Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
EKİM P CUMA E R V A S I Z P E R kitap T A V S I Z Enis BATUR Heybeli bir adam onunda, Heybeliada iskelesinden en son vapurla yazı uğurladık. Pastırma yazı umuduyla bekliyoruz şimdi, ama güz birdenbire kapaklanırsa üstümüze boynumuz kıldan ince önünde: Yağmura, yaprak halılarına, bütün rüzgârlara ve ıssız ara sokaklara âşina bir nesle aitiz ne de olsa, gerektiğinde keyifle ürpeririz. Bu yaz, adadaki günlerimizin merkezine matem oturdu. Fatma Tülin’in babasını yitirdik ve uzun sessizlikler örüldü uzun konuşmalarımızın arasına. “Bize ne sizin mateminizden?” diyecek okur çıkar mı, çıkabilir, on(lar)a sorarım: Sizin hiç, Cemal Süreya’nın “Sizin hiç babanız öldü mü?” şiirini okuduğunuz olmadı mı, ben her yıl 25 Eylül’de, babamı anmak için okuyorum. Hepimiz birçok yakınımız çekip gittiğinde tutunacak kol ararız, bu yaz Heybeli kolunu uzattı, olanca yumuşaklığıyla devreye girdi, dışarıdan anlamamışım, meğer bu adanın ne çok cilvesi varmış. İsmet Sungurbey TRAJİK BİR GÖÇ ÖYKÜSÜNÜN KAHRAMANI Okuyarak, yazarak, derin ezgilere kulak vererek geçtim mevsimin içinden. “Ölü Ozanlar Derneği”nin gedikli bir üyesi olarak, ziyaretlerimi savsaklamadım: Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın, Hüseyin ve Turan Batuhan’ın, Ahmet Refik’in izini sürdüm, mezarlarına gittim. Hüseyin Rahmi’yle canyoldaşı Miralay Hulusi’nin odalarına bakarken, yanımdaki müzeevin bekçisi Ali Bey’le kucaklaştık, 87 yaşındaki o Balkan delikanlısı gözyaşlarını tutamadı ve içimi dağladı onu lütfen yazarın şapkasını başınıza koydu diye yargılamayın, trajik bir göç öyküsünün kahramanı Ali Bey, insanları hiç uğruna kırıp dökmeyelim. Pek çok konuğumuz oldu bu yıl, çoğu esrik ayrıldı Heybeli’den. Bizi ağırlayanlar da oldu: Komşularımız Melike ile Balaban, sevgili Baha Tanman, Funda ve Lâl Bener evlerini açtılar. Ünlü Hulusi Bey Köşkü’nde, Saffet Tanman beni yanına oturtarak taçlandırdı, kitabının yayıncısı olduğum için bir kez daha gurur duydum. Saffet Hanım bir anıtinsan, Tanpınar’la yakın arkadaş olduğunu (Huzur’un kahramanlarındandır) biliyordum, ama ilk kez o gece Yahya Kemal’le ilgili anılarını dinledim; yaşamöyküsünü yazıyor, sanıyorum. Spitzer’in sınıfındaymış Saffet Hanım, 1940’larda; en sevdiği sınıf arkadaşının Sabiha Rıfat olduğunu söylediği an ikimiz de bilmiyorduk, bilemezdik aramızdan ayrıldığını, gece yarısını geçe öğrendim, gözümü uyku tutmadı: Oktay Bey’in eşi, dostumun anası diye hiç değil, Sabiha Hanım da bir anıtinsandı. HEYBELİ’DE ÜÇ YAZARDIK... Bu yaz Heybeli’de, Hüseyin Rahmi Gürpınar Lisesi felsefe öğretmeni Can Sayıner’le, otuz yıl öncesinden kadim arkadaşımla yeniden bir araya geldik. Has Cumhuriyet okuru, Deniz Lisesi Edebiyat öğretmeni Rüstem albayla da. Bir dördüncüsü gözümden kaçmadıysa, Heybeli’de üç yazardık: Orhan Pamuk’la, kimbilir kaçıncı küsüşümüzün ardından sulh çubuğu tüttürdük, Yiğit Bener’le sık görüştük, maçları birlikte izledik. Geceleri ya Mavi’de, Nigâr Hanım’ın olağanüstü mutfağında, ya Orası Burası’da, Gökşin’in ayırdığı “loca”daydık çoğunlukla. Kahvelerimizi El Faro’da ya da Kardeşler Kıraathanesinde içtik. Heybeli garip bir “Hulusi sendromu” doğurdu bizim yakada: Hulusi Bey Köşkü, Miralay Hüseyin Rahmi Gürpınar KULE CANBAZI SUNAY AKIN C 15 Yaşamın tacı: acı S air olmak için uyulması gereken kurallar var mıdır? İsmail Uyaroğlu “10 Derste Şairlik” adlı şiirinde “Her şeye şaşarak bakacaksın, doğaya tutkun olacaksın, insanları seveceksin” gibi yedi dizeyi alt alta sıralar ve şair olmanın son üç dersini şöyle sunar okura: 8. Acı çekeceksin 9. Acı çekeceksin 10. Ve acı çekeceksin Şiirin adındaki “şairlik” sözcüğü yerine “ressamlık” ya da “müzisyenlik” yazsak bir şey değişir mi? Şüphesiz hayır. Şaşırmak, doğaya tutkun olmak, insanları sevmek duyarlı her insanın yaşamında yer alır… Ve tabi, acı çekmek! İyi de, bunlar yeterli midir şiir yazmaya, resim yapmaya ya da heykel yontmaya? Ş Hulusi bey derken, bir de “Bayan Hulusi” çıktı ortaya, nasıl derseniz şöyle: Bir gün Ahmet Oktay’la telefonla konuşuyordum, içeriden Tülay Tura’nın sesini duydum: “Sıdıka’yı terk mi ettiler?”. Sıdıka’nın öyküsünü Cumhuriyet Kitap okuru biliyor, şehirdeki çatı komşumuz tekir. Hayır, Sıdıka’yı terk etmemiştik, yazın başında ailesiyle birlikte çekip giden, bizi ekmekte sakınca görmeyen oydu. Karşılığında, Fatma Tülin’in seçtiği ve adını koyduğu Bayan Hulusi’nin bizim evi mesken tutmasına itiraz etmedik. HEYBELİ’NİN HAYVANLARI OKUMAYAZMA BİLİYORLAR Dün gece bir ara baktım da, Ritz’in kral dairesinde sere serpe uyuyordu, bilmem nereye varacak bu iş. Yazın sonunda adanın hayvanları mahzun. Herkes yazlıkçılar gittiği, beslenme sorunu doğduğu için böyleler sanıyor sanırım, tam öyle değil: Heybeli’nin hayvanları okumayazma biliyorlar, İsmet Sungurbey’in ölümünü öğrenmiş, yasa duruyorlar. Ama burada başka İsmet beyler, hanımlar olduğunu söylemeliyim, yalnız bırakmıyorlar hayvanları. Plati çıktığında, tuhaf bir üzüntüm olmuştu: Kitap Yassıada’da satılmayacağı, okunmayacağı için. Plati’yi neyse ki ada bayilerinde gördüm. Orhan Türker’in ada kitaplarını da. Sanırım, Schlumburger’in Prens Adaları da satışta hâlâ. Gelgelelim, Nejat Gülen’in yetkin Heybeliada’sı piyasada hiç bulunmuyor. Nejat Bey, bir de albüm yayımlamış Heybeliada hakkında, bir zamanlar. Tezelden her ikisi de yayımlanmalı. Ahmet Refik’in güzelim “Gönül”ü(1932) de.Heybeli, heybetli bir kitap aslında. ‘KANLI DÜĞÜN’ Lorca, “İçiniz kor gibi yanarken susmak acıların en beteridir” der, “Kanlı Düğün” adlı eserinde. Öyleyse sanat eserleri, susan acılı insanların haykırışlarını dile getirirler.. Onları üretenler de, sessizliği bozanlar, yani sanatçılardır. Başkasının acısını yüreğinde hissetmek!.. Böyle olmasaydı, Nâzım Hikmet, faşist Mussolini’nin çizmeleri altında ezilen bir Habeş gencinin diliyle “Taranta Babu’ya Mektuplar”ı yazar mıydı? Şair, İsmail Uyaroğlu’nun üç kez yinelediği “acı çekeceksin” maddesinin birini üzerine almalıdır. Geriye kalan, çektiği iki acı, başkalarının acılarıdır. Acıyı doğuran zevktir. Ben buna inanıyorum. Siz inanmazsanız Balzac’ın da benim safımda olduğunu bilin. Şüphesiz ki, bu düşünceyi paylaşan yalnız ikimiz değiliz. Bakın, Bernard Shaw’un da söyleyecekleri var bu konuda: “En aşırı zevklerin sürdürülmesi doğurur en dayanılmaz acıları.” Shaw’a göre, bir yaşam yaratmak ne denli güç ve acılı ise, başkalarının yarattığı yaşamı çalmak da o denli kolaydır. Acılar üst üstedir yaşantımızda. Daha büyük acıların korkusu hafifletir diğerlerinin ağırlığını. İnsana dayanma gücü veren de bu korkudur. Bir de şu var: Bize acı verenler, bunu önceden açık açık söyleselerdi, çektiğimiz acılar daha hafif olurdu. Öğrenilebilen bir şeydir acı. Bu yüzden okullara bir “Acı Dersi” konulmalıdır!.. Ve kitaptaki ilk konu, Nazilerin toplama kampları olmalıdır. Acılar unutulmak için vardır. Yaşamın bu baharatını lezzete dönüştüren de, Mevlana’ya göre sevgilinin ta kendisidir. George Sand da, acıların en değerlisini, lezzetlisini sevmenin verdiği acı olarak tanımlamıştır. Ama unutulmayan, ıstıraba dönüşen acılar da yok değildir. Sunay Akın’ın dizelerini anımsamanın sırasıdır: Geçim parası için nice yaşlının eski İstanbul evlerinden getirdiği eşyalar üstüne kâr koyulup satılıyor antik acılar çarşısında Juan Gelman, Paris’te bir parkta otururken, üstlerine ağ atarak güvercinleri toplamakta olan görevlileri seyre dalar. Pislikleri binaların dış yüzeylerine ve heykellere zarar verdiği için Paris’te sevilmez güvercinler… Birden, yaşlı bir kadın şemsiyesiyle saldırır güvercin timine! Görevliler, bir hayvansever sandıkları kadını sakinleştirmek için banka oturturlar ve sorarlar: “Bayan bunu neden yaptınız?” Kadının verdiği yanıt soğuk duş etkisi yaratır yüreklerde: “Oğlum öldü…” ‘ÇÜNKÜ OĞLUM ÖLDÜ’ Bu söz üzerine tüm başlar devrilir hüzünle… Bir görevli: “Çok üzüldük ama bize neden saldırdınız?” Kadın titreyen sesiyle: “Çünkü oğlum öldü, güvercin oldu…” Uzun süren sessizliği bir başka görevlinin çıkışı bozar: “Bakın hanımefendi güvercinler orada. Hangisi oğlunuzsa gidin alın, biz de işimize bakalım.” Kadın, yaşlı gözlerini güvercinlerden ayırmadan konuşur: “Hangisi oğlum bilmiyorum. Hem bilsem de, ayırır mıyım hiç onu arkadaşlarından!..” Evlat acısı… Budur işte acıların en büyüğü. Victor Hugo ne de güzel söylemiş: “Çocuğunu kaybeden anne için her gün ilk gündür. Bu acı hiç yaşlanmaz.” Ahmet Refik RUHR TRİENALİ’NDEN GÖZLEMLER Şiddet ve iktidar düşleri ZEHRA İPŞİROĞLU KÖLN – Yaşam, barok yazar Calderon’un söylediği gibi, gelip geçici bir düş mü, yoksa iktidar ve şiddet oyunlarının oynandığı bir karabasan mı? Bu yıl ki Ruhr Trienali, Johan Simons’un sahnelediği Calderon’un “Bir Düştür Yaşam” adlı oyunuyla açılışını yaptı. Hollandalı ve Belçikalı oyunculardan oluşan NT Gent Tiyatrosu’nun sergilediği bu oyun bugüne gönderme yapan vurucu bir kara güldürü. Kral Basilius kötü falların ve düşlerin korkusuyla yıllarca tutsak ettiği oğlu Sigismund’a bir günlüğüne özürlüğünü geri verir. Amacı onu denemektir, özgürlüğünü hazmedebilirse, krallığı ona bırakacaktır. Ne var ki oğlu yıllar yılı haksız yere tutsak yaşamanın acısını çıkararak, ortalığı yakıp yıkacaktır. Bu kez onu tutsak yaşamına geri gönderen bir düş değil, yasalardır. Şiddetin şiddeti doğurduğu bu yıkıcı dünyanın bekçisi kralın sağ kolu Clotaldo’dur. Başında takkesi, ayağında takunyalarıyla köktendincileri andıran Clotaldo, acılar içinde kıvranan prensi yola getiren bir hayvan terbiyecisi, acımasız bir işkenceci, bir gardiyan olarak dehşet saçar. Şiddet ve kötülüğün kaynağı aslında prensin kişiliği değil, onu tutsak edenlerin ve güdümleyenlerin korkuları ve karabasanlarıdır. İKTİDARIN KURALLARI Gladbeck’deki bir makine fabrikasında 50 metrelik iki katlı devasa bir sahnede oynanan oyunda, kuklalar gibi oradan oraya savrulan insanlar tır artık. Bir an bir aydınlanma olur oyunda, belli belirsiz bir umut sezilir, yaşamın başka türlü olabileceği umudu... Ama bu çok kısa bir andır. Çünkü Sigismund başa geçtiğinde, gene iktidarın kurallarına göre oynayacaktır. İlk etkinliği devrimcileri hapse attırmak olur. Şiddet ve iktidar düşlerinin tek geçerli değer olduğu bu erkil dünyada içini kemiren korku, başka bir seçenek tanımaz ona. Korkuyla başlayan oyun, gene korkuyla sona erer. İktidar mekanizması sürüp gidecek, kimse onu durduramayacaktır. Yaşam bir iktidar ve şiddet düşünden başka bir şey değildir. Prens de diğerleri gibi bu düşün içinde oradan oraya savrulan bir kukladır, bir an uyanır gibi olsa da, bu düşü durdurabilecek gücü yoktur. Oyunda iktidar ve şiddet mekanizması yabancılaştırmaya dayanan bir oyunculuk anlayışının, sahnede gösterilenlerle çelişen çarpıcı bir müziğin, türlü ses ve ışık oyunlarının iç içe girdiği bütüncül bir sahne anlayışıyla sergileniyor. Sahnenin ortasında yer alan altı kişilik küçük orkestra oyunun odak noktasını oluşturuyor. En etkileyici olan da, paslanmış makinelerle çevrili olan bu devasa mekanın kullanımı. Her yıl yaz aylarında başlayan ve sonbahara değin uzanarak sanatın çeşitli dallarından etkinlikler sunan Ruhr Festivali’nin özelliği, bu bölgedeki eski fabrikaları, terkedilmiş yerleşim alanlarını keşfederek sanatın yeşerebileceği yeni mekanlar yaratma. Böylece mekan/insan ilişkisinden yola çıkarak deneysel çalışmalara yol açma. NT Gent Tiyatrosu’nun mekanla bütünleşen bu ilginç gösterisi de bu anlayışın çarpıcı bir ürünü. Lozan’da Türk soprano ANKARA (AA) İsviçre’nin Lozan kenti, Cumhuriyet Bayramı’nda bir sopranoyu ağırlayacak. Devlet Opera ve Balesi sanatçılarından Soprano Gölge Şekeramber, Lozan’da düzenlenecek resepsiyon öncesinde konser verecek. Ankara Devlet Opera ve Balesi’nin 33 yıllık sanatçısı Gölge Şekeramber, Türkiye’nin Cenevre Başkonsolosu Cemil Karaman’ın davetiyle İsviçre’ye gidecek. Şekeramber’in Lozan’da 30 Ekim Pazartesi günü 500 kişilik kordiplomatik ve seçkin davetlilerden oluşan topluluğa konser vermesinin ardından Cumhuriyet Resepsiyonu gerçekleştirilecek.Gölge Şekeramber, konserde, Rahmaninov’un “Aleko’’, Puccini’nin “Gianni Schicci’’, Stolz’un “Venüs’’, Loewe’nin “My Fair Lady’’, Gershwin’in “Porgy ve Bess’’, Poulenc’in “Valse Chantie’’, Selman Ada’nın “Ali Baba ve Kırk Haramiler’’ eserlerinden aryalar seslendirecek. Anonim İbrani şarkısı “Hava Nagila’’, Çerkin’den Bulgar halk şarkısının da sunulacağı konserde, Gaziantep türküsü “Gaziantep Yolunda’’ ile Ege türküsü “Efem’’ de yer alacak. Sanatçı, böylece konserinde seyirciye İtalyanca, İngilizce, Bulgarca, İbranice, Almanca, Rusça ve Türkçe seslenecek. öylesine küçülmüşler ki, sahneye serpiştirilmiş olan insan boyu bez bebeklerden ayırt edilemiyorlar. Konuşmaları da, türlü ses efektleriyle, mekanın yarattığı yankılanmalarla bütünleşerek bin bir parçaya bölünüyor, havada uçuşan sözcükler Peter Vermeersch’in hazırladığı rönesans, barok ve modern müziğin karıştığı bir müzik kolajının içinde yitip gidiyor. Tepeden tırnağa pembelere bürünmüş bir tenor, ipek gibi yumuşacık sesiyle sahnede gösterilen karabasan imgeleriyle çelişen bir karşıtlık yaratıyor. Gerçeküstü imgelerin ve romantizmin, karagüldürünün ve masalımsı olanın iç içe girdiği bir dünya... Oyunun sonuna doğru ayaklanan halk tutukevinde çürüyen prensi kurtararak krallığı devirir. Ama prens devrimcilerin düşlerine kaptırmaz kendini. Başkalarının oyuncağı olmaktan bıkmış Tunceli’de yıl sonra sinema açıldı TUNCELİ (AA) Tunceli’de, 25 yıl aradan sonra bir iş adamı tarafından 475 bin YTL harcanarak sinema açıldı.Tuncelili müteahhit Metin Aras, Okullar Caddesi’nde faaliyet gösterecek sinemanın açılışında, 1981 yılında ildeki son sinemanın da kapatılmasının ardından, Tunceli’de sinema konusunda büyük bir eksiklik oluştuğunu söyledi Aras daha sonra şunları söyledi: “Tunceli’de sinemalar 1980’li yıllarda kapandı. İlimizde yıllardır bu anlamda büyük bir eksiklik hissediliyordu. Kar amacı gütmeden ilimiz insanına hizmet amacıyla sinema açtım. “Aras’ın konuşmasının ardından “Babam ve Oğlum’’ adlı film izleyicilerle buluştu.