15 Kasım 2024 Cuma Türkçe Subscribe Login

Catalog

15 ARALIK. 2002. SAYI 873 11 de üstelemedim. Gitmck istiyordu. I Iayır, hayır, meraketmedimhiç ondan sonraki hayatını. Ama ne yapacağını, neler yazabileceğini düşünmedım deği l. Tanışmamız şöyle oldu: Aynı bıırada sızinle oturduğumuz gibi. Ben buradaydım, o da, tıpkı sizin gibi karşıdan bana bakarak geldi. Birarkadaşımızvasıtasıylatanışmıştık. Birbirimizi ilk kez görüyorduk. Hepokonuşmuştu. "Güzel bir insan", diye geçirmiştim içimden. Amcamın yanında kalıyordum. Biçkidikiş işiyle uğraşıyordunı. Oğuz, 20 yaşında olmalıydı. Öğrenciydi henüz. Amcam, "Biz seni oralara terzi olasın dıyc göndermedik," demiş; Ingiltere'ye okumaya gitmemi istemışti. 58'degıtmıştim Londra'ya. Gitmcdcn birkae giin önce tiyatroda karşılaşmıştık. O günlerde Oğuz, bize gelip gidiyordu. Bir giin amcama bunu açnıış, Oğuz'uanlatmıştım. Yemeğedavet etmiştik; amcamın hoşuna gitmişti. lki y ıl sonra döndüın. Ama sonradandörtyıllıkeğıtımımitamamlanıadım. Oğuz, ilk buluşmamızda evlennıe teklif etti. Kabul ettinı. 196rdcdeevlcndik. tşle ilgili yanlış şeyler yapıyorlardı. Uyan gibi değıl de, düşüncemisöylenıiştimyalnızca: Birbaşkasının kurduğu işe sahıp olmak hayırgetirmez...Sonrasında,"Fikriye, haklıymış" gibısınden bir söz etnıiş. Zorgünlerimizdi.ogünler. Ben, geçim gailesiyle ilgileniyordum. Onun ne yaptığını bilmiyordum bile. Dıijandanonatazyiklergeliyordu; 'Oğuz,yaz,yaz,' diye. Belki benden de böyle bir şey beklıyordu. Yazdıklarına ilgi, destek, övgü... Yo, hayır, övgü yapamazdım Oğuz gibi birine. Hele ona... O kadar zekı, kavrayışlı bırıydi kı; böyle bir şey ona haksızlık olurdu. Hani ben de yapnıazdını. Bef*" OGUZ ATAY 12 Ekim 1934'te Inebolu'da doğdu. Babası, CHP milletvekilliği yapmış olan hukukçu Cemil Atay'dır. Atay, 1939'da, ailesiyle Ankara'ya geldi. Ortaöğrenimini Ankara Maarif Koleji'nde tamamladı. İTÜ Inşaat Fakültesi'ni bitirdi (1957). Istanbul DMMA Inşaat Bölümü'nde öğretim üyeliği yaptı. Topografya ve yol inşaatı dersleri okuttu. 1975'te doçent oldu. Beyninde çıkan bir tümör nedeniyle, bir süre Londra'da tedavi gördü. 13 Aralık 1977'de, Istanbul'da öldü. llk romanı Tutunamayanlar ile 1970 TRT Roman ödülü'nü aldı. Başlıca yapıtları: Roman: Tutunamayanlar, 197172; Tehlikeli Oyunlar, 1973; Bir Bilim Adamının Romanı, 1975; Eylembilim, 1998; Öykü: Korkuyu Beklerken, 1975; Oyun: Oyunlarla Yaşayanlar, 1985;Günlük: Günlük, 1987. na kadar dinlerdi. Eleştiriye açık bırıydi, öğrenmek onıın yaşanıa felsofesiydi adcla. Şımdı diyeceksınizki; "Peki neden ayrıldınız?" Bakın bunu anlatayıın size. Ama bazı şeyleri yazmamanızkoşııluyla. önırünıden yedi yılı silmişlim. 61 'deevlendık 62'de()7gedoğdu. lşyerim vardı. Çocıık vc iş arasında mekikdokuyordum. Keşkeonunla ilgilenseydinı. Okudukları, yazıp ettıklerıyle. Gelip bir yere dayanmıştık. (), bu duvarın ötesinc geçmek, özgür kalnıak istedi. Ben Okuduğun 'Türkiye'nin ruhu'dur Doğrusu, Oğuz Atay eğer bu yazıyı okuyabilseydi, bunu nasıl bir ironiyle karşılayacağını düşünmedim değil. Nelerin yerinde, nelerin yetersiz, hatta abartılı/eksik olduğunu imlemesinin ötesinde, bir yazara/romancıya asıl nasıl/ne yönde bakmamız gerektiğini, bu türden basmakalıp sözlerin, bizlere verilen/sunulan ezberci eğitimin birer yansıması olduğunu, o büyük batılılaşma maceramızda bir türlü yaratamadığımız "Türkiye'nin ruhu"nun kaçınılmaz gerçeğini vurgulayacaktı, eminim ki. VValter Benjamin'le gündüzleri gecelere erdirdiğim gunlerdi sık sık Oğuz Atay'a dönmem. Bu da beni, aydın/yazar kimliği sorunsalı üzerinde daha çok düşünmeye yöneltmişti. Karşıma çıkan Moskova Günlüğü, Benjamin'i anlamak, onun aynasının arkasını görebilmek ıçin ilk elden yazılmış benzersiz bir metindi. Sonrası sökün etti. Aralanan her kapı, varılan her durak Oğuz Atay'la Benjamin'i yan yana getiriyordu bende. Bir yerde şunu düşünmüş, notlamıştım da: Her coğrafya kendi rengi/dokusunda bir aydın kımlığini var ediyor. Onların intiharı da oradan alıyor ruhunu... Sonra, 19791982 arası yıllarda yaşadığım, daha doğrusu kendimi sürgün kıldığım o ücra kasabadaki günlerime uzandım. "Andırın Defterleri" adını verdiğim günlüklere/okuma notlarına göz attım. Benıamin ve Atay'ın o dağbaşında da benı bulduğunu gözledim. "Oluşum" dergısi, Ünsal Oskay'ın yazdıkları, Ahmet Cemal çevirileri... Kırımkıyım yaşanıyordu ülkenin dört bir yanında. Maraş olayları akıl almaz bir dehşetti. "Sıradan Faşızm" filmını ızler gibıydık. Hem içınde, hem dışında gibiydik olup bitenlerin. Geldifjim kıyıda olup bitenlerin tanığı olurken, bunların neden/niçinlerinin sorgulamasına da göturüyordu beni Bonjamın ile Atay. Ardından da "12 Eylül" askeri darbesi gelip bulmuştu bızi. Belleğin katmanları açıldıkça, her ikı aydınyazarla yolculuğum daha şenlikli/sanrılı biçimde sürdü. Geldiğim noktada oturup iki ayrı metin yazmak kaçınılmazdı benım için. llki ikisini karşılaştırmak, ikincisi de "Türkiye'nin ruhu" içinden Oğuz Atay'ın gerçeğine, onun aynasından bize yansıyanlara bakmayı içerecekti. Bu, ilkinin önünü aldı. O düşündüren/sorgulayan, DoguBatı ıkılemine baktıran, ayrırnları koydurandı; Atay'a dair olan ıse tamamen bir aydınyazar duruşunun bizdekı durumunu/imgesinı konumlandırmayı içeriyordu. Her şeyden önce gelip karşımda duran ilk engelin yöntem olduğunu düşünüyordum. Zamanla gördüm ki, bu çok "tali" bir duaımdu. Enikonu kendi yordamınızla "öteki metinler" arası gidipgelişlerie bunu kurabilirdiniz. Ama diğerlerinin ne dili/ne izi/ ne de sözü vardı. Bu tür çahşmalarda kaçınılmaz olan, hatta aşılmaz gibi görünenin kıyısına erişebilmek için, mutlaka bir başlama noktası bulmanız, yaratmanız gerekiyordu. Ben de öyle yaptım. Oğuz Atay'ın ilk yayıncısı Hayati Asılyazıcı'ya gittim. Babıâli'de bana elveren, ilk yazılarımı ilgi ve sevgiyle yayımlayan sevgili Asılyazıcı, engin gönüllülükle dolu dolu bir Oğuz Atay fotoğrafı koydu görüşmelerim sürüyordu. Masallardaki kırk kapının kırk gizi gibiydi her adımım, yüzleştiğim her insanın anlattığı. Yeşilköy'de, eski bir köşkte, bir başka dünyada yaşayarak acılannı sağaltmaya çalışan Atay'ın çok sevgili dostu Uğur Ünel'le, özen Veziroğlu'yla oturup konuştuğumuzda bambaşka bir Oğuz Atay portresi çıkmıştı karşıma. Fikriye (Gürbüz) hanımın Maçka Parkı'nın üstündeki bir kır kahvesinde anlattıkları belleğimde derince bir iz bırakmıştı. Oğuz Atay'dan yansıyan derin yaraların izlerini taşıyordu besbelli. Bütün bunlar süredururken, başladığım çalışmamım yöntemi Atay, bir vesikalık fotoğrafında... karşıma. Bütün anlattıklarıyla bir elıme çokgenli bir ayna, diğerine de bir fener verdi. Sonrası bir yolculuk, labırentlerde gezınmek serüvenine dönüştü. Atay'ı yeniden günışığına çıkaran, kitabın yayımını da üstlenen lletişim Yayınlan'nın yöneticisi Nihat Tuna'ya açtım düşüncemi. Oradan Atay'ın kızı özge Atay'a, ilk eşi Fikriye Hanım'a ulaştım... Ömer Madra'yla oturup konuştum; Halit Refiğ ve Cevat Çapan'a söz ettırn. Vüs'at O. Bener'le uzun uzun Oğuz Atay'ı konuştuk. Okuyup yazdıkça, insanlarla görüşüp konuşmaya yöneldikçe Oguz Atay'ın çevresi/dostlukları, uğraşı, düşünce dünyası daha bir belırgınce ortaya çıkıyordu. Önümdekı elliye yakın addan önemlı bir bölümüyle de kendince örülüyordu. Bir yanda okuma/yazma gunlügü vardı. Orada duşunen/okuyan/yazan birınin bakışı/yorumuyla Oğuz Atay anlatılıyordu. Her görüşme bir ara metin olarak bu günlüğe giriyordu. Kiminle/nerede/nasıl buluşııldu, neler konuşııldıı... Soruları aradan çıkarıp anlatıcıyı tek başına bırakıyordum. Orada hem kendisi, hem Oğuz Atay/ondan yansıyanlar vardı. Oğuz Atay'ın aynasından bize yansıyanlar başka nasıl anlatılabilirdi ki. Anlatı süresince de sık sık bu soruyu soruyordu kendisine anlatıcı. Onun anlatısının adı ise "Adanmış Anlar". Anlayacagınız metin içınde metinler arası bir yolculuk. Işte bunlardan bir bölumdü okuduğunuz.^
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear