Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
28 NİSAN 2006 CUMA P E R V A S I Z P E R kitap T A V S I Z KULE CANBAZI SUNAY AKIN Enis BATUR Şair dünya ölçeğinde ŞAİRİN GÜCÜ: NEREYE KADAR? Bir kere, egemen diller var: İngilizce, Fransızca, Almanca, İspanyolca, Rusça, İtalyanca, Japonca, Arapça. Bunlar, karşılıklı çeviri etkinliklerinin çok daha yoğun yaşandığı diller. Türkçe, o diller arasında yeralmıyor. Sorun, işte tam da bu noktada ortaya çıkıyor: Yahya Kemal’in, Orhan Veli’nin, Necip Fazıl’ın, Attilâ İlhan’ın, ya da Cemal Süreya’nın eşit oranda, hattâ çok daha güçlü şairler olduğunu savlayabiliyoruz. Bizim için öyle de, dünya için öyle mi? Ben bu beş şairin, sözgelimi, Türk şiirinin kendi gelişim çizgisi açısından belirgin önemleri olduğunu düşünüyorum ama, dünya şiiri ölçeğinde özgün bir çizgi geliştirmiş olduklarını sanmıyorum. Yahya Kemal ve Necip Fazıl, XX. yüzyılda XIX. yüzyılın poetik parametreleriyle şiir yazmış şairler bir kere. Bundan da önemlisi, Fransız şiirinin Baudelaire’den kaynaklanan bir atılımının etki alanında kalmış olmaları hele Yahya Bey’in üzerinde Moréas ve Hérédia gibi nevyunanî minörlerin etkisi göz önünde tutulursa, uluslararası ölçekte ciddi bir önem taşıması beklenmemeli. Öteki üç şairin de, Fransız şiirinin merkezi etkisi altında olduğu apaçık ortada: Charles Cros, Cendrars, Max Jacob, Apollinaire, Aragon gibi şairlerin dil, üslup ve edâsı her birinde mühür etkisi gösteriyor. Benim gibi, Türk şiirinden çok (ki ben burada kadar derdim) yabancı şiirden, özellikle de Fransız şiirinden etkilendiği söylenegelen birinden bu yargıların gelmesi şaşırtıcı görünebilir. Öteden beri, şairin etkilenmesinden doğal bir durum olmadığını vurguladım, bana doğru görünmeyen, şairin başka şairlerin gölgesi konumuna düşmesidir (Herkesi ‘şube’ olmakla suçlayan Attilâ İlhan’ın şiiri bütünüyle CendrarsAragon ikilisi tarafından damgalanmıştı). Onun için de ne Fransa’da, ne başka bir ülkede ilgi çekebilir). Bana öyle geliyor ki, en doğrusu bir şairin kendisinden önce yazılmış Şiir’den etkilenmesidir birilerinden değil. Nitekim, özgün şairlerimiz olarak saydığım isimlerin durumu budur. DÜNYA ÖLÇEĞİNDE TANINMAK Peki, neden öyleyse, Turgut Uyar ya da Necatigil, dünya ölçeğinde tanınamamışlardır? Çünkü, henüz, yeterince çevrilmemişlerdir. Çevrildiklerinde, önemleri görülecektir. Şüphesiz iyi çevrilmeleri gerekir: Çok sayıda kötü çevirinin yayımlanabildiğini unutmamalıyız. Çeviri etkinlikleri, dünyanın hiçbir ülkesinde bir hak hiyerarşisine koşut biçimde gerçekleşmiyor öte yandan. Şairlerimizin bir yabancı dile barem esâsıyla çevrilmeyeceğini anlamalıyız. Küçük İskender’in kitabı Dıranas’tan önce yayımlanabilir, bu biraz da çevirmenin, yayıncının gönülbağı duymasına, kişisel tercihlerine bağlıdır. Bizim gözümüzde Orhan Veli’nin apayrı bir değeri vardır, karşı tarafı hiç ilgilendirmez bu. Öte yandan, dünya ölçeğinde tanınmak hem yazınsal değerlilik açısından kesin bir ölçü olmamıştır hem de adil bir sonuç olarak görülemez. Ama, Türkiye ölçeğinde tanınmak, etkili olmak için de aynı yargıyı benimsemeliyiz: En ünlü şairlerimiz ille de en güçlü şairlerimiz değildir. 15 yıllık düş gerçekleşti raya, babamı da. Onlar nasıl hatırlayacaklar geçmişi... Tabii onlar daha şanslı; çünkü, hem benim hem de kendi çocukluklarını hatırlayacaklar... Burak Baycık...’’ ‘‘Odalara girdiğimde birbiri ardına yanan ışıklarla camekânlara yansıyan siluetimde yine o çocuk gözlerime rastladım. Bu güzel tünelde çocukluğuma geri döndüm. Zaman makinesi sonunda icat edildi!.. Naz İrem Akdur...’’ ‘‘Ömrüne bereket. Çok mutlu oldum. Hem ağladım hem güldüm. Bütün çocukluğum gözümün önünden geçti. Kaybettiğim büyüklerimi tek tek anımsadım. Ben mutlu oldum. Dilerim siz de hep mutlu olursunuz... Filiz Aydaş...’’ ‘‘Masallar ve oyuncaklar bizim özgürce hayal kurmamızı sağlıyodu. Bir süredir çocuklarımızın hayal gücü birileri tarafından sınırlanıyordu. Siz, bu çabanızla yarınımızı daha özgür kurabilsinler diye çocuklarımıza büyük, çok büyük bir yatırım gerçekleştirdiniz. Sağolun... Sayme Koşar...’’ ‘‘Ben, anneannelerimizin, dedelerimizin hangi oyuncaklarla oynadıklarını ve hangi oyuncakların kimlere ait olduğunu gördüm. Buraya gelmekle tarihi daha yakından yaşadım ve Türkiye ile yabancı devletler arasındaki farkı gözlerimle gördüm... Neşem Kam...’’ ‘‘Buranın adını ilk duyduğumda bebekler mekânı diye hayal ettim ve dalga geçtim. Sonradan öğretmenlerimizin anlatımını duydum ve gelmeye karar verdim. Doğru karar vermişim, iyi ki gelmişim. Bir daha ve 1001 defa daha gelmek istiyorum. Nice güzel ziyaretçilere... Burak Kazak...’’ ‘‘Burayı torunumla birlikte gezerken çocukluğumu yaşattığınız için tüm emekleri geçeni yürekten kutluyorum... Ender Ergin...’’ ‘‘Ben Avustralya’da yaşıyorum ve orada böyle güzel bir müze görmedim. Gerçekten çok ilginç ve enteresan bir müze ve ben çok, çok, çok beğendim... Ezgi Akarsu...’’ ‘‘Müzenizi gezdim. Çok güzel bir müze. Çok yaratıcı şeyler var. Bu müzeyi arkadaşlarıma ve tanıdıklarıma da mutlaka gezmelerini söyleyeceğim. Oyuncaklar çok güzel. Küçük oyuncak bebekler çok tatlı ve güzel... Ve bebek arabalı da güzel. Keşke daha çok yerde böyle müzeler olsa. Ben 9 yaşıma burada girdim... Melis Toraman...’’ ‘MUTLU OLDUĞUM TEK YER’ ‘‘Burayı çok ama çok sevdim. Şimdilik annemle geldim ama sınıfça da gelebiliriz. En az üç defa daha gelirim. Birçok kişiye buraya gelmesi için söyleyeceğim... Cansın Açar’’ ‘‘Ben bir anneanne olarak size minnettarım... Saniye Özyiğit...’’ ‘‘Sevgili öğretmenim, bizleri buraya getirdiğiniz için size çok teşekkür ederiz... Alara Çavaş...’’ ‘‘Uzun zamandır mutlu olduğum tek yer burasıydı... Mustafa Can Tolunay...’’ İstanbul Oyuncak Müzesi’ nin anı defterleri birbirinden güzel, çarpıcı ve düşündürücü yazılarla dolu. İlerde onları sizlerle paylaşmak istiyorum. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramınız kutlu olsun. Ne oyuncaklar kırılsın, ne kalpler, ne de umutlar... Dip not: İstanbul Oyuncak Müzesi, Ömer Paşa Cad. D. Zeki Zeren Sok. Göztepeİstanbul... 