Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
29 EYLÜL 2012 CUMARTESİ CUMHURİYET SAYFA Yaşam ANKARA titriyorum. En sonunda başım kopuyor vücudumdan. Bedenimi görüyorum yerde. Karanlık değil her taraf tam aksine, hâlâ yaşıyorum (bir). Kan ter içinde uyandım, (iki). Yağmurun iniltili, yankılı sesini duydum odada (üç). Komidinin üzerinde duran çalar saat baktım, sabah olmasına az kalmıştı (dört).Kocam uyandığımı fark etmedi bile, yataktan çıktım (beş). Neredeyse içgüdüsel bir hareketle yatak odasıyla bitişik olan kızımın odasına gittim (altı). Her şeyin pembe beyaz olduğu bir dünyaydı bu. Küçük karyolanın yanındaki koltuğa oturdum (yedi). Kızımın uyuyuşun izledim. Kıpırtısız, endişeli, yorgun. Ne kadar kaldım böyle bilmiyorum. Bir hışırtıyla ürperdim (sekiz). Ben ne olduğunu anlamadan bir el tutup beni kendine çekti (dokuz). Başka bir el ağzımı kapattı (on). Saçlarımdan tutup çocukluğuma fırlattı beni (on bir). Gitmek istediğim yerlere götürüyorlardı. Soruları değiştirip aynı sınavdan ikinci kez geçmek zorunda bırakıyorlardı. Kendi trajedimi sahneye koyuyor ve beni en öne oturuyorlardı, imdat diye bağırmak istedim o an ; “İmdat!” Zihnime tecavüz ediyorlardı (on bir). Karnımda geçmişimi taşıyorum. Geçmişim, otuz üç yıllık çocukluğum. Uzun, nefes aldırmayan bir yaz gibiydi benim çocukluğum. Bana o bitmek bilmeyen yazda Kürtçe ağaç gölgesi anlamına gelen ismini vermişlerdi. Yıllar sürecek ve tabiatıma taban tabana zıt mevsimde en son akla gelen “imge” olmaya zorlanan bir çocuktum ben. Aslını taklit eden bir lekeydim. Varlığım hep ikincildi. Sessiz, yabanıl, esmerdim. Çikolatalar, bebekler ve masallardan A7 ibaret değildir çocukluk. Mutsuz çocuklar vardır. Kardeşiyle karşılaştırılan çocuklar. Diğeri kadar sevilmeyen çocuklar. Bir arada büyür kıskanan ve kıskanılan, dost ve düşman, iyi ve kötü, katil ve kurban. Kıskançlık; keskin, yakıcı, baş döndüren. Ve öğretmen kızları akıllı olmalıdır. Babam hep öyle sevdi Zana’yı : “Benim akıllı kızım.” Karnımda geleceğim var. O benim. Ama korkuyorum ondan. En sonunda katil oluyorum. Bütün cinayetler o ilk cinayetle başlamadı mı? Habil ve Kabil, insanoğlunun tüm hikâyesi onların hikâyesinde saklı, benim hikâyem de tabii. Doktor hanım hasta uyandı. Kazıtıyorum tecavüz meyvesini içimden. Katil de benim, kurban da. Gözlerimi açabilirim artık (on iki). ¦ Sade ÖZTÜRK Yayımlanmaya değer görülen 3’üncü öykü: Benim akıllı kızım ir çemberin ortasındayım. Tanıdığım herkes burada. Tek kelime seçemesem de içinden, kızgın bir fısıltı sarmış dört yanımı. Gözlerini dikmiş beni izliyorlar. Kardeşim kolumdan tutmuş yürümeme yardım ediyor. Bir ağrı var kasıklarımda sanki iki bacağımdan tutup beni ortadan ikiye bölüyorlar. Kalabalıktan gözlerimi kendime çevirdiğimde fark ediyorum: Çırılçıplağım. Çıplaklığımı kimse yadırgamıyor. Ben utanıyorum. Kardeşim bırakıyor kolumu dizimin üstüne çöküyorum. B Başımı kaldırıyorum. Babam bana doğru geliyor. Yıllardır demir parmaklıkların arkasında görmeye alışmış onu gözlerim. Vücudumdaki tüm acıyı delen bir şaşkınlık var. Beni yerden kaldırıyor. Başımı yerleştiriyor metal boşluğa. Doğal yolla gelen bir ölüm değil bu. Anladım ki celladım da olmak istemiyor kimse. Demirin soğuk teni dokunuyor en son tenime. Paslanmış, bozulmuş bir idam düşen payıma. Kaçmaya çalıştığım her bir anı tekrar ayırmaya çalışıyor ruhumu bedenimden. Tekrar ve tekrar. Korkuyla Neşet Ertaş’tan bir Ahmet Kaya anısı ‘Herkesin bir söyleyişi, bir rengi vardır’ ERDEM GÜL Çok klişe olacak ama gerçeklerin er geç ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır. Neşet Ertaş’ın yaşam macerasını tamamlamasının ardından türlü çeşitli yazılan çizilenlerde türlü çeşitli tuhaflıklar, gerçeğe ihanetler yaşanıyor. Neşet Ertaş’ın rakıyı sevdiğinin yazılması birilerini kızdırabiliyor. Aleviliği üzerine binbir türlü komplo. Gerçek neyse o değil midir? Gerçek Neşet Ertaş’tır, Neşet Ertaş’tan başka bir adam çıkarmak, tam Türkiye tipi bir kültürün göstergesi değil mi? Ne yazılırsa yazılsın bu ülke Neşet Ertaş’ı biliyor. Ne yalan söyleyeyim. Ben aynı âşık geleneğinden gelen Mahsuni’yi daha çok bilirdim. Mahsuni’nin türkülerini daha çok dinlemiş, daha çok söylemişimdir. Ama Neşet Ertaş’ı da en az beş yıl boyunca müdavimi olduğum Ankara Kalesi’ndeki muhtarın işlettiği, diğerlerine göre daha salaş bir mekânda dinlemişliğim çoktur. Neşet Ertaş’a en yakın olduğum zamanlar bunlardır. Ve sonra. Tam üç yıl önce yine bir sıcak eylül. Bir İstanbul gecesi. Çarşı grubuyla birlikte izlenen bir Beşiktaş maçı sonrası, bir Neşet Ertaş dostunun evinde şimdi yazılanlara inat tam bir gerçeklik sahnesi gibi bir rakılıçalmalıçığırmalı sohbet ortamında oturduk babayla. Sohbet dememe bakmayın, Neşet Ertaş’ın o kadar konuşkan olmadığını o gece gördüm. Belki de geceyarısı saat 00.00’da başlayıp sabahın ilk ışıklarına kadar devam eden muhabbette, türküler dışında çok az cümle kurması dikkat çekiciydi. Belki hoşsohbettir bilemem ama bana “gereksiz” konuşmayan bir adam görüntüsü verdi. Bir gazeteci arkadaşımla birlikte, ben biraz da Ertaş’la yanyana olmanın verdiği “Bir daha bu anı yakalayamayız” hissiyle, doğal sohbet yerine kendisine türkü arası röportaj gibi peşpeşe sorular yönelttik. Belki de şimdi sanki Neşet Ertaş 74 yıldır yaşamamış, bu ülkenin bir gerçeği olmamış gibi yeni bir Neşet Ertaş yaratma çabasını o günlerden fark etmiş gibi “Mühür Gözlüm” biter bitmez, ilk soruyu gazeteci arkadaşım sordu: “Ahmet Kaya hakkında hiç konuşmadın baba. Öldü gitti gurbet ellerde, sürgünde. Sen hiçbir şey söylemedin. Şimdi söyler misin?” Neşet Ertaş, tepkisiz baktı. Arkadaşım bu bakış anında çoktan yanıtın gelmesi gerektiğini düşündüğü için, “Ama vatanından gitmek zorunda kaldı. Kahırdan öldü” diye ısrar etti, çünkü Neşet Baba, Neşet Baba’ysa mutlaka Ahmet Kaya için bir şey söylemeliydi. Aslında acelesi olan arkadaşımdı, Neşet Baba değil. O kendi vakti içinde kendi açıklamasını yaptı: “O da bu memleketin bir çocuğudur.” Aslında bitti. Baba söyleyeceğini söylemişti. Ahmet Kaya’nın başına gelen sürgün cezasına karşı tepkisini böyle vermişti. Ancak bize göre Neşet Baba daha ileri sözler söylemeliydi. Bir cümleyle kalamazdı. Gazeteci arkadaşımla birlikte uzun uzun Ahmet Kaya’ya yapılan haksızlık, sanatçıların bu konuda yeterince duyarlılık göstermedikleri gibi aslında Neşet Ertaş’ı da dolaylı olarak eleştiren cümlelerden sonra sadede geldiğimiz söylenebilecekse “Ahmet Kaya’nın müziği, sesi hakkında ne düşünüyordu baba” sorusunu mırıldandık. Gene bir sessizlik için jestsiz ve mimiksiz baktı. Ne diyeceğini düşünüyormuş gibi de değil. Ve elindeki sazıyla şimdi yeni bir türkü söylemeye başlayacağının mesajını vererek, aynen şunları söyledi: “Herkesin yolları, sesleri farklıdır. Farklılıklar zenginliktir. Herkesin bir söyleyişi, bir rengi vardır.” Sonra gene sustu. Sazına döndü. Sanki Ahmet Kaya için söylüyor gibiydi. “Yaraladı bu aşk beni” diyerek odaya hâkim oldu; ortamı kendine tabi etti. Bu yazı, bu toprakların sesi için yaşamış iki büyük usta Ahmet Kaya ve Neşet Ertaş’a bir saygı çabasından ibarettir. Şimdi yeni bir Neşet Ertaş yaratma çabası içindekilere de bir not: Bütün gece rakı içiliyordu. Ve sürekli Neşet Ertaş’a rakı ikram ediliyordu. Ama önünde şarap vardı. Çünkü, “Son zamanlarda rakı ağır gelmeye başlamıştı bu yüzden muhabbetleri şarapla sürdürüyordu.” C M Y B C M Y B