24 Kasım 2024 Pazar Türkçe Subscribe Login

Catalog

8C ekonomi İŞÇİNİN EVRENİNDEN ŞÜKRAN SONER 16 MAYIS 2008 CUMA HALKLA İLİŞKİLERCİ GÖZÜYLE / BETÛL MARDİN Dalgalı Bir Nehrin Üzerindeki Köprü alkla ilişkiler, dalgalı bir nehrin üzerindeki köprü gibidir. Didik didik yapılan bir araştırma sonucunda, kurum, katılacağı herhangi bir sosyal sorumluluk projesinin tanıtımı ya da seçimde ipi göğüslemek, herhangi bir tanıtım olayının başarısı için, önce hedef kitlelerini oluşturmalıdır. İpuçları verelim: Kim, neyi, kime söyledi? Ve duyan ne derece etkilendi?.. Demokratik Hıristiyan? lı” sıfatları eklenir oldu. Kendi yarattıkları, sonradan başlarına da kimi yerlerde bela olmaya başlayan radikal İslam karşısına ılımlı İslam projeleriyle, tarikatlarla, hocaefendilerle çıkarlarken, modernitenin de tanımı anlamında “ılımlı” sıfatı çok sıcak ve sevimli geldi. Elbette tek başına yetmeyip, anlam taşımadığı içindir ki, askeri güçle, en vahşi ölçeklerde, emperyal işgallere, öncelikle petrol bölgelerinin denetimi stratejili girişilirken “demokrasi ihracı” kavramı önemli oldu. Radikal İslami terör örgütlerini yuvalarında dağıtma gerekçeli bu işgaller sonrası rejimlerin adlarının önüne de elbette “demokratik” sıfatı yakışırdı. Afganistan’da, Irak’ta şeriattan vazgeçilemediği içindir ki, anayasal hukuk düzeni şeriat hukuku ile beslenirken, yine dinler, ırklar, mezhepler üzerinden kurulan partiler, yapılan siyasetle seçime, sandığa gidilirken rejimin adına “demokratik” tanımlamasının eklenmesi yeterli sayıldı. Türkiye 85 yıldır bağımsız, yerleşik rejimi olan bir ülke değilmiş gibi, yeni sömürge ülkelerinde kendilerine tanıdıkları haklar, şımarıklık, densizlik içinde, laik Türkiye Cumuhuriyeti, anayasal hukuk düzeni yokmuşçasına; “ılmlı, demokratik İslam, demokratik rejimin ilk kez Türkiye’de denenebileceğinden, İslamla demokrasinin bağdaşıklığının sınanacağından..” söz açabilecek kadar pervasızlar. Bir kez değil, bin kez daha altını çizmekte, gerçeği yüzlerine vurmakta yarar var; Kurtuluş Savaşı destanının yazılmasının ardından, Atatürk devrimlerinin yol göstericiliğinde kurulan laik Türkiye Cumhuriyeti yıkılmış değil. Arada bir, onların açık ya da gizli destekledikleri askeri darbelerle, en çok sendikal, sosyal, insan hakları, demokratik ayaklarının kimileri yara almış olsa da, rejimin özü dimdik ayakta. Ilımlı İslamdan yana siyaset iktidara gelmiş olsa da, rejime yönelik bir darbe yaşanmış değil. Laik Türkiye Cumhuriyeti üzerinden, besbelli çıkarlarına çok uygun gördükleri “ılımlı, demokratik İslam ya da laik” adı her ne halt ise rejim modelini bu ülkede deneyemezler. Türkiye, “stratejik ortak”, “siyasi iktidar ittifakları” içinde çok fazla yönlendirilebiliyor olsa da, işgal alanları, sömürge toprakları içinde değil. İslamla demokrasiyi bağdaştırma denemelerini, başlarının belada, rejimlerinden doğrudan sorumlu oldukları ülkelerde; Irak, Afganistan, Pakistan ve Suudilerde gündeme getirebilseler, hiç değilse şeriatın radikal yorumlarından, kanlı mezhep çatışmalarından halkları kurtarma gibi hayırlı katkıları olabilir. soner?cumhuriyet.com.tr H macınız, size karşı negatif bir bakış veya önyargı varsa, silmek. Sorun ilgisizlik ise gereken bilgi akışıyla açıyı size çevirmektir. Kısacası, ikna gücünüzü harekete geçirmektir. Unutmadan, tekrar edeyim, kurumun geçmişinde bir kara leke varsa, yol kısa iken bırakın projeyi, zira sonra iş kriz yönetimine döner. A İki hafta önce, mesleğim halkla ilişkiler yöntemleri hakkında kısa bir anlatıma gireyim dedim, laf lafı açtı, bugün konuya devam ediyorum. Didik didik yapılan bir araştırma sonucunda, kurum, katılacağı herhangi bir sosyal sorumluluk projesinin tanıtımı veya bir yarışma, olmadı seçimde ipi göğüslemek, nihayet herhangi bir tanıtım olayının başarısı için önce hedef kitlelerini mutlaka oluşturmuştur. Gene de ipuçları verelim: Karşımızda kim veya kimler var? Onlara nasıl ve neler söyleyeceğiz? Mesajlarımız nelerdir ve bunları kimler söyleyecek? Özet: Kim? Neyi? Kime söyledi? Ve duyan ne derece etkilendi? Amacınız, size karşı negatif bir bakış veya önyargı varsa, silmek. Sorun ilgisizlik ise gereken bilgi akışıyla açıyı size çevirmektir. Kısacası, ikna gücünüzü harekete geçirmektir. Unutmadan, tekrar edeyim, kurumun geçmişinde, bir kara leke varsa, yol kısa iken bırakın projeyi, zira sonra iş kriz yönetimine döner. Uygulanacak planın bütünleşmesi için eylem ve politikaların tespit edilmiş olması gerekir. Şimdi aşağıda cevap bekleyen soruları vereceğim: 1. Değişik gruplara iletilecek mesajlar hakkında üst yönetimden onay alındı mı? 2. Listelere bakarak, öncelikler kararlaştırıldı mı? 3. Hangi yöntem veya tekniği kullanarak değişik gruplara ulaşacağız? 4. Programın takvimi oluşturulmalı ve buna göre araştırma yapılmalı. 5. Önemli tarihler saptanıp, tekrar takvim araştırması yapılmalı ve ‘olay’ bir yıl olduğuna göre, bu takvim araştırması kesintisiz yapılmalı. Özellikle bu ‘tanı tım’ veya ‘olay’ uluslararası ise, rakiplerle aynı güne düşmemesi için de tedbir alınmalı. 6. Uluslararası ise, hangi ülkelerde ufak tefek dahi olsa, bir örgütünüz veya sizi bilen, tanıyan gruplar var mı? 7. Sorunsuz bir itibarınız var mı? Size güvenirler mi? Verdiğiniz bilgiye, mesajlara inanırlar mı? 8. Uluslararası bir ‘çalışma’da, diğer ülkelerde aleyhimize oluşmuş eski sorunları nasıl lehimize çevirebiliriz? 9. Ne gibi aktiviteler planlanmaktadır? Sorumlu ekipler oluşturuldu mu? Programın koordinatörü kimdir? Kime karşı sorumludur? 10. Akımları, sorunları, etkinlik derecesini ölçmeniz elzemdir. 11. Kimliğinizden gurur duyuyor, ülkenin adını, kurumun ne yaptığını açıkça ve rahatça söylüyorsunuz, değil mi? İlerde size basın ile ilişkileri ayrıntılı olarak yazmak niyetindeyim ama bu yazımda da hiç olmazsa öneminin altını çizmeden geçemeyeceğim. Örneğin başarılı basın gezileri bilgilendirmek bakımından çok yararlıdır. Basın toplantıları, röportaj, özel haber ve yüzlerce basın bülteni ile etkin bir tanıtım oluşur. Her satırı yazdıkça, anılarım canlanıyor Bu kez basın ile ilgili planın hazırlanmasındaki sorulardan bazılarını veriyorum: 1 Basın bültenlerini bir plan ve program dahilinde gönderdiğinize göre önümüzdeki üç aylık bülten takvimini verin... 2 Basında etkin bir başarı kazanmamız için tam bir basın listemiz var mı? 3 Lütfen, titiz olup, haber değeri yüksek olan bültenlere yoğunlaşın. 4 Basın toplantıları veya televizyon programlarında kullanılacak fotoğrafın dışında film anlamında elinizde olanları gözden geçirin. Şaka etmiyorum. 5 Kurumu, kuruluşu vs. temsilen kim veya kimler konuşabilir? Hangi dillerde, pürüzsüz ve rahatlıkla görüşünü öne sürebilir? Gerektiğinde derhal bulunur mu, yoksa çok mu seyahat eder? 6 Basında doğru kişileri tanıdığımızdan emin miyiz? Her satırı yazdıkça, anılarım canlanıyor, iyisi ile kötüsü ile... Size vereceğim tek öğüt şu olabilir: Hiçbir tanıtım programına ‘halkla ilişkiler’siz girmeyin. Çok üzülebilirsiniz. Unutmayın, halkla ilişkiler dalgalı bir nehrin üzerindeki köprüdür. Boğulurken size ‘tut elimi tut, ha şöyle!’ diyenleriz biz. Şimdi oldu. Tarımda sulama özelleştiriliyor ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) AKP’nin Meclis’ten geçirdiği YapİşletDevret (YİD) Yasası ile, tarımda sulama tesisleri de yapişletdevret kapsamına alındı. Buna göre, sulama tesislerini DSİ yerine özel sektör yapacak. Suyun bedelini çiftçi ödeyecek. Yasaya tahkimi önleyen madde konulmadığı için, yabancı ülkeler FıratDicle dahil sınır ötesi akan akarsuların kullanımı üzerinde hak iddia edebilecek. Hükümetin Meclis’ten geçirdiği YİD Yasası’nda değişiklik yapan yasayla DSİ Yasası’na, “3996 sayılı kanun (YİD Yasası) hükümlerine göre meydana getirilen tesislerden katkı payı ödemiş olanların; katkı payı ve ortak tesis yatırım harcamalarına tekabül eden kısmı görevli şirketin işletme süresi sona erdikten sonra bu maddede yazılı esaslar dahilinde tesislerden istifade edecekler tarafından ödenir” hükmü eklendi. Yasanın bu hükümle ilgili gerekçesinde “Kanun kapsamında meydana getirilecek tesislerden istifade edebileceklerden, işletme süresi sonunda, masrafların tahsiline imkân tanınmaktadır” denildi. aşlığa söz konusu kavramı soru işareti ile birlikte koydum. Çünkü bilebildiğim kadarı ile dünyada, hele de AB ülkelerinde “demokratik Hıristiyan cumhuriyeti”olarak tanımlanan bir ülke yok. AB ülkelerinin ünlü siyasileri, bürokratları, medya üyeleri bu gerçeği elbette biliyorlardır. Nasıl oluyor, ya da hangi hakla Türkiye rejimine ilişkin durmadan yeni sıfatlar, kavramlar üretip duruyorlar? AKP’nin de besbelli çok sevdiği “ılımlı İslam” az geldi, son günlerde AKP’ye açılan davaya, Türkiye bir sömürge ülkesi imişçesine müdahalelerini açıklamaya yönelik “demokratik laik” kavramını yarattılar. Yetmedi, şimdilerde Türkiye’den, rejimi ve adından söz ederken “Demokratik Müslüman Cumhuriyeti” demeye başladılar. Hani insan haklarının, demokrasilerin olmazsa olmaz ölçekleri, evrensel hukuk ilkeleri, insan hakları evrensel bildirgesi çerçevesi, laik düzendi? Laiklikten anlaşılan da devletin dini kimliğinin olmamasıydı. Hıristiyanların çoğunlukta oldukları ülkelerde doğal olarak “demokratik Hıristiyan cumhuriyeti” anlamına gelen bir kimlik söz konusu değildi. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın ardından, Atatürk devrimleri sayesinde geçerlilik kazanan laik Türkiye Cumhuriyeti’nin de ne adında ne de yorumlanmasında, önünde, arkasında Müslüman tanımlaması elbette yoktu. Din tanımlaması, ancak anayasal hukuk düzeninde evrensel hukuk ilkeleri, insan hakları çerçevesinin değil, şeriatın geçerli olduğu ülkeler düzenlerinde söz konusu olabilir. Yani şeriat yorumları farklı olsa da, anayasal hukuk düzenlerine dini kuralların bulaştığı ülkeler için, “Müslüman, Hıristiyan.. “tanımlamaları eklenebilir. Tabii ki şeriat hukukunun, ne kadar demokratikleştirilirse demkratikleştirilsin, gerçek demokratik hukukla bir ilişkisi olamayacağı içindir ki, rejim tanımlamasında “Müslüman” kaydı olan ülkeler için, bu türden bir algılama da söz konusu değildi. ??? “Demokratik Müslüman, laik, ılımlı İslam..” kavramları, emperyalizmin, yeni dünya sömürü düzeni çarklarının işletilmesinin yeni kavram araçları olarak icat edilip gündeme getirildiler. Tabii gerçek demokrasi ilkeleri, kavramları üzerinde oynanan oyunlarla, kafa karıştırmaya yönelik olarak... ABD’nin 11 Eylül’ü, kuralsız düzenin kuralsız savaşları, yeni emperyalizmin yeni stratejileri, işgal yöntemlerinin en cici sözcükleri “demokrasi ihracı” olunca; her oyun ve tuzak kavram, sözcüklerin önüne bir “demokratik, ılım B rgin Yıldızoğlu 7 Mayıs 2008’de Cumhuriyet’teki yazısında, “TÜSİAD’ın tepesindekilerin bu yakınmalarına şaşırdığını” söylüyor. “Ben bütün bu düzenlemeleri onların yaptığını düşünürdüm; demek ki onların üzerinde, istemediklerini yaptıran bir güç varmış” anlamında, şaşkınlığını ortaya koyuyor... “Gerçekten de böyle bir güç var mı? Eğer varsa, bunun kaynağı nedir” sorularına yanıt aradığımız zaman, şu gerçeklerle yüz yüze geleceğimize inanıyorum; 1) Türkiye’deki büyük holdingler de ülkede, “makro bir plan ve politikalar demetinin bulunmasını istemek zorundadırlar. 5 ya da 10 yıllık süreçte devletin (hükümetlerin), vergi, dış ticaret, teşvikler, uluslararası rekabette destek konularında, önlerini görmek zorundadırlar” (*). Fransa’nın Renault’su Çin’de yatırım yapıyorsa Fransa’nın (ve AB’nin) bu konudaki politikasını ve desteğini bilmelidir. Uluslararası alanda her iktisadi olayın, mutlaka bir siyasal boyutu vardır. Bir holding, okyanusta ilerleyen gemiye benzer; makro (ulusal) plan ya da strateji, kaptanın önündeki yol haritası ve hava raporu gibidir. Türkiye’deki büyük şirketler, “diğer ülkelerin ya da AB’nin öngörülerine E BIÇAK SIRTI EROL MANİSALI Plan, Piyasa, Holdingler ve AKP yordu. Türkiye’ye Washington’un (ve Batı’nın) penceresinden bakmak konusunda, “stratejik angajmanlara girenler için”, başka bir seçenek yoktu. Birçok holdingimiz “balinaların karaya vurması gibi”, kendi iplerini çekiyorlardı, hem de güle oynaya... Bunun “akılcı bir açıklaması yoktur. Işığa giden ve sonunda yok olan “peygamberböceği gibi” davrandılar... 1995’te 45 yaşındaki genç bir milletvekili, bu intiharı haykıranlardandı, adı Abdullah Gül’dü... Sonra gömleklerini değiştirenler büyük holdinglerin kervanına katıldılar... Büyük holdingler iç pazardaki yerlerini önce yabancı tekellere vermeye başladılar. AKP ile birlikte yabancı sermayenin yanına, “yeşil sermaye ve holdingleri” yerleşmeye başladı. Stratejisiz, plansız, programsız gidiş ve tek yanlı dış bağlar önce işçiyi, köylüyü, esnafı, memuru yani halkı vur bağlandıkları için”, haksız rekabetle karşı karşıya kalırlar. “AB