26 Nisan 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
1 Şubat 1937 CUMHlAvİYET Sokağa atılan paralar ÇELENK VE BUKETLER Bunlara ödenen binlerce lira ile içtimaî yardım bakımmdan çok hayırlı ve çok geniş mikyasta işler yapılabilir «Türkiye çok mühim bir unsurdur» Hatay anlaşması Fransa ile Türkiye arasında sağlam bir bağdır Sancak davasının ilk günlerinden itibaren, daima lehimizdeki neşriyatile bu davayı Türkiye bakımmdan müdafaa eden Pariste münteşir haftalık La Tri bune des Nations gazetesi, en son nüshasmda, İskenderun meselesinin Cenevre de hüsnü suretle neticelenmiş olmasını memnuniyetle karşıladığı bir makalesin de ezcümle diyor ki: «Bazı bazı, diplomatik yollardan halline imkân bulunamryacak hissi hasıl o lan çok nazik bir mesele halledilmiş ve Milletler Cemiyetinin prestiji kuvvetlen miştir. Bu muvaffakiyetin sebebi de, İngiltere ile Fransanın müştereken hareket etmiş olmalarıdır. Konseyin Fransız tezini haklı çıkar • dığını farzedersek, bu yolda bir karar, Türkiyenin, Milletler Cemiyeti hakkın da derin ve devamlı bir infial besleme sine, Türkiye ile Fransa arasındaki münasebetlerin aşırı derecede bozulmasına sebeb olacaktı. Halbuki, Fransanın vü cude getirmek istediği kollektif emniyel sistemi için Türkiye çok mühim bir un * surdur. Yeni Boğazlar mukavelesi meriyet mevkiine girdikten sonra, Fransanın, Romanya ve Sovyet Rusya gibi Kara • deniz sahildarı devletlerle akdettiği karşılıklı yardım paktlarının tatbik edilme sinde Türkiyenin büyük bir dahli ve tesiri bulunduğunu söylemek mübalâğa sayılmaz. Konseyin, Türkiyeye hak verdiğini farzedersek, bunun da, Suriyede ve a lelumum Arab âleminde ne gibi neticeler doğuracağı malum değildi. İşte bu mülâhazalarla, Milletler Ce miyeti hukukî çerçeveyi bırakarak siyasî çerçeve dahilinde hareket etmiş ve hâ kim değil barıştıncı bir rol oynamıştır. Ayni gazetede, haklı davamızı çok kuvvetle müdafaa eden Gerard Tongas imzasile çıkan diğer bir makalede, İskenderun ve Antakyanın, esas itibarile Türk olduğunun zaten malum bulunduğu zikredilerek deniliyor ki: «Türklerin Hatay adını verdikleri bu mıntaka tarihen Türktür. Hititler, burayı, medeniyetlerine merkez ittihaz etmişlerdi. Milâddan üç bin sene ewl Sü mer şehirlerile ekonomik münasebetler idame eden bu vilâyet, bugün dahi, büyük bir Türk ekseriyetile meskundur. Bu Türk ekseriyeti, birçok eşyalara ve ırk değişikliklerine maruz kalan bu yerlerde, özünü asla kaybetmemiştir. İlmî heyet ler ve tahkikat heyetleri bu noktayı daima tahkik edebilirler. Hatay toprakları o kadar bariz bir Türk vasfı taşır ki, en sathî görüş sahibi bir kimse bile, bu hususta coğrafî veya ırkî tetkikata lüzum olmadığını kestirmekte güçlük çekmez. Nasıl olur da, Türklerin Suriyelilerin hükmü altında yaşıyabilecekleri akla gelirdi? Bilhassa nasıl olur da, Türkiye Cumhuriyeti, ırk kardeşlerinin hürriye tini temine, 1921 tarihli Fransız Türk anlaşmasının tatbikını istemiyecek kadar lâkayd kalırdı? Fakat, Fransa hükumeti, Türk mat buatırun şiddetli neşriyatı karşısında, Türkiyenin, millî dava telâkki ettiği bir meseleyi, mutlaka âdilâne bir tarzı halle bağlamağa karar vermiş olduğunu idrak etti ve her iki tarafın da menfaatini gö zetmek suretile esas üzerinde bir anlaşma yapıldı. Bu anlaşma, Ankara ve Paris hüku metlerinin tasdikına iktiran ettikten son ra, Türk Fransız dostluğunu hiç şüp ~ hesiz takviye edecektir.» kıntıya kürek çekmiyeceğiz. Halkın içinde yaşamak.. O ne büyük kuv\'ettir biliyor musun? Onun sevgisine dayanmak ne büyük kuvvettir! Dostu, hâlâ birşey anlamamış gibi hareketsiz duruyor. Kundurasınm ucile toprakta kederli çizgiler çiziyordu. Demir sözünü bitirdiği zaman birşey söyleme den endişeyle baktı: İnanmıyor musun?.. diye onu sarstığı sırada Aydın dudaklarını ısırıyor ve kudretini aşan bir işi yapmağa mecbur olanlar gibi azab içinde kıvranıyordu: Ne diyeyim? Hiçbir şey söyliyecek halde değilim.. Sonra, Demirin eline sarılarak: Allah aşkma bunlardan bahsetme! Bu kadar dostluk gösterme. Bunlara lâyık değilim. Biz bu dostluğa lâyık değiliz. Sana görünmeğe bile sıkılıyorum. Demir, yeni plânlarının heyecanına kendini öyle kaptırmıştı ki, ilkönce onun ne demek istediğini anlamadan sözüne devam etti: Öbür kıyıda. Bütün hedefimiz öbür kıyıda olmalı! Bunu çok geç farkettik. Fakat henüz vakit geçmedi. Oraya gideceğiz! Aydın, başı elleri arasında ümidsiz AĞAÇ SAĞLIĞI Yamrı yumru şehir abiat, hiç şüphe yok ki, İstanbulu özene özene yaratmıştır. Avrupa ile Asya bu güzel şehirde yanak yanağa ve dudak dudağa gelir. Yeryüzünü güzelleştirmek için tabiatin bulabildiği bütün vasıtalar İstanbulda toplanmıstır: Tepe, bayır, kıvrıntı, düzlük, deniz, koy, liman, burun, dil, akıntı ve herşey!... Bu bir yerde toplanan ve birbirini tamamlıyan güzelliklerin boliuğu önünde ressamlar şaşırır, şairler şaşınr, seyyahlar şaşırır. Fakat şehrin sahib ve sakini olan bizler, bütün bu güzellıkleri hırpalamak için adeta yarış yapar, dururuz. En büyük kusurumuz, suçumuz ve hatta günahımız yapı işinde tenasüb ve tenazur kaidelerine, riyazî ve bediî ahenge riayet etmemektir. Bu yüzden güzel istanbul, yamnyumru bir şehir olmuştur. Şimdi penceremden sağıma bakıyorum, acıklı bir nisbetsizliğin yapı şeklinde uzanıp gittiğini görüyorum. Çirkinlikte bile tabiatin müsamaha temin eden bir ahenk takib ettiğinden de ibret almamışız, her mikyası isyan ettirecek bir ahenksizlikle evleri sıralamışız. Sola bakıyorum: Ayni hal!.. Eskiden kânunlar da bu günahm işlenmesinde âmil olmuş. Elime geçen ferman şeklinde bir kanun suretinden anlıyorum ki bediî tenasüb vecibesi vaktile son derece ihmal edilmiş. Metni gibi üslubu da kanşık olan bu kanuna göre İstanbul evlerinin yüksekliği sahibinin mezhebine bakılarak tayin ve esas itibarile iki had üzerine tesbit edilmek lâzımdır.' Müslümanlar on iki, gayrimüslimler on zira'dan yüksek ev yaphramazlar. Fakat reaya tayfası e v yaparken yükseklikte kaybettiklerini genişlıkte ve teferruatta kazanmak için tahtaboşlar, çatı aralan, cihannümalar yapmak yolunu tuttuklanndan kanun o taşkınlıklarm önünü almağa savaşıyor ve birçok kayidler koyuyor. Bunların arasında yeniden yapılacak evlerin, dükkânlann ve sairenin dış taraflan ve kalafat saçaklan tahta kaplama ve karasaçak değil, halis horasandan kârgir sıva olmak, ocaklarda künk kullanılmasına müsaade edilmiyerek onları tuğladan ördürtmek gibi maddeler vardır. Fakat şehirde yamnyumruluk vücude getiren