Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
14 C röportaj YANSIMA OSMAN İKİZ 16 MAYIS 2008 CUMA ‘Bizim Boris’in Londra macerası Mustafa K. ERDEMOL Tony Blair’in, skandal yaratmada en az kendisi kadar başarılı eski basın danışmanı Alastair Campbell’in Daily Mirror’da, yerel seçimlerden çok kısa bir süre önce yer alan şu cümleleri yenilir yutulur değildi: “Terör saldırısına uğramış bir Londra’yı Boris Johnson’un yönettiğini düşünebilir misiniz? Ya da belediyenin 16 milyar sterlini bulan yıllık bütçesinin onun denetiminde olduğunu?” Campbell, bunları Boris Johnson’un politik yaşamında herhangi bir yolsuzluğuna tanık olduğu için yazmıyor. Kamuoyunda Johnson’a ilişkin çok yaygın olan bir inanışa, yani ciddiyetsizliğine gönderme yapıyor aslında. Gerçekten de, Londra Belediye Başkanı olmak gibi, ki önemli bir politik makam da sayılıyor artık, kent yöneticiliğine aday olmuş birinden beklenen ciddiyete sahip bulunmadığına inanılıyor Muhafazakar Parti’li Johnson’un. İnanç sahipleri haksız da sayılmazlar, çünkü bu gerçekten ilginç politikacı, dobralığından değil, umursamazlığından ötürü, “siyaseten doğru” görünme çabası bile duymadan, özellikle yabancılar için bir hayli rahatsız edici kelimeler sarfetmekten çekinmiyor. Önde gelen muhafazakar yayın organlarının yöneticiliğini yaptığı zamanlarda daha sık dile getirdiği ya da kaleme aldığı düşüncelerdi bunlar. 2001 yılında İngiltere parlamentosuna, aynı partiden kurt politikacı Michael Heseltine’ın yerine seçilerek giren Johnson, tanınmış muhafazakar entelektüel dergi Spectator’ün editörüyken elbette daha rahattı. Ancak politikaya girdikten sonra, kimilerine göre ırkçı olan görüşleri için defalarca açıklama yapmak zorunda kaldı. Savunmasının en dikkat çekici tarafı ise, “Geçmişte sarf ettiğim sözler şakaydı” demiş olması. Bir ırka yönelik şakalaşmanın bile ırkçılık sayıldığı İngiltere’de bu, edilen sözlerin içeriğinin kabul edildiği anlamına geliyor tabii ki. ÜRKLÜĞÜ: EN ZAYIF YANI Londra’nın önde gelen göçmen örgütleri bu açıklamadan elbette tatmin olmadılar ki, “Yabancılar hakkında konuşan Johnson, kendisinin de köken olarak yabancı olduğunu unutmuşa benziyor” deyiverdiler. Johnson’un “Evet. Ben de buraya göç etmiş bir aileye mensubum” demiş olması bundan sonradır. Johnson işi burada bırakmamış, ailesinde ne kadar yabancı varsa sayıp dökmeye başlamıştır artık. Soyunda biraz Fransızlık, biraz Almanlık vardır, ama çokca Türklük var sanılmıştır ki bunda, sağolsun Türk basınının bir hayli katkısı olmuştur. Malum, baba tarafından Osmanlı’nın son İçişleri Bakanı Ali Kemal’in torunudur. Babası, dedesi Ali Kemal’in tam değil yarı İngiliz olan eşinden doğmuştur. Yani babası bile tam “İngiliz” değildir Jonhson’un. Ama hakkını yememek lazım yayınladığı bir çok kitabında yer alan biyografisinde, dedesinin Osmanlı İmparatorluğu’nda İçişleri Bakanlığı yapmış olduğu bilgisine hep yer vermiştir. Halkçı “Kızıl Ken”(Livingstone) karşısında, başka bir imparatorluğunda olsa, yüksek sınıflarına mensup bir aileden gelmiş olmayı avantaj gibi görenler de olmuştur herhalde çevresinde. Aynı partiden belediye meclis üyesi olan Kıbrıslı Türk Ertan