süreci” adı altında Türkiye ekonomisi için kararları onlar veriyor. Sadece TürkiyeAB ilişkilerinde değil; bundan daha da önemli olarak, tüm dünya ülkeleriyle ilişkilerimizde de, kararları AB veriyor. Bundan yalnız işçi, köylü, esnaf ve memur değil, büyük holdingler bile zarar görmeye başladılar. İşte bu nedenle, makro plan (ulusal politika) onların da işine gelmeye başlıyor. Sevgili Yıldızoğlu, “Şaşırdım, demek ki onların üzerinde de bir güç varmış” diyor. Bana göre hem öyle hem de öyle değil!.. Çelişkili bir durum var. Şunu demek istiyorum: 1995’te Türkiye AB’nin Gümrük Birliği yükümlülüğü altına tek yanlı olarak, ite kaka sokulurken başaktör Washington’du. Yardımcıları, Ankara’daki siyasilerdi. Ve TÜSİAD da, bu talebe (dayatmaya), işine gelmese bile hayır diyemi du. Tsunamiden önce alt kattakiler zarar görür; sonra yavaş yavaş yükselerek üst kattakileri de vurmaya başlar. Türkiye, “kapitalist dünyanın kazanan değil, kaybeden tarafında ve ucunda bulunuyor.” Bizde her şeyin serbest piyasaya devri, sosyal devletin tasfiyesi önce aşağıdakileri, sonra da yukarı kattakileri yemeye başlar. Makro plan (ulusal politika) bu nedenle yalnız aşağıdakilere değil, yukarı kattakilere de yarar sağlar. Ancak yukarı kattakilerin bir çelişkisi var: “Oligarşinin içinde yer alarak Batı planlarına yardım etmekten kendilerini alamıyorlar.” Bu siyasal (ve stratejik) bağları, Türkiye’de demokrasinin gelişmesini engelleyen en önemli faktördür. Kimi iş çevreleri, “yaptıkları özeleştirilerde, belki de yeni bir arayışın içindeler”. Çünkü vahşi kapitalizm ve başıboş piyasadan onlar da zarar görmeye başladılar. Hele AKP’nin iktidara gelmesinden sonra bu çelişkileri daha da arttı. Çünkü dinciler yeni stratejik ortak olarak onların yerlerine yerleşiyorlar... (*) Dünyada ve Türkiye’de Büyük Sermaye, Truva, 2008 www.istanbul.edu.tr/iktisat/emanisalı Yılın Maliye Bakanı seçilen Unakıtan, derginin sponsorunun borcunu sildi. Unakıtan’a ‘vergi silme’ ödülü Murat KIŞLALI ANKARA Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ı “Yılın Maliye Bakanı” seçen Banker dergisinin sponsoru, Unakıtan’ın 3 milyar dolar vergi borcunu sildiği Citibank çıktı. Maliye Bakanı Unakıtan, Financial Times’a bağlı Banker dergisi tarafından 2008’de “Avrupa’da Yılın Maliye Bakanı” seçildi. Unakıtan ödülünü, sponsorluğunu Citibank’ın yaptığı dergiden nisan başında aldı. Maliye’nin iki gelirler kontrolörü tarafından 19972001 yıllarına ilişkin düzenlenen raporlarda, Citibank’ın yaptığı söz konusu işlemlerde Türkiye’deki portföy işletmeciliği faaliyetlerinden elde ettiği kazançların “Kurumlar Vergisi Yasası’nın 8’inci maddesinin 4 numaralı bendinde yer alan istisnadan yararlandırılmaması” gerektiği sonucuna varılarak banka hakkında yaklaşık 3 milyar dolarlık vergi borcu çıkarılmıştı. Buna karşın Unakıtan, göreve başladıktan hemen sonra, 20 Aralık 2002 tarihinde verdiği olurla, “Hazine Müsteşarlığı’ndan izne gerek olmadığı, belgelerin temin edilmemesinin de sadece özel usulsüzlük cezasını gerektiren bir fiil olarak değerlendirilmesi gerektiği” gerekçeleriyle bu borcu kaldırmıştı.
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear