Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
İşgal, Hüzün, Hazırlık 6 AY Güz Sancısı Güz Sancısı B ? Prof. Dr. Necdet ADABAĞ Ahmet Rasim Sokak No:14 06550 Çankaya Tel: 442 30 50 Alev COŞKUN CUMA PARASIZ EKİ u ad insana neler çağrıştırmıyor ki! İlk ağızda, ağrıyı çağrıştırıyor. Sancı olduğuna göre ağrı vardır mutlaka. Ağrının boyutunu ve türünü kestirmek zor. Bir doğum sancısının neden olduğu bir ağrı olabilir. Sancılı bir doğum. Sancısız olmaz ki zaten. Sancısız olan ne ki bu dünyada? Sancısız bir gelecek, olabilir mi, örneğin. Ya da sancılı günler… Doğurmaya hazır. Sancılı olduğu için olasılıkları bol günlerdir. Huzursuz da olabilir, dahası, huzursuzluk olasılığı yüksek günlerdir. Gelecek günlerin ne getireceği bilinmediği için sancının yoğunluğu kesindir, kaçınılmazdır. Ne ki sancı, ağrı, denilince hemen aklımıza gelen doğum sancısı. Doğacak bir şeyin neden olduğu sancı. Kadının acıları ve düşleri birbirine karışmışken, çığlıkları, duymasa da, doğum kapısında bekleyen eşinin kulaklarında yankılanır, içini burkar. Kafasındaki olasılıklar giderek artar, zaman uzadıkça. Kapının önünde gidipgelmeler ve dokuz doğurmalar. Gene de tatlı sancılardır doğum sancıları. Gün ışığına bir çiçek açılacaktır. Ya güz sancısı başkadır. Kışı doğurabilir. Güzün gelen sancı yaz ya da ilkbahar doğurmaz, kış doğurur. Kara kış hem de… Kar, fırtına, yağmur ve her şeyin ötesinde soğuk. İnsanların iliklerine işleyen bir soğuk. Zemheri. Göz gözü görmüyor. Gölgeler uçuşuyor, kanlı bir savaşı çağrıştırıyor. Eli sopalı insanlar var sokaklarda. Ağlayan gözler, kan içinde kalmış bedenler. Çiçekler açmıyor, ilkbahar gibi. Ne de yaz güneşi var göklerde. Kapkara bir gök ve var ya da yok sokak lambaları. Pencereler sımsıkı kapalı. Kapılar bir yerine iki sürgülü. Kimi kapılarda zorlamalar ve merdivenleri çıkan ayak sesleri. Odanın, salonun köşesine büzüşmüş insanlar, kadınlar ve çocuklar ve ayakta dimdik duran Azrailler. Can almaya gelmişler. Deli Dumrul’a tanınan seçenek tanınmaz onlara. Varsa da yoksa o candır almak istedikleri. Giderek hızlanan bir süreç. Bir iki güne sığdırılacak gibi. Böyle alınmış karar. Ama kim almış? Kim var perde arkasında? Simsiyah suratlı bir iki insan aralarda. Gerisini bilen yok. Giz dolu konuşmalar ve kızı babaya düşman eden dosyalar, yırtık kağıt parçaları ve inanılmaz acılar ve doğruyu yazdı diye faili meçhul cinayetler. Ta o zamandan üç tarafı denizle çevrili bu kara parçasında. Rum, Türk, Yahudi, Ermeni, Kürt bir aradayken havada uçuşurdu Paskalya çörekleri ya da Paskalya yumurtaları. Ya da bayram günlerinin üstü yanık kızıla dönmüş burmalı kadayıfları. İnsanlar birbirlerine düşürüldü ta o zamandan. Bir yarım yüzyıldır ekilip geliyor kin ve nefret tohumları; ekildikçe bir başka oldu çevremizdeki dünya. Akın yerini al aldı. Kızıla boyandı her yer. Giderek çoğalıyor etrafımızdaki kara gölgeler. Aklar yok oluyor ya da çok uzaklara yollanıyor. Elimizin, ayağımızın yetişemeyeceği ancak anılarımızla ulaşabildiğimiz. Ya da fotoğraflarına bakıp bakıp avunduğumuz. Bir sıcak ele hasret. Bir gülücük dudaklarda çok çok uzaklarda kaldı. Suratlar asık ve kaygılı. Sessizlik kıyametin işareti. Gramofonda bir hüzünlü şarkı. Ve Rum kadın koşturmakta İstiklal caddesinin oynak taşları üstünde. Kaygılı, yüzünden belli ya da koşan adımlarından. Sevdiğine kavuşmak değil telaşı, tam tersine sevdiğini kaybetmek korkusu. Çaresiz. Yoktur sığınacağı bir kapı. Tüm kapılar yüzüne kapalı. Yattı kalktı sayısız erkekle o genç yaşına karşın. Şanı bu mu olacaktı bırakacağı bu dünyada? Herkes, onun için, bunu mu söyleyecekti! Yazık oldu diyen olmayacak mıydı yoksa? “Su testisi su yolunda mı” derler miydi? Derlerdi. Bilmezdi tüm bunları. Bir an sonra başına gelecekleri de. Dikileceğini Azrailin karşısına ve alacağını canını haksız ve zamansız. Kimi zaman Claudia Cardinale’ye benzer fotoğraf vermekte ve alımlı. Pencerelerin pervazından dikizlerken sevgiliyi ya da yolda çevresine yabancı. Ve iki arada bir derede kalmış genç bir adam. Kararsız. Zorlanmış iftiraya. Kan kusmuş gibi, dudaklarından dökülen isimlerin ardından. Kalem tutmaz olmuş eli. Yüzü sapsarı. Bacaklarının üzerinde duracak hali yok. Yıkıldı yıkılacak gibi. Oysa dayanmak zorunda. Namus borcu. Tıpkı ülkesinin çoğu genci gibi. Yağız delikanlı; aslında namuslu ve sözünün eri. Ne ki kıskaçta, cendere altında sanki. Kırdılar bu düğümü... Tomris Giritlioğlu O keşmekeşin içinde oyuncakçı dükkanı. İndirilmiş raflardan şen şakrak, güleç yüzlü oyuncaklar, pinokyolar ayaklar altında. Yok etmeye yeminliler gelenler. Dükkancı ortada perişan… Ha düştü ha düşecek ensesinden yiyeceği bir darbeyle. Ve İstiklal Caddesi’nin kaldırım taşları oynak. Kırmızı boyalı dükkanlar. Haç işaretli. Ve elinde bir kamera Tomris Giritlioğlu. Güz sancısının peşinde. Tıpkı hatırla sevgili gibi. İnançlı yaptığı işinin işlevine. Baştan aşağı koşmakta o curcunanın içinde. Sendelemekte, başı dönmekte kendisinin yarattığı o öyküsünde. Gerçeklik adına çırpınmakta; yeniden başa dönmekte. O gerçeği yakalamakta ne kadar etkili. Biraz daha insan… O ay yıldızlı al bayrak bir avuç çapulcunun elinde… Ne kadar yazık!... O çapulcuları meydana sürenler nerede? Yoksa Times Nehri’nin kıyısında kahvelerini mi yudumlamakta? Mutlu, gülücükler dağıtmaktalar çevrelerine. Ya da Akdeniz’in ortasındaki bir adada ayak ayak üstüne atmış, denize karşı, yüzleri bu ülkeye dönük telefon ellerinde, beklemekteler, gelecek haberleri? O insanları yollara indirenler keyifli, bir dostluğu, bir dayanışmayı bozmaktan kendi çıkarları uğruna. İki dost ülkeyi birbirine düşman etmekten. İki büyük insan bir araya getirmişti bu iki komşu ülkeyi AtinaAnkara hattında. Kırdılar bu düğümü ve düşürdüler birbirlerine. O gündür bugündür öyle ya da böyle bitmedi aralarındaki kavga. Doğum sancıları nur topu çocuklar getiriyor dünyaya; güz sancıları kara günler. Ak değil, kara sayfalar açıyor insanlığın önünde.Ve bir güz sancısı daha. Tarih : 67 Eylül 1955. Yer: İstanbul.