yükseklikte bediî ahenk meselesi gene mühmel!.. Bu kanun (1817) yıhnda çıkmışsa da padişah yasağı olduğu için yürümemiş, yerini âdete, an'aneye bırakmıştır. Sonradan çıkan veya çıkarılan iradeler, fermanlar da üçer beşer gün yaşayıp nisyan köşelerine çekildiklerinden ev yüksekliklerindeki ahenkşizlik devam edip gitti ve bu hal, canım İstanbulu yamnyumru bir sehir haline koydu. Apartıman devrinde ise zincirleme kanburlar küçük mikyasta bir alp silsilesi gibi şehrin belkemiği sayılan yerlerde sıralanıp kaldı. Son zamanlarda Belediyenin aldığı sert kararlara rağmen bu şehirde bediî bir tenasübün vücud bulabilmesi asırlara bağhdır. İnsanın bu hakikati görünce: Ne kadar âlemt devretse sipehr Bulmaz Istanbula benzer bir şehr Çam ağaçlarını saran Kese böceklerî Çok tahribkâr ve zararlı olan bu böceklerle mücadele etmek mevsiminde bulunuyoruz T Stokholmde çelenk paralarile yapılıp içinde ihtiyarların bakıldığı «Çiçek vakfı apartımanları» Bugünkü bahsimızde ıncelemek istedığim mesele belki bazı kimselerin hoşuna gitmiyecek, belki de biraz canlannı sıkacak! Tenkid her nedense pek sevilmez. Yalniz önceden şunu söyliyeyim ki memleketin hayrı için söylenen sözleri kızmadan dinlemek, makul olanları kabu' etmek, safsatadan ibaret olanlara omuz silkerek saçma! diyip geçmek en doğru bir harekettir sanırım. Şimdi lutfen dinleyiniz: Umumî Harbden evveldi sanırım, Istanbulda bir kaza kurşununa kurban giden zengin bir katolik ailesinin evlâdının Beyoğlunda cenaze merasimine tesadüf ettim. Alay çok muhteşemdi. Sağlı sollu iki yüz kadar insan ellerinde mutena çi" çeklerden yapılmış çelenklerle aheste, aheste ilerliyorlar, ortalarında siyah burnozlara bürünmüş dört at koskoca bir çiçek buketi halini almış cenaze arabasını çekiyordu. Mübalâğasız beş yüzden fazla çelenk vardı. Her çelengi en az yirmi Iiradan hesab etsek on bin lira eder! Omrü nihayet bir haftayı geçmiyecek olan bu süslii renk, renk çiçeklerle donatılmış çelenklere sarfedilen para hiç şüphe yok ki ölüye karşı akrabaları nm, dostlannın bir saygısının canlı bir ifadesi idi. Fakat bence bu para sokaga atılmıştı. Gene bundan on beş on altı yıl evvel di. İstanbulda Modada oturan zengin bir İngiliz tüccarı kızını evlendiriyordu. Düğün Perapalasta oldu. Davetliler arasında ben de vardım. Danslar, eğlenceler başlamadan evvel misafirleri sağ tarafta dibdeki büyük salona götürüyorlardı. Bu salon adeta bir cennet bahçesi halini almıştı! Duvarlar, masalar, zemin her taraf binlerce çelenk]e donanmış, sağa bak çiçek! Sola bak çiçek! Lâleler, zümbüller, karanfiller, zambaklar, güllerden yapılmış binlerce buketler. Hepsinin üzerinde mavi, yeşil, kınmızı kordelâlarla asılmış birer küçük kartta gönderenlerin isimleri yazılı idi. Bu iki zengin ailenin dostlan, tanıdık" ları bu şerefli ve hayırlı günü tes'id için irina ile hazırlanmış olan buketleri, çelenkleri göndermişlerdi. Gene mübalâğasız o gece o salonu dolduran bu nadide çiçeklere en az dört beş bin lira sarfedilmişti. İşte sokağa atılan bir para daha! Biz Türklerde ötedenberi düğünlerde yeni evlileri tebrik için çiçek yollamak veya hediye vermek âdettir. Hatta Anadoluda konukomşunun bu hediyeleri yeni yuvanın çeyizini teşkil