0 216 359 45 50 51... www.istanbuloyuncakmuzesi.com C 15 Ü lke çapında, geniş okur nüfusu üzerinden bir soruşturma yapılacak olsa, Türk şiirinin beş ‘önemli’ şairi bana kalırsaşöyle sıralanacaktır: Yahya Kemal, Nâzım Hikmet, Orhan Veli, Necip Fazıl, Attilâ İlhan. Onları hangi isimler izlerdi? Gene bana kalırsa: Ahmet Hâşim, Dağlarca, Cemal Süreya, Tevfik Fikret, Mehmet Akif. Günümüzün şairleri sorulacak olsa: İsmet Özel, Murathan Mungan, Yılmaz Erdoğan, Hilmi Yavuz, küçük İskender’in isimleri öne çıkardı. Çok küçük bir yanılma payım sözkonusu olacaktır, inancındayım. (Bu on beş ismi Tarancı, Cansever, Behramoğlu zorlayabilir). ÜLKE DIŞINDA TANINAN NÂZIM HİKMET DIŞINDA ŞAİRİMİZ YOKTUR Dünya şiiri ölçeğinde baktığımda, benim gözümde, Türk şiirinin özgün isimleri şunlardır: Dağlarca, Asâf Hâlet Çelebi, Oktay Rifat, Turgut Uyar, Behçet Necatigil, Ece Ayhan ve Sezai Karakoç. Bir tek Dağlarca’nın dar bir çevrede bir ölçüde tanındığı söylenebilir, ülke dışında tanınan Nâzım Hikmet dışında şairimiz yoktur. Demek ki ülke boyutunda yaygınlık kazanan şairlerimiz, biri dışında, dünyada bilinmiyorlar. Özgün şairlerimizin çoğu kendi ülkelerinde yaygın tanınırlık katına erişememişler, dışarıda da bilinmiyorlar. Durum bu. Sorulduğunda büyükleniyoruz oysa, Türk şiirinin öneminden en ufak bir şüphemiz yok. Hep onu söyledim: Bunu bizim dışımızda birilerinin daha doğrulaması gerekir. Komplo teorilerine, düşmanlıklara sığınamayız. Türkçe dışında neden var olma zemini bulamıyor şairlerimiz, üzerinde nesnel bakış açısıyla düşünmeliyiz. Tamam, memlekete tren gelsin gelmesine ama bunu padişaha nasıl söyleriz?.. Yok efendim, gar ille de Sirkeci’ye yapılacakmış.. İyi, güzel de bunun için tren yolunun sarayın bahçesinden geçmesi gerekir! Bu durumu sultana nasıl anlatacağız?.. Sonunda cesaretli biri öne çıkarak durumu Abdülaziz’in kulağına fısıldar. Bereket versin ki padişah, Avrupa’da tren yolculuğu yapmış bir insandır. Trenin konforunu, rahatlığını yaşamış, görüntülerin bir kitabın sayfası gibi devrildiği tren penceresinden dışarıyı seyretmenin güzelliğini tatmış biridir. Padişahın yanıtı şu olur: ‘‘Şömendifer geçecekse göğsümden geçsin!’’ İşte bu sözden sonra saraya yakın çevrelerin, ev yapmak için tercih ettikleri yerler tren yolunun sağlı sollu iki yanı olmuştur. Hele bir de İstanbulBağdat hattı açılınca, Haydarpaşa’dan Bostancı’ya kadar uzanan tren rayının iki yanında karşılıklı, birbirinden güzel köşkler, konaklar boy göstermiştir. Marifet, önünden trenin geçtiği bir eve sahip olmaktı o yıllarda. Bizimkiler, İstanbul’un Kadıköy yakasında o güzelim denize sırt çevirmişler, ‘şömendifer’i seyretmişler yıllarca!.. Önce ‘‘komunist işi’’ denilerek toplu taşımacılıkta trenden vazgeçildi, sonra da 1980 sonrası çıkan imar planlarıyla tarihi köşkler, konaklar rantiye canavarının önüne atıldı. Bahçeleri iğde ağa YAHYA KEMAL’Lİ SORU(N) Y ahya Kemal’in şiirini, nesrini dikkatle katedecek okur, orada inancı tam bir Müslümanla karşılaşır: Tarih’e, şimdiki zamana, geleceğe İslâm’ın değerlerine sarsılmaz biçimde bağlı kalarak bakmıştır yapıtında. İkincil boyutlarından biri sayılamaz bu inanış, Yahya Kemal edebiyatının; etkisi göz önüne alındığında önemi daha da pekişecektir. Gelgelelim, Sermet Sami Uysal’la Sohbetler’inde, şairin alabildiğine farklı bir yaklaşım getirdiği gözlenir. 18 Eylül 1956 günü, ölümünden yaklaşık bir buçuk yıl önce, Park Otel’deki odada, söze "Ben Türk ve Müslüman olarak doğdum" diye girer: "Türk ve Müslüman mezarlığına gömüleceğim. Ölüm benim milletimin hayalinde tesbit ettiği gibidir. Mâdası benim şahsi fikrimdir". ÜZERİNDE DÜŞÜNÜLMEYİ GEREKTİREN KONU... Ardından, "şahsi fikri"ni açar: Ruh’a, Cennet ve Cehennem’e inanmamaktadır ("hayat bitince her şey biter"), "katiyen inanmadığı" Öteki Dünya tasavvuru hakkında "O tahayyül milletimin görüşüdür. Ben bu cins şiirlerimde kendi düşünüşümü değil dâima milletimin düşünüş Yahya Kemal tarzını aksettirmişimdir" yorumunu getirir: "Kâinatı yaratan bir Allah’ın olduğuna inanıyorum" sözlerini, Hıristiyanlığın ve İslâm’ın Yahudilikten ilham aldığı yolundaki görüşleriyle tamamlar. Görüldüğü gibi, Yahya Kemal’in inanışı, "dini bütün Müslüman"ın kabul etmesi söz konusu edilemeyecek bir bakış açısına dayanıyor. Sermet Sami Uysal, bu ifadelerin o dönemde çalkantılara yol açtığına dikkat çeker: "Yahya Kemal’i olduğu gibi değil de, olması gerektiği gibi kabul eden bir kısım tanıdıkları, şairin yukarıdaki fikirlerinden haberdar olmadıklarını ve buna pek şaştıklarını söylediler." 3 Eylül 1959’da, Hisar’ın evinde, Prof. Vehbi Eralp "Yahya Kemal’in Cennet’e, Cehennem’e ve ruha inanmadığını kati bir dille" söyleyerek noktayı koyar. Burada benim tasam, Yahya Kemal’in inancı nı sorgulamak değil elbette. Asıl üzerinde durmak istediğim, bir şairin şiirini kendi inanışına bağlı kalmaksızın, "millet’inin görüşü"nü esas alarak kurmuş olmasıdır. Yalnızca şiirinin temelini biçimlendirirken olsa bir dereceye kadar anlayabilir, anlamlandırabilirdim seçimini, uygarlık ölçütleri çerçevesinde de, nesir yazılarında aynı tutumu sergilemiştir. Bir edebiyat adamının yapıtını kişisel değer sistemine uygun biçimde değil de, ulusunun temel değer sistemine uygun olarak kurması, o yapıta ne kazandırır, ne kaybettirir? Üzerinde düşünülmeyi gerektiren konu. Sonuçta, Yahya Kemal’in şiiri ve düşüncesi geniş çapta ülkesinin insanlarının sözcüsü olma konumunu kazanmıştı. Buna bir utku gözüyle bakılabilir. Aradaki kayma, Yahya Kemal’in şiirinin ve düşüncesinin sahiciliği, içtenliği bağlamında soru işaretleri doğurabilir tek bir ölçü bağlayıcı görünüyor bana: Şairin şiiri, yazısı bu nedenle bir boyut yitirmiş midir? Les Fleurs du Mal’i, İlluminations’u, Chants de Maldoror’u okuduğumuzda Fransa’nın sözcülüğünden eser bulamayız o yapıtlarda: Baudelaire’i, Rimbaud’yu, Lautréamont’u büyük, evrensel şairler kılan, onların toplumsal uzlaşmazlıklarıdır biraz da. Şairin ölümü dirimi Attilâ İlhan’ın ölümü Türkiye’yi ayağa kaldırdı. Sanırım, Yahya Kemal’in ve Necip Fazıl’ın geniş kitleleri sokağa döken cenaze törenlerinden bu yana, ilk kez bir şairin ölümü bunca insanı harekete geçiriyor. Şaşırtıcı yanı yok bu ilginin, benim gözümde: Şiiri, romanı, yazıları, televizyon dizi ve programlarıyla, Attilâ İlhan ortalama Türk insanının hem duyarlığının hem de düşünce çizgisinin sözcüsü, tercümanı, önderiydi: Şiirleri ezberlenmiş, romanları ve dizileri sürüklemiş, yazıları kılavuzluk etmişti. Ortalama derken, kesinkes küçümseme ya da hafifseme çabası içinde değilim: Pek çok yazarın, aydının hedefiydi bu, en başarılı sonucu Attilâ İlhan sağlamışsa, bunu onun yeteneklerine, bakış açısına, stratejisine bağlamak durumundayız. Her ülkenin edebiyatında, her dönemin parlak bir popüler figürü olur, geniş izler kitleyi arkasından sürükler: Ben, yazı yaşamıma başlayalı beri, demek ki otuz beş yıldır, bu insan Attilâ İlhan’dı. Türkiye’nin hiç değilse şunu anlamaya başlaması bana önemli görünüyor: Vü’sat O. Bener’in, Bilge Karasu’nun, Turgut Uyar’ın, Salâh Birsel’in ölümlerinin geniş kitleleri ilgilendirmemiş olması, onların yapıtlarının kalıcılığının ve gücünün belirleyici karşılığı değildir. Kendi payıma, bu yapıtların ve benzerlerinin, en az Attilâ İlhan’ınkiler kadar etkili olacağını düşünüyorum yarın. Attilâ İlhan, gününe karşılık getirebilmiş bir şa ir ve yazardı. Bugün gücünü bu özelliğinden devşiren yapıtının, gelecekteki handikapı aynı özelliği olabilir. Tanpınar, tam tersine, yaşadığı yıllarda derinliği seçilememiş, fark edilememiş bir yazardı, ölümünden hayli sonra etki alanı genişledi. Ününü rahatsızlık yaratmasına, yapıtının tepki doğurucu boyutlarına borçlu olan Gide, yaşadığı zaman diliminin ortalaması yok olunca, gerçek yazınsal değeriyle yeni okurların karşısına geçeceğini biliyordu: "Yeniden okunmak için yazıyorum ben", boşuna dememişti. İşte tılsımlı ölçü: Kimlerin yapıtları yeniden okunacak, ileride? Bir yapıta dönülmesini sağlayan gizilgüç, çoğu kez, kendi gününü hiçe sayan bir bakış açısı taşımasında biçimlenir. Yazarken göze almayı gerektirir. Yaşarken. Haftanın kitabı: Nesi var nesi yoksa Mehmet Taner cı, hanımeli kokan, havuzlarında balıkların yüzdüğü, çiçekler arasında tavus kuşlarının gezindiği köşkler teker teker yıkıldı, yerlerine beton hançerler saplandı. Hiç kimse kusura bakmasın ama, ‘‘Laz müteahhitler’’ yedi göbek İstanbullu olduğunu söyleyen o köşklerin sahiplerinden İstanbul’un raflarında birer biblo gibi duran o güzelim köşkleri zorla alıp yıkmadılar!.. MÜZE 1 YAŞINDA Yok, yok!.. Konumuz bu değil bu hafta. İstanbul Oyuncak Müzesi 1 yaşına girdi... Geçen yıl, Göztepe ve Erenköy tren istasyonları arasında kalan tarihi bir köşkte büyük bir heyecan yaşanılıyordu; İstanbul, tarihinin ilk oyuncak müzesine kavuşuyordu. İyigün Özütürk’ün olağanüstü çabaları ve sahne tasarım sanatçısı Ayhan Doğan’ın yaratıcılığıyla 15 yıllık düşüm gerçekleşiyor ve Oyuncak Müzesi’nin kapısından içeri ilk ziyaretçiler giriyorlardı... Eh, izninizle bugün ben susuyorum ve sözü düşüncelerini, duygularını müze defterine yazan birkaç ziyaretçiye bırakıyorum: ‘‘Bu mukaddes çalışmanız için ne kadar övünseniz azdır. Siz ve çalışmalarınız memleketteki bunalmış insanlara, ormana ve denize bakan bir pencere açmış, bir ışık olmuştur. Öyle bir oyuncak vardı ki, bırakın çocukluğu, beni bebeliğime götürdü, çok duygulandım, sizinle de gururlandım... M. Can Çığrı...’’ ‘‘Annemi de getirmeliyim bu Çizgilerin Dansı/Lütfü Çakın/ Kendi Yayını/174 s. 1962 Ergani doğumlu Lütfü Çakın, 1979 yılında İzmir’e yerleşti. İzmir Fuarı’nda portre karikatür çizmeye başladı. 1986’da Yeni Asır gazetesinin, Eflatun Nuri’nin yönetimindeki haftalık mizah eki ‘Gıcık’ta çizgileri yayınlanmaya başladı. Çakın kitabında; Ergani’de başlayan, çok kısa bir süre İstanbul’da, sonra da İzmir’de süren yaşamını, karikatürle ilişkisini, bu süreçte tanıştığı, portrelerini çizdiği “ünlü”leri akıcı bir dille anlatıyor. Semih Poroy, kitaba yazdığı önsözde şöyle diyor: “Lütfü Çakın’ı İzmir’deki TÜYAP Kitap Fuarı’na gidişlerimde tanıdım. Karikatürcüler Derneği standında alçakgönüllü davranışlarıyla, güler yüzüyle insanları karşılıyor, bazı ziyaretçilerin karikatürportrelerini çiziyordu. İşlek bir bileği vardı. orta sayfa çizimleriyle dikkat çekti. ‘Çanakkale Geçilmez’, Güzel Sanatlar Akademisi mezunu Ersin Burak’ın Çanakkale Savaşı’nı konu alan çizgi romanı. Portreleri, hem de renkleyerek bir çırpıda çizip bitiriveriyordu. Kitap fiyatlarına bakmaktan gerilmiş yüzleri yumuşatıyordu!(...)” Çizgilerin Dansı, yaşamını salt sokak sanatçılığı yaparak sürdürmek gibi bir güzel inadın peşinde dolaşan Lütfü Çakın’a yakından bakma fırsatı veriyor. İsteme adresi: lcakin@mynet.com kütüphanemizde yer almasının uygun olacağını düşündük. Zira söz uçar, yazı kalır. Elimizde bulunan video bant kayıtlarını çözümledik ve gerekli düzeltmeleri yaptıktan sonra bu kitabı oluşturduk” diyor Prof. Dr. Engin Ataç. Çanakkale Geçilmez/ Ersin Burak/ Rodeo Yayınları/ 64 s. Aşk Çetesi/ Kemal Tahir/ İthaki Yayınları/ 128 s. ‘Aşk Çetesi’, Kemal Tahir’in kendi adını kullandığı tek tefrika romanıdır. Ressam Zeki Çizer ve şair Keramet Eşkin zar zor para kazanan, bohem bir hayat sürdürmekten hoşlanan iki delikanlıdır. Şair Keramet Eşkin, günün birinde genç bir kadına büyük bir aşkla bağlanınca, bu iki delikanlının hayatı tümüyle değişir. Olmayan bir definenin peşine düşerek yaşamlarını kurtarmaya çalışırlarken asıl defineyi, yani kendi hayatlarını keşfeden iki gencin komik maceralarını anlatıyor. Atatürk’ü Anarken/ Anadolu Üniversitesi Yayınları/ 96 s. Bu kitapta, Anadolu Üniversitesi’nde gerçekleştirilen Atatürk anmasında yapılan konuşmalar yer alıyor. “Birbirinden değerli bu konuşmaları kitap haline getirilerek 1946 yılında Adapazarı’nda doğan Ersin Burak, çizerliğinin ilk yıllarında reklam ajansı işleri yanında Hayat, Pazar, Foto Magazin, Ayna gibi dergilerde karikatür, vinyet gibi çizimler yaptı. İlk olarak 25 Kasım 1970’te haftalık yayımlanan Tarkan dergisine resimlediği kapak ve ‘TürkAlman Yazarları Atölyesi’ Kültür ServisiYeni Doğu’ etkinlikleri çerçevesinde Feridun Zaimoğlu ve Sibel Arslan Yeşilay danışmanlığında gerçekleştirilen ‘TürkAlman Oyun Yazarları Atölyesi’nin ürünleri okuma tiyatrosu olarak izleyici karşısına çıkacak. Üç genç Alman ve Türk oyun yazarının tasarı kapsamında yazdığı oyunlar 29 Nisan günü saat 19.00’da Düsseldorf’taki Forum Freies Theater (FFT) sahnesinde yazarların da katılımıyla okunup tartışılacak. Atölye çalışmalarına seçilen Carsten Brandau, Cengiz Bayazıt ve Müşerref Öztürk, ‘Genç Yazarların Uzun Gecesi’ adı altında düzenlenen programda oyun yazma süreçlerini anlatacaklar.