Hürer’in, işyerinin bir odasını “Boris’s Room” (Boris’in Odası) olarak düzenleyip, Johnson’a devrettiği törende, hoş bir aksanla Türkçe “çok çok güzel” demiş olması, “ne de olsa Türk” diye karşılanınca, yanıbaşındaki Türk danışmanların işi kolaylaşmış oldu bir hayli. Londra’da artık ciddi bir oy potansiyeline sahip olduğu kabul edilen Türk toplumunun yaşadığı bölgelere “bizim Boris” olarak götürülmesi çoğunlukla bundandır. Bir Türk kahvanesine gidip, “ince belli” bardakta tavşan kanı Türk çayı içmesi, bir Türk lokantasında yemek yemesi, neredeyse kırk yıllık Türk sanılmasına yol açmış olmalı ki, Türklerin yoğun yaşadığı bölgelerden çok ama çok sayıda oy çıktı “bizim Boris’e”. Oysa, o söylemiştir derler, “Türklüğüm de Fransız ya da Almanlığım kadardır” diye. Ama seçimlerden önce Daily Telegraph gazetesinde yazdığı bir makalede yaptığı Türkiye değerlendirmesi görmezden gelinemez. İngiltere’nin Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyen politikasına uygun bir yazıdır ama yine de, Londra belediye başkanlığına aday olmuş birini, Londra’daki güçlü Rum topluluğu ile yeni yeni güç kazanan Ermeni lobisinin hedefi yapacak bir içerik taşımaktadır. “Niçin Türkiye’den Bu kadar Korkuyoruz?” başlıklı makalede, Ali Kemal’in torununun özellikle şu satırları çok dikkat çekicidir: “Birbirimizden uzaklaşmaya değil, birbirimizle barışmaya ihtiyacımız var. Düşman ‘değerler’ hakkında mırıldanıp farklılıkları pekiştirmek yerine, Türkiye’yle tartışmalarımızda çok kritik bir noktaya geldiğimizi görmeliyiz. Ya Atatürk’ün başarısını, Türkiye’nin Müslüman bir nüfusla laik bir demokrasi olarak elde ettiği başarıyı destekleyeceğiz ya da dinleri yüzünden Türklere burun kıvıracağız”. İnsan Yanıltır ceğe yönelik tahminlerinden bir kaç örnek: 1975’te büro hizmetlerinin yüzde 75’ni teknolojik aygıtlar yapacak. Eletrikli daktilolardan sonra hafızalı daktilolar ve ardından bilgisayarların büroların demirbaşları haline geldiğine bakılacak olursa tahminin tuttuğu görülüyor. 1983’te uyuşturucu içermeyen keyif verici “mutluluk ilaçları’’, içecekler yaygınlaşıp kabul görecek. Prozac kullanımın yaygınlaşması, medyanın bünyeyi zehirlemeden, beyni uyuşturması örnek olabilir! 1989’da madencilik zirveye ulaşıp, ticaret dünyasını yönlendirecek. Türkiye’nin milli parkları, Kaz dağları gibi ciğerleri bile delik deşik edildiğine göre tahminde yanılmadıkları belli. 2000’de kalıtım yoluyla geçen bozukluklar genlere müdahale edilerek düzeltilebilecek. Yanılmamışlar. Başladı bile. Genetik en hızlı ilerleyen bilim dalı. 2030’da bilgisayarlarla beyin arasında iletişim sağlanarak insanların entelektüel aktivitesi artacak. 2050’ye gelindiğinde insanların ömrü 50 yıl uzamış olacak. İnsanların gördüğü kolay işler, hayvanların beyinleri programlanarak onlara yaptırılacak. Merkezi olarak telefonları dinleme sistemi gelişmiş olacak. Telefonların dinlenmesiyle ilgili tahminde zamanlama hatası yapmışlar. Telefon dinleme bir yana bütün email trafiği bile kontrol altında. Her sözünde bir alay abul edilmeli ki çok zeki bir adam Boris Johnson. Ama nedense onu “buffoon (soytarı) gibi görüyor çok kişi” diyor etkili İngiliz gazeteci Andrew Gilligan. Belki hiç taramadığı, rengi de bildiğimiz sarıya hiç benzemeyen saçları ya da en az Bush’unki kadar kabarık gaf dosyası yüzündendir, kimbilir? Stephen Lawrance, ırkçı beyazlar tarafından öldürülen siyah bir çocuktu. Davası uzun yıllar İngiliz kamuoyunu meşgul etti. “Bizim Boris”in, yakın bir zamanda Lawrance anısına dikilen anıta ilişkin görüşlerini hem de “sırıtarak” dile getirmesi çok tepki çekti. Sadece bu değil, anıtın dikilişini, Afrika dillerinden birine ait “piccaninnies” sözcüğü ile yorumlaması tam bir felaketti. Bu sözcük, İngilizce’de çok küçültücü bir anlama geliyor. Sonradan her ne kadar yalanladıysa, adaylığının belli olmasından sonra çıktığı bir televizyon programında, partisinin önde gelenlerince gaf yapmasın diye ağzının kapatılmaya çalışıldığı da söyleniyor ki, inananı az değil. Bildiğimiz anlamda ağız kapama değil bu tabii. Yani, “edebinle laf et, etmezsen fena olur” türünden bir uyarı. Gazetelere kadar düşmüş bir iddiadır bu. Independent gazetesinin, entelektüel Müslüman yazarlarından Yasmin AlibhaiBrown, “Livingstone taraftarı değilim ama Boris’in Başkan olması felaket olur” diye yazmıştı açıkça. Stephen Lawrance soruşturması sırasında gözaltına alınanları korumak amacıyla, Boris Johnson’un, mahkemeyi de, polisi de K T Fotoğraf: MUSTAFA KÖKER “cadı avcıları”na benzettiğini anımsatarak yapıyordu bunu AlibhaiBrown. Ken Livingstone’un her gün tam iki milyon kişiyi toplu taşımacılığa yönlendirdiğine kimse itiraz edemez. Londra’nın merkezine girişi paralı yapması da, o merkezde ayrı bir “Krallık” kurmuş olan büyük şirketlere cesurca meydan okumaydı, ki bu hiç inkar edilemez. Çevre dostu araçları merkeze paralı girişten muaf tutması, devasa arazi aracı kullananlardan daha fazla vergi alınması gibi sol uygulamaları nedeniyle “yukarı sınıfın” tepkisini çeken Livingstone’un karşısına, “4x4 cip kullananların adayıyım” diyerek çıkması da unutulur gibi değil Boris Jonhson’un. Dedesinin “unvanı” da, 4x4 jeep taraftarlığı da “yüksek sınıflar”a aidiyetinin kanıtları sanki. Yasmin AlibhaiBrown’un, Boris Johnson için, “aslında Londra’lı bile değil” demesi doğru tabii. 1964 yılında New York’da doğan Johnson, beş yaşında geldi Londra’ya. İnsanlara üstten bakan tavrında soyluların okulu olarak bilinen Eton Koleji’nden, ardından da yüksek itibarlı Oxford’dan mezun olmasının payı var. Oxford gibi nedense “solcu” kalesi bilinen bir okulda, Öğrenci Birliği Başkanlığı yapmış olmasına hâlâ şaşılıyor. Kişilere de, sorunlara da alaycı yaklaşımları var Johnson’un. Muhafazakâr değerlerin yanında olma fırsatını kaçırmamak için sarf ettiği her sözünde var bu alaycılık. Eşcinsel evlilikler için sarf ettiği “kediyle köpek de evlenebilirler” deyişi örnektir buna. Kamuoyunca kimi anketlerden çıkan sonuçtu buhem antipatik hem de ukala bulunmasına rağmen Londra Belediye Başkanlığı’nı nasıl kazanabildiği merak konusu. Kendi başarısından çok, Ken Livingstone’un yukarıda özetlenen başarılarının yanı sıra Londralılar arasında ciddi tepkiye yol açan kimi uygulamalarının payı var deniyor kazanmasında. Doğrudan ilgisi olmasa da Livingstone’un, belediye bütçesinden milyonlarca sterlinin kaybından sorumlu tutulduğunu hatırlatalım. Bir de Londra’dan Çin’e, Olimpiyat Oyunları’nda Londra toplu taşımacılığını tanıtmak amacıyla çift katlı otobüsle yapılacak yolculuğu da unutmayalım. Belediye bütçesinden tam 450 bin sterlinin harcanmasına yol açan gereksiz bir harcama olarak değerlendiriliyor ki bu, Livingstone’a seçim kaybettiren etkenlerin başında geliyor. “Bizim Boris”in Türklüğü sadece seçim propagandası sürecince, Türklerin yoğun yaşadığı bölgelerde özellikle hatırlatıldı sanıyorduk biz. Ama, İngiliz medyasında asla yer alamayan “etnik aidiyeti” Türkiye medyasında “Türk asıllı aday kazandı” başlıklarıyla duyuruldu. Oysa Boris, seçimlerden önce hem de defalarca, etnik kökeni hatırlatıldığında “Anglikan ve İngilizim” demişti. Türklüğünün “folklorik” bir ayrıntı olduğunu Boris’ten daha iyi kim bilebilirdi ki? ürkiye öyle bir ülke ki yarın ne olacağını kestirmek, çok bilinmeyenli bir denklemi çözmek gibi bir şey. Hangi sorunu ele alsanız, mutlaka birçok açıdan analiz etmek zorundasınız. Örneğin Televizyon stüdyosunda 56 akademisyen oturmuş muhafazakarlığı tartışıyor. “Muhafazakarlık’’, “tutuculuk’’, “değişim’’, “değişime direniş’’, “modernleşme’’ diye bir sürü sosyolojik terimi mıncıklayarak sonunda ulusalcı kesimin muhafazakar olduğu sonucuna varıyorlar. Peki İslamcılığı politikadan soyutlayarak böyle bir yorum yapılabilir mi? Çağdaş insanı rahatsız eden türbanlı kadının iki tutam saçını görememesi, camiye gidenlerin çoğalması değil elbette. Onlar da bunu biliyorlar ama özellikle Avrupalıları kandırmak için demokrasi ve insan hakları masalıyla tartışmayı saptırıyorlar. Türkiye’nin yarısından çoğu, türbanın siyasal sembol olduğu inancında. Bu yüzden modern insan türbanı şeriat tehdidi olarak algılıyor. Ne var ki “çok kültürlü toplum’’, “diyalog’’, “uzlaşma kültürü’’, “ötekileştirme’’ gibi terimler “sahibinin sesi’’ haline dönen TRT ve bazı başka kanallarda ideolojik saldırı silahı olarak kullanılıyor. T NALİTİK DÜŞÜNME YETENEĞİ İnsanlar analitik düşünmeyi küçükken okulda öğreniyor. Bizim eğitim sistemimizdeki bu eksiklik hep dile getirilmiştir. Hatta bazı eğitim dernekleri önemini göstermek için özel deneme kursları da düzenlediler. Bu kurslarda analitik düşünme yeteneği kazanan öğrencilerin, okullarda başta matematik olmak üzere derslerinde başarılı oldukları kanıtlandı. Analitik düşünmeyi öğreninceye kadar ne tartışmalar doğru dürüst bir zemine oturacak ne de gelecekle ilgili akla yakın analizler yapılacak. Belki de bu yüzden kahve falına çok düşkün bir milletiz. UTURİSTLERİN ÖNGÖRÜLERİ Kahve falı deyince gelecek üzerine çalışanlar geldi aklıma. Futurist diye adlandırılan bu insanlar, gelişmelerin ilerde nasıl bir seyir izleyeceği konusunda çalışıyorlar. Medya konusunda araştırmalar yapan Maria Pia Boethius, düşünce kuruluşlarının gelecek tahminlerinden bir derleme yaparak ilginç bir sonuca ulaşmış. 1968 yılındaki öngörülerin kırkıncı yılında sınanması gibi bir şey. İşte futuristlerin 1968’de gele A İNSAN YANILTIYOR Amerikan Random Corporation’da çalışan askeri stratejist Herman Kahn, 1968’te gelecekle ilgili öngörüde bulunurken, Japonya’nın süper güç olarak dünyadaki güç odaklarından biri haline geleceğini düşünüyor. Çin ve Hindistan’ı aklına bile getirmiyor. Düşünce kuruluşlarından hiçbiri Sovyetler Birliği’nin tuzla bir olup parçalanacağını 1968’te öngöremiyor. İklim değişikliği, küresel ısınma hiçbir futuristin aklına bile gelmiyor. Feminizmin yaygınlaşıp güçlü, etkin bir hareket haline gelebileceği de öngörülemiyor. Futuristler teknolojik gelişmenin seyrini doğru tahmin ediyor ama toplumsal gelişmelerde çoğunlukla çuvallıyıp kahve falına bakanların durumuna düşüyorlar. Ee, insan bu, yanıltır. osman.ikiz?tele2.se F Notanı çal ve sus Celayir’in kısa filmi ‘Tek Notalık Adam’ Cannes ve Altın Koza’da Egemen BERKÖZ Çok uzun süre Almanya’da yaşayan bir arkadaşımın akşamları gittiği biraevinde tanıdığı ve ahbap olduğu bir adam, bazı akşamlar birden kalkıp bir yere gidiyor, beşon dakika sonra dönüyormuş. Sonunda arkadaşım meraklanıp nereye gittiğini sormuş. Yandaki konser salonuna gidiyormuş meğer, Senfoni Orkestrası’nın zilcisiymiş. İstanbul Modern’deki gala gösteriminde izlediğim “Tek Notalık Adam” adlı kısa film sanki bu adamı anlatıyordu. Filmin yönetmeni Dağhan Celayir’e de biri böyle bir öykü anlatmış mıdır, bilmem. Ama yaklaşık 15 dakika süren film bittiğinde, Celayir’in artık “uzun film” çekecek olgunlukta bir “genç yönetmen” olduğunu düşünüyordum. Gösterim sonrasında da öğrendim ki gerçekten ilk uzun filmini çekmeye hazırlanıyormuş. Celayir’in önceki iki kısa filmi “Makinelerin İsyanı” ve “Adadan Çıkmayan Adam” birçok festivalde gösterilmiş, ödüller almış. “Tek Notalık Adam”sa Altın Koza’da yarışacak, Cannes’da da gösterilecek. Filmin başarısının arkasında, Celayir’le birlikte senaryoyu yazan Öktem Başol’un, başrol oyuncuları Şehsuvar Aktaş, Sanem Öge ve orkestra şefi Naci Özgüç’ün, görüntü yönetmeni Hasan Gezgin’in, ses mühendisi İsmail Karadaş’ ın, kurgucu Erhan Acar’ın ve Bursa Devlet Senfoni Orkestrası müzikçilerinin de aralarında olduğu 208 oyuncu ve figüranın da imzaları var. “Tek Notalık Adam”ın 89.960 YTL ile Türkiye’de çekilmiş en yüksek bütçeli kısa film olmasıysa sponsorları da anmayı gerektiriyor sanırım. Ve ana sponsor JTI’nin şu yakınmasına kulak vermeyi de. Genel Müdür Bilgehan Anlaş, arkeoloji ve sanat alanlarında çeşitli kazı ve etkinlikleri desteklediklerini söylüyor ve yeni tütün yasasıyla, sosyal sorumluluk ilkeleri gereği verdikleri bu desteklerin engelleneceğini vurguluyor. Kanımca, üzerinde düşünmeye ve irdelemeye değer bir sav. kanallarında rasgele dolaşırken dört çellocu bayanın konserine takılıp kaldım. “Çellisima Grubu”nu daha önce izlememiş olmak bir yana, grubun adını bile böylece ilk kez öğrenişim, kendi adıma ayıplanacak bir durum sayılmalı… Bu dört bayan ne zamandan beri bir aradalar, bilmiyorum. İnternetten edindiğim bilgiye göre “Bond Girls’ün yerli versiyonu” sayılabilirlermiş. Doğal olarak ben “Bond Girls’den de habersizim… Fakat doğrusunu söylemek gerekirse bu habersizliğim pek de umurumda değil”. Buna karşılık, kimin yerli versiyonu sayılırsa sayılsınlar, Jülide, Didem, Mine ve Gülyar dörtlüsünü beğeniyle izledim. Üstelik hem “icra”da hem sahne performansında kusursuz profesyonellikleri, hem kendi ezgilerimizin çoksesli ve etkileyici yorumu ile bu topluluk bana hiç de şu ya da bu yabancı müzik topluluğunun “versiyonu” gibi görünmedi. ??? Yukarıda söylediklerim dışında, bu yazıda amacım bir müzik topluluğumuzu tanıtmak değil. Zaten böyle bir şeye girişmek bu alandaki bilgimin sınırlarını aşar. Beni bu dört genç bayanın sundukları müzik kadar ve belki ondan daha da TV CUMARTESİ YAZILARI ATAOL BEHRAMOĞLU çok, sahnede duruşları, enstrümanlarına hâkimiyetlerindeki ve çalışlarındaki zariflik, canlılık ve güven etkiledi… Her birinin sahne kostümlerindeki sadelik ve zevklilik, yine aşırıya kaçmayan bir özenle düzenlenmiş ve doğal olarak farklı biçimlerdeki saçları ayrıca dikkat çekiciydi… İzlemekte olduğum topluluk bütünüyle bir kadıninsan güzelliğini yansıtıyordu… Yaptığı işten emin, enerjik, mutlu, özgüven sahibi… Bu konudaki dikkatimin bir nedeni de ekranda arada bir görünen izleyiciler arasında birkaç türbanlı bayanın da bulunmakta oluşuydu. Hatta bunlardan biri, başına türban niyetine beyaz renkli battaniye gibi bir şey dolamıştı. Çelişkiler ülkesi Türkiye.. diye düşündüm… Sahnede en seçkin Batılı izleyiciyi hayran bırakacak, ülkemize saygı kazandıracak düzeyde, çağdaş, uygar bir bayan sanatçı topluluğu… Konserin verildiği Ankara Devlet Opera ve Balesi (Büyük Kadınİnsan Tiyatro) salonundaki izleyiciler arasında ise günümüz Türkiye Başbakanı’nın bir vesileyle söylemiş olduğu bir sözdeki gibi, sanki az önce “koyun gütmek”ten gelmiş birileri… ??? Konserin bitimindeki duyurudan, “Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali”nin açılışının canlı yayınını izlemekte olduğum anlaşıldı… İşte bir çelişki daha! Bu yıl 815 Mayıs tarihleri arasında 11.si gerçekleştirilmekte olan uluslararası bir kadın yönetmenler film festivali düzenlemeyi başaracak kadar kadınlık bilinci, kadının yeteneklerinin özgürce gelişmesi alanlarında ileriye gitmiş bir ülkede, o ülkenin yönetimini ellerinde tutan siyasetçiler kadının kapanmasını savunabiliyor ve nedense salt kadına özgü bir dinsel, siyasal simge gerekçesi ile eşlerinin başlarını kapatarak onları uysal birer konu mankeni gibi yanlarında taşımaktan sı kıntı duymuyorlar… Belki daha da büyük çelişki, sözünü ettiğim konseri izleyen türbanlı bayanlar örneğindeki gibi, bu siyasetçi eşlerinin de bulundukları konumdan sıkıntı duymamaları… En azından, sıkıntı duyduklarına ilişkin bir görüntü vermemeleri… Göze batacak kadar belirgin çelişkiyi doğal kabul etmeleri… Şimdi bütün bu bayanlara ve benzerlerine seslenerek soruyorum: Kadının da erkekle eşit ve aynı haklara sahip olduğunu ne zaman kavrayacaksınız? Cumhuriyet devrimlerinin, kadını insan kılan önemini ve değerini ne zaman anlayacaksınız? Kadıninsan güzelliğinin, doğanın kadına cömertçe sunduğu saçlar da içinde olmak üzere bir bütün oluşturduğunu ne zaman fark edeceksiniz? Ve kadınlıkları bastırılmış, tutsak kadınlar olmaktan çıkarak, sadece “kadın” olmaktan kurtularak “kadıninsan” olmak için, öncelikle, başlarınızı saran (dinsel, siyasal simge filan değil) tutsaklık simgesini çıkarıp atmanız gerektiğinin bilincine ne zaman varacaksınız? ataolb?cumhuriyet.com.tr