eder. Fakat birkaç sene evvel İstanbulda zengin bir Türk ailesi kızını evlendirdi. Düğün Perapalasta oldu. Sizleri temin ederim gelen çelenkler bir salona sığmamıştı. Gene ayni merasimle bize bu çiçek panayırını seyrettirdiler. İnsan kendıni orada Vıyana daki Roçild'in bahçelerinde sanıyordu. Arkadaşım, benim alık, alık baktığr mı görünce: Ne buyrulur? dedi. Hiç düşünmeden: İsraf! dedim. Bizde ölülere karşı son hürmet vazifesini ifa için kabrinin üstüne gül, menekşe dikmek âdettir. Arabistanda kabir lerin üstüne çiçek demeti koyarlar. Fakat cenazelerimiz gayet sade kaldırılır ve son uzletgâhma ya omuzda, ya el üstünde götürülürdü. Son zamanlarda yani dört beş senedir, bu çelenk koymak modası bizleri de sardı ve en yüksek mevki sahibi olan bir zatın ölüsünden en mütevazı bir cenazeye kadar çelenk gönder mek âdet sırasma geçti. Bundan dört beş ay evvel İstanbulda vefat eden kıymetli bir doktor arkada şımm ölüsünü ebediyet yurduna götür müştük. Dostlan, tanıdıklan yüzden fazla çelenk göndermişlerdi. Bütün bu çeşid çeşid, renk renk çiçeklerle süslü çelenkler mezann her yanını donatmıştı. Orada da düşündüm. Uç gün sonra bu çiçekler solacak ve çelenklerin üstünden yolunacak, ince tellerden yapılmış olan çelengin iskeleri mezarcılar tarafından Sabuncaki'ye satılacak, bugün bir ölüyü selâmetliyen o çemberler, yann bir gelin alayınm önünde gidecek. îsraf! İsraf! Gene israf. Halbuki İsveçte bu âdetin kaldırıldı ğım ve ölülere veya yeni evlilere gönderilen çiçek paralarile koskoca bir darülâceze kurulduğunu bundan on yıl kadar evvel Pariste çıkan bir mecmuada okumuştum. Bundan iki ay evvel îsveçin Ankara elçisine bir mektub yazıp bu (çiçek aceze yurdu) hakkında malumat istedim. Nazik dostum Stokholm'a arzumu bildirmiş, geçen gün bana bu kıymetli müessesenin bütün teferruatmı ihtiva eden yazıları, resimleri gönderdi. Orada cenazeye veya gelinlere gön derilen çelenklerin, buketlerin paralarını bir teşkilâta veriyorlarmış ve bu toplanan çiçek paralarmdan mükemmel bir âcizler yurdu kurmuşlar. Çahşamıyacak kadar yaşh ve bakılmağa muhtac kimseler o darülâcezede son günlerini rahat geçirebiliyorlarmış. Uç günde solan çiçeklerin yerine bir kaç bin ihtiyara bir melce kurmak elbette daha faydalı ve daha hayırlı bir iştir. Bu teşkilâtın nasıl kurulduğunu gelecek makalemde anlatacağım. SELtM S1RR1 TARCAN Bılmem bundan on gün kadar evvel gazetelerde İstanbul Ziraat Müdürlüğünün çok yerinde ve mühim bir ilânı gözünüze çarptı mı? Bu ilânda «İstanbul ve havalisinde çamlara ârız olarak büyük tahribat yapan (çam kese böcekleri) nin ağaclardan ayıklanması tavsiye edilmekte idi. Bu mevsimde çam ağaclarma dikkat ederseniz bunlann bilhassa cenuba maruz yüzlerindeki dalların ucunda bir takım keselerin belirdiğini görürsünüz. İşte çam kese böceği narrn verilen bu çok ziyankâr böceğin ne olduğunu okuyucularımıza bu yazımızla anlatacağız. Memleketimizde en çok çamlara ânz olarak büyük ziyanlar yapan haşerat arasında çam kese böceği büyük bir yer almaktadır. Bu haşere çam ağaçlarını yalniz yapraksız bırakmakla kalmaz, ayni zamanda ağacları çok zayıflatır. Hiç şüphesiz bünyesi zayıflamış ağac lar da tıpkı insanlar gibi en küçük hastalıklardan bile çarçabuk müteessir olur. Bundan başka kese tırtıllarile is tilâ edilmiş ağacların altmda oturanlar bir takım kaşmtılara da tutularak ra hatsız olurlar. Zaten az ağaca malik olan güzel İstanbulumuzda birçok çam ağacları da bakımsızlık yüzünden günden güne mahvolmaktadır. Mahvedici sebebler içinde bilhassa bu kese tırtıl ları ağacların ölümünde büyük âmil oluyorlar. Bu tırtıllarla mücadeleyi maalesef yalniz Ziraat memurlarma bırakıyoruz. Halbuki bu haşaratla mücadelede hal kımızm büyük yardım ve himmetinin inzimamı da lâzımdır. Aşağıda anlatacağımız gibi mücadelesi en kolay ha şerattan biri de bu kese tırtıllarıdır. Yalniz küçük bir himmet ve elbirliğile çalışma her şeyi halleder. Çamlar birçok orman ağacları içinde birinci derece kıymet ve ehemmiyeti bulunan ağaclardandır. Çam ağacları nın orman sanayiinde ve diğer sanayide de kıymet ve ehemmiyeti pek bü yüktür. Hele ev bahçelerini süslemek, şehirleri ağaclandırmak, bilhassa sıhhat üzerine pek faydalı tesirler yapmak bakımmdan gördükleri hizmetler çok kıymetlidir. Birçok sanatoryomlar çamlıklar arasında yapıldığı gibi köşk ve ev bahçelerine süs makammda dikilen ağacların başında gene çamlar gelir. Çamlıklarm havası ve neşrettikleri reçineli kokular gerek teneffüs cihazı ve gerekse sinir cümlesi üzerine çok faydalı tesirler yapar. Bununla beraber bir çok ağacların yetişemedikleri fena topraklarda çam yetiştirmekle bu gibi gayrimüsaid toprakları kıymetlendirmek, işe yarar bir hale koymak mümkündür. Çam ağaclarının faydalarını saymakla bitiremeyiz. Bunlar hakkında dünya ağaclama literatürlerinde cildlerle ki tab bulabilirsiniz. İnsanlara bu kadar büyük hizmetler gören bu ağacları tahrıb eden böceklerle mücadele etmeyi duruyordu. O kadar dalgındı ki, son söylediklerini duymamış denebilirdi. Demir, daha şimdi farketmeğe başlamıştı. Şüphesiz, bu alelâde bir kayıdsızlık değildi. Bu sırada o, dünya kadar eski bir hâdiseye insan ilk defa dikkat ettiği zaman nasıl bir harıka karşısındaymış gibi hayrete düşerse, ayni suretle onu hayret içinde seyrediyordu. Artık yavaş yavaş dalgın ve düşünceli tavn, ve hele en sonra söylediği o anlaşılmaz cümleleri gözünde mâna kazanıyordu. Ne söylüyorsun dostum? diye onu sarstı. Aydın, başını kaldırmadan, ağlar gibi söylüyordu: Biz dost olamayız. Eli sıkılacak insan değılız biz! Bir cocuk kandınr gibi seni oyaladık. Pervane gibi etrafında dolaştık. «Sana inanıyoruz, arkandan geliyoruz!» dedik. Uçurumun kenarına kadar hep seninle beraber olduğumuzu bağırdık. Fakat yalan!.. Her zaman seni alçakça vurmağa hazırdık. Demir, onun boğuk sesle birbiri ardından söylediği şeyleri nasıl karşılıyaca ğını bilemeden, şaşkın dinliyordu. Ay dın, bir müddet sonra ayni tonla başladı: İnanmazsın!... Fakat, sabrede Güzel Adalarda bir çamlık bir mecburiyet olarak değil, zevkli bir vazife bilerek ifa etmeliyiz. Çam ağaclarma ârız olan kese böceği, haşeratm (pullu kanad = Lepidoptera) sınıfına mensub bir kelebektir. Fennî ismi: (Thaumetopoea pitiocampa schiff) veya (Cnethocampa pityocampa) dır. Bu böceğin bir çok çam nevileri içinde sarı çam, Haleb çamı, sahil çamına daha ziyade ârız olduğu görülür. Kelebekler, İstanbul ve havalisinde temmuz nihayeti, ağustos ayı içinde uçuşmağa başlarlar. Dişi kelebekler çam yaprakları üzerine bu aylarda yumurtalarını koyarlar ve yumurtalarım çam yaprakları etrafına yüksük gibi dizer ler ve üzerlerini zamklı bir mayile örterler. Yumurtalar teşrinievvel ortalanna kadar inkişaf eder. Meydana çıkan küçük tırtıllar hemen en yakın yapraklara hücum ederek yemeye başlarlar. Tırttıllar bidayette küçük olduklarmdan yaprakların yumuşak kısmını yerler, orta damarlarmı bırakırlar. Büyüdük çe bütün yaprakları yerler. Tırtıllar yapraklara ancak geceleyin hücum ederler. Kânunlar gelip havalar soğumağa başlayınca tırtıllar oldukça büyümüş olduklarından, bu sefer çam dallarınm uç taraflarmda ipekten, büyük, mah rutî şekilde kuvvetli keseler örerler. Soğuklarda bunların içinde toplu ola rak saklanırlar. Ancak kışm çok müsaid havalarında bu keselerden sürü halinde çıkarak yapraklara hücum eder ler. Kışı geçirmek üzere ördükleri bu keselerin dip taraflarmda kapı vazifesini gören bir delik bırakırlar ve daima bu delikten girip çıkarlar. Her kese içinde 150 200 tırtıl bulunur. Keseler çok sıkı bir tarzda örülmüştür; keskin bir makasla zor kesilir. İşte tırtıllar yaprakları yemek için bu sağlam nesiçli keselerden sürü halinde ve arka arkaya dizilmiş bir vaziyette çıkarlar, daldan dala gezerler. Bütün geçtıkleri dalların üzerini ifraz ettikleri iplikten ağlarla donatırlar. Havalar iyice soğuyunca artık bütün tırtıllar keselerin içine çekilir, ta ilkbahara kadar orada saklanırlar. İlkbahar gelip havalar ısmmca hep birlikte yuvalarını terkederek büyük bir oburlukla ağaclara saldırırlar. Bir ağacda yaprak kalma yınca, sürü halinde başka bir ağaca geçerlef. Bu suretle çamları yapraksız bırakırlar. Nihayet nisan sonu, mayıs başlangı cmda iyice kemale geldiklerinden ge ne sürü halinde bulunduklan ağacları bırakarak toprak üzerine inerler ve kendilerine sığınacak bir yer aramıya başlarlar. Toprak üzerinde çatlak veya ytımu şak bir mahal bulunca sürünerek içe riye girerler, kaybolurlar. Bir ay kadar böyle toprak içinde kaldıktan sonra hamem, söylemeğe mecburum. Seni yakın dan tanımak için, hergün fırsat anyor dum. Doğrusu, |üphelendiğim zamanlar oldu. Seni yalniz, dedikleri gibi hayal perest, deli olmakla itham etmiyordum. Mazur gör öyle vakitler oldu, sana hain gözile baktım. Fakat birgün, böyle düşündüğiime utandım. Aklımdan geçenleri hissedersin diye yüzüne bakamıyor dum. Onları gittikçe daha fazla anladığını farkettiğim için, en korkuncları hakkında bile düşündüklerin beni hayrete düşürüyordu. Nihayet sözlerin sabretmeme imkân bırakmadı. Artık söylemeliyim! Onlar dostun değil, hiçbir zaman ol madılar. Cür'etten bahsettiğin zaman «seninle beraberiz!» diyorlarsa, eminol, bu sırf korkak görünmeden korktukları içindi. Anud bir öksürük nöbeti yüzünü kan içinde bıraktı. Demir yardımına koştuğu sırada, asabî bir krizle karışan boğucu öksürmeler yavaş yavaş azalıp durdu. İkisi de susuyordu. Aralarındaki ezici sükutu, bitkin halile gene Aydın bozdu. Bu sefer ağır ağır, fakat gittikçe daha kederli söylüyordu: LArkast var] Diye sena olunan yerin şu yamrıyumru şehir olduğuna inanamıyacağı geliyor. M. TURHAN TAN JAçvumv adcvrrL Cumhuriyetin ictimaî romanı: 108 Yazan: Hilmi Ziya Demir, bu sırada evine o kadar kat'î kararla dönüyordu ki, anası veya kardeşile aralarında her zaman çıkması mümkün en ufak bir sitemli konuşma bile onun zemberek gibi boşalması, biriken hıncını birden meydana vurup «sanki bu kusurlar benim mi? Bütün hastalıklan mı siz beslediniz!...» diye yüzlerine bağırıp gitmesi için kâfiydi. Fakat çok şükür, geç vakit evde kimseyle karşılaşmadı. Sabah gene görünmeden çıktı. Sultanahmedle Park arasında sabırsız, saatlerce dolaşıp nihayet toplanma vaktinin geldiğine hükmederek yazıhaneye gitti. Orada her zamankinin aksine, yalniz Aydını buldu. Bununla beraber onu tekbaşına gördüğü için de çıkmadı. Otekilere söylemek istediği şeyleri ayni heyecanla ona da söyliyecekti. Çok mühim isler var! diye başUmak istedi. Aydın, ona cevab verecek yerde, âdeta işitmemiş gibi köşesinde meşguldü. Ne yaptığını anlamak için sokuldu. Fakat, o hiçbir iş görmüyor. Sade somurtup önündeki kâğıda bir takım çizgiler karalıyordu. Şüphesiz, işitmişti. Başı hizasma iğildi: Duymuyormusun? Mühim şeyler söyliyeceğim!.. Öteki «Ne var?» diye ayni uyuşukluk içinde mırıldanınca, tonunu yükselttı: Bize, hepimize dair!.. Aydın, gene donuk halile duruyordu. Birden, yerinden fırlayıp Demirin koluna girdi: Haydi, burada konuşmıyalım. Parka girdiler. Bu saatte banklar bomboştu. Demir, kaç gündür zihnini işgal eden yeni fikirleri açmak için tutuştuğu halde, Aydının merakla sormasını bek lediği için susuyordu. Fakat o, her za mankinden daha kapalı görünüyordu. Nihayet uzun uzun anlattı. Dalgınlığından uyandıracak kadar hararetli söylüyordu: ... Yeni bir hayata gireceğiz! A fif esmer kozalar içinde (Krizalid) olurlar, ve temmuz on beşten sonra da bu krizahdlerden kelebekler meydana gelir ve bu suretle hayat devrelerine yeniden başlarlar. Bu böceklerle uğraşmak için muhte lif usuller vardır. Bunların içinde en ucuzu, kestirmesi, kolayı tırtıllan havi keseleri tam bu zamanda kesip hemen yakmaktır. Ağacdan ağaca geçen tırtıl sürülerini avlamak için ağaclar arasın da hendekler açmak, ağac gövdelerini yapışkan kuşaklarla çevirmek, veya yuvaları petrollü mahlullerle muamele etmek gibi tedbirler varsa da bunların tatbikatta fazla yeri olmadığı için tav siyeye şayan değildir. Yalniz tırtıl yu valarmı keserken mümkün olduğu kadar keseleri el dokundurmadan kes miye uğraşmalıdır. El yetişmediği yerlerde sırıklı makaslar kullanılır. Keseleri soğuk ve nemli havalarda kesmeyi tercih etmelidir. Çünkü bu gibi hava larda bütün tırtıllar keselerin içinde sığınmış bir vaziyette bulunurlar. Tırtıl yuvalarını kestıkten sonra derhal yakmahdır. Bazı kimseler, keseleri yakmak için bütün keselerin toplanmasmı bekler]er. Keseler böyle bir yere yığılarak toplanması beklenir ve birkaç gün de oldukları yerde kalırlarsa tırtılların hemen hepsi bu keselerden kaçarak etrafa dağılır, tekrar ağacları sararlar. Bunlardan baska çamlıklardaki kuş ları daima himaye etmelidir. Çünkü kuşlar bunların en tabiî düşmanlarıdır. Bir de haşeratın zar kanad ve iki kanad sınıfmdan bir çok sinekler vardır ki kese tırtıllarımn üzerinde parazit ola rak yaşarlar, ve bunların bir çoğunur mahvına sebeb olurlar.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle