22 Kasım 2024 Cuma Türkçe Subscribe Login

Catalog

14 C öykü KULE CANBAZI SUNAY AKIN 21 NİSAN 2006 CUMA Masal Bu Ya!.. mün sağlamlığından iyice emin olunca kuleye yakın evlerin birinin çatısında beklemekte olan arkadaşına fırlatır teli. O da, bir harekette yakaladığı teli yanında getirdiği tele ekleyerek az ötedeki evin çatısında bekleyen arkadaşına doğru fırlatır. Bu hareket, çatıdan çatıya devam eder ve bir ucu Galata Kulesi’ne bağlı olan tel böylelikle deniz kıyısına kadar ulaşır... Kuledeki adama yardımcı olmak için çatılara çıkanların hepsi de, bir hamlede yakalar fırlatılan telleri. Çünkü onlar, İstanbul’un iki yakasına dizili iskelelerin çımacılarından başkaları değildir! Çatılarda düğümlenerek kıyıya gelen tel, beklemekte olan motordaki telle birleştirilir. Atılması gereken bir düğüm daha vardır Ve motor, dev gemilerin sessizce geçtiği Boğaz’ı hınzır bir çocuk gibi gürültüye boğarak Kız Kulesi’ne doğru yola koyulur. ‘CANBAZHANE’ DOSTLARI Her şey hazırdır artık. Yaklaşık iki saat içerisinde bir tel çekilmiştir Galata Kulesi’nden Kız Kulesi’nin tepesindeki bayrak direğine. Beyoğlu’ndaki ‘‘Canbazhane’’ adlı barda aylar süren toplantıların sonuna gelinmiştir. Kimler yoktu ki, tel üstünde yapılacak gezinin düşlendiği o toplantılarda; canbazlar üzerine bir film yapmayı düşünen Rıza Sönmez, ‘Seyahatname’sinin bir bölümünde Ankara’daki canbazları anlatan Evliya Çelebi, Bakırköy’de 1750 kişilik çadırda gösteriler yapan unutulmaz canbaz Rıfat Telgezer, bir şiirinde son dileği asılacağı ipin üstünde yürümek olan canbaza yer veren Sunay Akın, ‘İnatçı Kahraman Ağa’ adlı kitabında İstanbul’un iki yakası arasına çekilen telde yürüyen canbazı anlatan Jules Verne ve daha niceleri... Kuledeki adam, dolunay ışığı altında uzanan telin üstünde ilk adımını attığında kendisi için artık geri dönüş olmadığını çok iyi bilmektedir. Galata’nın kedileri ürkek bakışlarını kuleye çevirdiklerinde telin üstündeki adamı dolunayın tam ortasında görürler. Elindeki denge çubuğuyla tüyleri yolunmuş bir kuşa benzetirler cambazı. Etyemez olduklarına bir kez daha şükrederler. Çünkü ninelerinden, kuşları yemelerine kızan dev bir kuşun kulede yaşadığının ve yıllar önce yuvasından çıkarak üstlerine saldırdığının öyküsünü dinlemişlerdir. Bu masala inanmayan bir kedi kulenin üst katlarına çıksa da, duvardaki bir kabartmada dev kuşun resmini görünce basamakları altışar yedişer atlayarak canını zor kurtardığını ciğercinin önünde toplanan arkadaşlarına her seferinde anlatır. S AHMET ÜMİT S orgu odası alacakaranlık içinde. Nazmi, uzun masanın ucuna oturmuş, ben sol yanındaki iskemledeyim, yardımcım Ali ayakta. Tepedeki lamba, sadece Nazmi’nin yüzünü aydınlatıyor. Nazmi’nin geniş alnında ölgün bir parıltı var, çukura kaçmış gözleri karanlıkta... ‘‘Başını öne eğme’’ diye uyarıyor Ali. Öfkeli değil, görevini yapan bir polisin olağan otoriterliğini taşıyor sesi. Nazmi’nin karşı çıkacak hali yok, usulca kaldırıyor başını; sevincini yitirmiş ela gözleri çıkıyor ortaya. Işık sert gelmiş olmalı, gözlerini kırpıştırıyor. Yüzünde en az iki haftalık sakal. Sakal çizgisinin başladığı yerden bir parmak yukarıda, sol gözün çukurunun altındaki yara, siyah bir leke gibi duruyor. Sorgu odasının sessizliğini bizim Ali’nin sözleri bozuyor. Eliyle masanın üzerindeki siyah Browning’i göstererek, ‘‘Kendini de bununla mı vurdun’’ diye soruyor. Nazmi’nin ezik bakışları önce Browning’e, sonra Ali’ye dönüyor. Başını usulca sallayarak onaylıyor. ‘‘Onunla...’’ ‘‘Beylik tabancan mı?’’ diye giriyorum araya. ‘‘Beylik tabancam, başkomiserim.’’ ‘‘İyi silahmış’’ diyorum, ‘‘Teşkilatta sevilen biriymişsin. Dosyanı okudum, takdirnameler, ödüller... Amirlerin senden çok memnun. Herkes hakkında iyi konuşuyor.’’ Hiç tınmadan, öylece dinliyor Nazmi. Bir ara bakışları masanın üzerindeki sigara paketine kayıyor. Paketi alıp ona uzatıyorum. ‘‘Yaksana...’’ Titreyen elleriyle bir sigara çekip, kurumuş dudaklarının kenarına yerleştiriyor. Uzanıp yakıyorum. O sigarasından derin bir nefes çekerken ‘‘Kimse senin yaptığına inanmıyor’’ diyorum. ‘‘Nasıl oldu bu iş?’’ Feri kaçmış ela gözleri boş boş dolanıyor yüzümde. Sanki çare olurmuş gibi yeniden derin derin çekiyor sigaranın dumanını ciğerlerine. ‘‘Bilmiyorum başkomiserim...’’ diyor sonunda. ‘‘Bilmiyorum’’ diye tekrarlarken ciğerlerinde unuttuğu dumanlar kendiliğinden süzülüyor dışarıya. ‘‘Oldu işte...’’ ‘‘Yani sen yaptın?’’ Buruk, pişmanlık yüklü bir sesle yanıtlıyor. ‘‘Ben yaptım...’’ Neden onu sorguluyoruz; gerçek gün gibi ortada. Adam da inkâr etmiyor zaten. Niye ona daha fazla acı çektirelim? Ama müdürümüzün uyarısı var. Son günlerde polisler hakkında basında çıkan olumsuz yazılar, kılı kırk yarmamıza yol açıyor. Ali de müdürümüz gibi düşünüyor olacak ki sorguya yeniden başlıyor: ‘‘Neden yaptın?’’ Nazmi yanıt vermek yerine sigaraya sığınıyor. Ama Ali onu rahat bırakmıyor. ‘‘Cinayet gecesi karınla tartıştınız mı?’’ Ali’nin yüzüne bakmadan yanıtlıyor Nazmi. ‘‘Tartıştık...’’ ‘‘Konu neydi?’’ ‘‘Hatırlamıyorum... Son günlerde hep tartışıyorduk...’’ Ali, avını kıstırmanın yollarını arayan bir avcı gibi Nazmi’nin tepesinde durmuş bir açık yakalamaya çalışıyor. ‘‘Kıskanıyor muydun karını?’’ Ali’nin sorusunu ben bile yadırgıyorum, Nazmi isyan edecek diye düşünüyorum, yapmıyor. ‘‘Kıskanırdım...’’ diyor. Sesi yorgun, çaresiz, tükenmiş bir adamın ruh halini yansıtıyor. ‘‘Hoşuna giderdi onu kıskanmam...’’ Kederle gülümsüyor; içten içe öldürdüğü karısıyla konuşur gibi... Çok sürmüyor bu. ‘‘Yanlış iz üzerindesin komiserim,’’ diyor. Başını kaldırmış Ali’ye bakıyor. Ne söylediğini bilen bir adamın kararlılığı var yüzünde. ‘‘Karımı kıskandığım için öldürmedim. Sandığın gibi değil...’’ ‘‘Peki ne o zaman?’’ ‘‘Oldu işte’’ diyor Nazmi... ‘‘Kader...’’ Yeniden sigarasından derin bir nefes çekiyor. on görevlinin kuleyi terk ettiğinden emin olunca gizlendiği yerden çıkar. Yanında getirdiği teli sırtlayarak kulenin son katına ulaşmak üzere adımlamaya başlar basamakları. Bir an durur ve geriye bakar. Hezarfen Ahmet Çelebi gelir aklına o an. Onun da kendisi gibi omuzlarında kanatlarının ağırlığıyla basamakları çıkarken durup, geriye bakıp bakmadığını düşünür. ‘‘Bakmıştır’’ diye geçirir içinden: ‘‘Hezarfen de kuleyi dolanan basamaklara bakmıştır. O da benim gibi merdivenden yürüyerek inmeyeceğinden emindi yalnızca!..’’ Kulenin fırdöndü balkonuna çıktığında herkesin yatak odasına çekildiği İstanbul karşılar kendisini. İnsanlar kim bilir kaçıncı uykularındadır? Yatakların başuçlarında duran çalar saatlerin seslerini duyar tek tek. Hepsinin aynı zamana kurulup bir araya getirildiğinde çıkacak sesi düşünerek ürperir. Peki ya, yorgun insan başlarının yastıklarda bıraktığı çukurlar?.. Onların derinliği bir araya getirilince bir uçurum oluşmaz mı?.. ‘‘Büyük bir ses bombası var İstanbul’da’’ diye seslenir gördüğü ilk martıya ‘‘Dünyanın en derin uçurumu da bu kentte’’. ‘ÖZGÜRLÜĞÜMÜ GERİ VERİN’ Dolunay bir çember gibi görünür gözüne. O gece, gözüne uyku girmeyen Gülhane Parkı’nın yaşlı arslanı da kendisiyle aynı düşüncededir. Kafesiyle birlikte parkın bir köşesine bırakılmadan önce böyle bir çemberin içinden atlayamayışıyla alay eden izleyicilerin kahkahaları gelir kulağına. Onca yıl para kazandırdığı sirk patronu, çadır sökülürken nasıl da acımasızca bu kentte bırakılmasına karar vermişti!.. Açlıktan ölmek üzereyken yiyecek getiren İstanbullulara haksızlık yapmak istemiyordu. Yaşlı arslan ‘‘İyi ki hayvanları seven bu kentteyim’’ diye kükreyerek uykuya dalar. Taşıdığı teli Galata Kulesi’nin fırdöndü balkonunun korkuluğuna bağlayan adamı bir tutuklu daha görür. O, kelebeklerin görülmez olduğu bu kentte, otomobil hırsızları kelebek camlarını kırarlarken, egzoz dumanıyla kanser olan ciğerlerinden kan kusa kusa bağırır: ‘‘Özgürlüğümü geri verin bana. Unkapanı Köprüsü’nün Haliç’e çakılı demirparmaklıklarının ardından kurtarın beni. Karaköy’den bakıldığında Yeni Cami’nin güzelliğini engeleyen o beton tümseği kaldırın ve beni eski yerime taşıyın.’’ Yerinden sökülerek Haliç hapishanesine gönderilen tarihi Galata Köprüsü’nün haykırışını duymaz kuledeki adam. Düğü ‘‘Nasıl kader?’’ diyor Ali. ‘‘Nasıl olacak bildiğin kader...’’ Artık boşvermiş bir adamın özgüveni var sesinde. Bana dönüyor. ‘‘Başkomiserim siz daha iyi bilirsiniz, bizim meslek zordur.’’ Sessiz kalarak onaylıyorum onu. Ali bana hiç katılmıyor. ‘‘Polislik zor’’ diye gürlüyor, ama çekip karımızı, kızımızı öldürmüyoruz diyecek oluyor, söyleyemiyor. Bakışlarını Nazmi’den kaçırarak ‘‘Ama her kafamız bozulduğunda silahımızı çekip yakınlarımızı vurmuyoruz’’ diye tamamlıyor. Nazmi’nin güveni anında kayboluyor, başını öne eğerek gözlerini saklamayı seçiyor. Ali’nin açtılar. Bir arkadaşım yaralandı, zamanında eğilmesem ben de vurulacaktım. Neyse, sokağı olduğu gibi kuşattık. Kimi gördüysek toparladık ama kadının çantasını bulamadık. Akşam üzeri emniyete döndüğümüzde müdürden de sağlam bir fırça yedik; ne beceriksizliğimiz kaldı, ne salaklığımız... Anlayacağınız o kafayla geldim eve. Karım ne zaman bulaşık makinesi alacağız diye karşıladı beni. Üstelik daha yeni aldığımız televizyonun taksiti bile bitmemişken... Tartışmak istemedim... İçeri yürüdüm. İçerde kızım ağlıyordu. İki yaşındaydı... Acıkmış olmalıydı. Ben aç değildim, yorgundum. Kafamın içi arı kovanı P O R T R E 1960’ta Gaziantep’te doğdu. 1983’te Marmara Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’nü bitirdi. Daha sonra Moskova’da Sosyal Bilimler Akademisi’nde eğitim gören Ahmet Ümit, edebiyat alanına şiirle girdi. İlk şiirleri Adam Sanat dergisinde yayımlandı. Şiir, öykü ve yazılarını Cumhuriyet Kitap, AHMET ÜMİT Adam Sanat, Yine Hişt, Öküz dergilerinde ve Yeni Yüzyıl gazetesinde yayımladı. İlk kitabı Sokağın Zulası bir şiir kitabıydı. Ahmet Ümit, birbirini izleyen polisiye romanlarıyla Türk edebiyatında haklı bir yer edindi. Ahmet Ümit’in Masal Masal İçinde adlı bir de çocuk kitabı bulunuyor. Ona susmasını söyledim... Belki söylemedim de, söylediğimi zannettim, ama o üzerime yürüdü. Elleriyle bana vurmaya başladı. Bilmiyorum, belki vurmadı da bana öyle geldi. Vursa bile önemsemedim, önemsemezdim... Benim kurtulmak istediğim karım, kızım değil, kafamın içindeki arıların vızıltılarıydı... Elim ne zaman tabancama uzandı, ne zaman kılıfından çıkardım, ne zaman tetiğe bastım bilmiyorum. Ardı ardına patlayan mermilerin gürültüsü kafamın içindeki arıları korkutup kaçırıncaya kadar ateş ettiğimi biliyorum sadece. Ben karımla kızıma ateş etmiyordum, sadece arıları kaçırmak istiyordum. Ama gözlerimi açtığımda, onların kanlar içinde kıvranan bedenleriyle karşılaştım. Ne yapacağımı bilemedim, bu kez tabancayı kendime çevirdim, bastım tetiğe. Ama olmadı, ölmedim. Öldürmeyen Allah, öldürmüyor işte.’’ Bir süre sessiz kalıyor, gözlerini yüzüme dikerek tamamlıyor. ‘‘İşte böyle oldu başkomiserim. Gerçek bu. Ama tutanaklara nasıl isterseniz öyle yazın, fezlekeyi nasıl isterseniz öyle düzenleyin. Kaybedecek neyim var ki? Hiçbir hâkim, kendime verdiğimden daha ağır bir ceza veremez ki bana.’’ ??? Ali’ye bakıyorum; tamam mı, duymak istediklerimiz bunlar mıydı? Ama Ali’nin yüzündeki, o çok iyi tanıdığım, katı polis ifadesi değişmiyor. Sanki, iyi de başkomiserim o zavallı kadının, o iki yaşındaki masum çocuğun suçu ne, demek istiyor. Haklı; haklı ama genç. Hele bizim mesleğimiz için çok genç... Katilleri yakalayarak, yasayı uygulayarak suçu, kötülüğü önleyebileceğine inanıyor. Bana gelince, suçu önlemek için suçluyu yakalamanın, adaleti sağlamak için yasayı uygulamanın hiçbir işe yaramadığını karşılaştığım yüzlerce olayda bire bir yaşayarak öğrendim. Keşke öğrenmemiş olsaydım diyorum çoğu zaman, keşke yalan da olsa, dünyada adalet diye bir şeyin var olduğuna inanabilseydim. Ama inanamıyorum. Çünkü insan denen bu tuhaf yaratığı kötülükten uzak tutacak ne bir güç var, ne de bir yasa. İstanbul caddelerinde gezinmek ona fırsat vermeye hiç niyeti yok. ‘‘Onları niye vurdun?’’ diye acımasızca yapıştırıyor soruyu. Nazmi ölü gibi; ne kıpırdıyor, ne de soruyu yanıtlıyor. Ali adamı fena örseleyecek, izin vermemek için ben giriyorum araya. ‘‘Bak Nazmi, sorguyu tamamlamak zorundayız... Bize olanları anlatsan iyi olur.’’ Yeniden başını kaldırıyor, hareketleri öyle yavaş ki kıpırdadığında sanki canı yanıyor. ‘‘Zaten anlattım başkomiserim. Ama madem ki istiyorsunuz tekrar anlatayım: Dün gece eve geldim... Yemek hâlâ hazır değildi. Aynur yandaki komşunun bulaşık makinesi aldığını, bizim ne zaman alacağımızı soruyordu. Yirmi dört saattir görev yapmıştım. Kapkaççılar bir diplomatın karısının çantasını kapmışlar. Tarlabaşı’nda bütün gün kapkaççı kovaladık. Üzerimize ateş gibi vızıldıyordu. Karım, ‘Şu çocuğu kucağına al, görmüyor musun ben yemek hazırlıyorum’ dedi. Yüzümü asmışım. Karım, kızımı kucağıma almak istemediğimi sandı. Halbuki ben sadece yorgundum, kızıma sarılıp uyumak istiyordum. Kızımı kucağıma aldım, ama susmadı. Karım da susmadı. Onları dinlemiyordum, onları duymak istemiyordum, sadece uyumak istiyordum, bir de kafamın içindeki vızıltılar dinsin istiyordum. Olmadı, sanki biri kafamın içindeki kovana çomak sokmuş gibi vızıltılar arttı. Çocuğu yatağın üzerine bırakıp ellerimle kulaklarımı tıkadım. Ama boşuna, vızıltılar dineceğine giderek artıyordu. Hayır artık çocuğumun da, karımın da sesini duymuyordum. Oysa kızım katıla katıla ağlıyordu, karım ise karşıma dikilmiş, çocuğu göstererek bağırıp çağırıyordu. C anbaz, Galata’nın çatılarını geçip deniz kıyısına doğru yaklaşırken, balıkçı motorlarının telin altında karşılıklı olarak arka arkaya dizildiğini fark eder. Şaşkınlığından dikkati dağılır ve bir an sendeler. O sırada, telleri birbirine bağlamak için çatılara çıkan yardımcılarından biri ‘‘Bağışla abi’’ der, ‘‘Ben Rumeli Kavağı iskelesinin çımacısıyım. Önlem olsun diye ben çağırdım arkadaşları.’’ Denizin üstüne geldiğinde balıkçıların altında ağ tuttuklarını görür. İstanbul’un tüm balıkçı ağları suyun üstüne gerilir o gece... Ve balıkçılar ilk kez denizden değil, gökyüzünden bir şey yakalamak için beklerler. İstanbul’un, sabaha kurulu ilk saati bir yatağın başucunda çaldığında, canbaz da Kız Kulesi’ne varmış olur. Düğümler alelacele çözülürken, evlerin mutfaklarında ışıklar birer ikişer yanmaya başlar. Çımacılar iskelelere koşarlar. Telin üstünde yürüyen adam ise kendisini Kız Kulesi’nde bekleyen ‘‘Canbazhane’’ dostlarına sarılarak ‘‘Teşekkür ederim, siz olmasaydınız başaramazdım’’ diyerek, ağlar sevincinden... Ama, Kız Kulesi’nde birbirine sarılan insanların sevinci, Bayazıt Kulesi’nden gelen şu sesle kursaklarında kalır: ‘‘Yaptığınız da bir şey mi?.. Troleybüsler kaldırılmamış olsaydı onların telleri üstünden tüm İstanbul caddelerinde gezinmek daha keyifli olurdu!..’’ O gün, Galata Kulesi’nden Kız Kulesi’ne çekilen tele ilişkin hiçbir haber yer almaz, düşlerin engellendiği televizyon ekranında... Çünkü masal kahramanları Kurtlar Vadisi’nden değil, Kitap Kurtları Vadisi’nden çıkmaktadırlar!..
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear