ERYILMAZ'a TEŞEKKUR ŞUSADIKÇA YAZKO'DA MART YASEMİNLER TÜTER Mİ HÂLÂ? Roman EFESPHSEN "Blra" bu kopa^ın altındadu. Kardeşim Geçirdiğim rahatsızlık sonucu tedavimi başarı ile yürüterek yeniden sağhğıma kavuşmamı sağlayan SSK İstanbul Hastanesi Örtopedi Servisi'nden başta sayın, Dr. Zafer DOĞAN olmak uzere Dr.Lütfi AKYOL'a, Dr. Nuri ÇÖL'e, Dr. Bekir Sami Kıray'a, tedavim süresince yakın ilgisini esirgemeyen ve ilk müdahaleyi yapan Hariciye Servisi uzmanlarından sayın, ALEV ALATLI Sezgi Küçükyalçın'ın tki yaşına gırdiğini dost ve yakınlanmıza müjdelerim. Op. Dr. Güngör ALKAN'a sonsuz teşekkürlerimi sunanm. Huseyin AVUÇ ABDÜLKADİR BULUT SEN TEK BAŞINA DEĞİLSİN Şiir Ezgi Küçfikyalçın 22.3.1985 ŞİŞLİ TERAKKİLİLER Geleneksel "Talaş Böreği Günümaz" 31 Mart 1985 pazar günü saat 10.30'da yapılacaktır. Okulumuzda buluşalım. FETHİYE'ye TAKSİTLE 23 NİSAN GEZİLERİ RAlF ÖZBEN SEVGİNİN AKTIĞI YER Şiir fciur 'İŞBİRLİĞ1" Ziya Gökalp Cad. 13 Kızılay Ankara / TURKEY (9.41) 31 78 83 31 97 09 Telex: 42 321 ktx tr 147 KAN DAVASININ KyRUTTUĞU KÖY ALTISÖĞÜT Röportaj ALÎ HAYDAR NERGİZ EVINIZIN MUTFAĞINIZIN DOSTU RUHŞAL EVRİM Dergisi örnek sayı isteme adresi: P.K. 38 Sirkeci/İSTANBUL Yeni LÜTFÜ OFLAZ BİR MAHKÛM Anı EROL TOY İMPARATOR Roman YAZKO Bayilerindc. ÖdemeU isteme adresi P.K. 442 Sirkeci tstanbol ANKARA PAZARLARI ANKARA GIDATIC.ve SAN A S. • GÖRSEL YAYINLAR, Aktif satışta çahşacak elemanlar, Gruplu menajerler aranıyor. ADRES: Valikonağı Cad. Kuyulubostan Sok. No. 3/2 Nişantaşı. Telefon: 146 80 46
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle