29 Kasım 2024 Cuma Türkçe Subscribe Login

Catalog

SAYFA 8 Burçİn Akgün Ünaldı İz?le?n??im Moda ve müzeler arasındaki bağ gitgide kopmaz hale gelmiş durumda Sergilenmeye doymayan moda Bu satırları okuduğunuz sırada pek çok saygın müze ve galeride büyük moda sergileri kapılarını açıyor. Peki moda gerçekten de müze ya da galeri gibi yüksek kültüre adanmış mabetlerde sergilenmeye değer bir şey mi? Ve daha önemlisi, hangi moda, moda tasarımcısı, ev ya da moda ekolünün sergilenmeye değer olduğunun açık bir standardı, bir kural kitabı var?.. Kürasyon, bu büyük moda evlerinin ticari bir kuklası olarak mı yapılıyor yoksa bir sanat sergisindeki tüm incelik ve zorunluluklar çerçevesinde mi gerçekleşiyor? Özellikle 2000’lerden bu yana müzelerdeki moda sergilerinde görülen bu olağanüstü artış bir bakıma milenyum çağında modanın teknoloji, küreselleşme ve sosyal medya itkisiyle nasıl birkaç moda elitinin tutkusu olmaktan çıkıp herkesin “eğlencesi” haline gelişinin göstergelerinden yalnızca biri. François Colbert’in 1994’de yayımlanan “Marketing Culture and the Arts” kitabında açıkça işaret ettiği gibi moda büyük kazandıran rolüne geçtiği gibi moda eksenindeki her şey (buna sergiler de dahil) birer para mıknatısına dönüştü. Peki ama moda neden tüm dergilerde, ünlülerde, sosyal mecralarda, podyumda, vitrinlerde ve her yerde sergilenip duruyorken müzelerde de sergilenme ihtiyacı duyuyor?.. Modanın ‘sergilenebilirlik’ tarihi Modanın sergilenebilirliği fikri aslında 1946’da ortaya çıkıyor; bugün bile her yılın mayıs ayında dünya gündemine oturan New York Metropolitan Müzesi Kostüm Enstitüsü yararına yapılan galanın tohumlarının atıldığı yıl bu... 1937’de bağımsız bir mini kostüm müzesi olarak açılan “The Costume Institute”, 1946’da Amerikan moda endüstrisinin finansal desteğiyle dünyanın en prestijli müzelerinden Metropolitan Müzesi bünyesine katılıyor ve 1959’da kürasyona açık bir bölüm haline dönüştürülüyor. Bu küratif sergilerin “blockbuster” diye tanımlanan (yani büyük, popüler, binlerce ziyaretçi çeken ve para basan) sergilere dönüşümü ve hatta bu sergilerin standardının belirlenişi ise efsane moda editörü Diana Vreeland’in departmanın başına geçmesiyle başlıyor. Başlangıcında yalnızca tarihi ya da etnik kostümlerin sergilendiği departmanda modanın ve hatta yaşayan bir moda tasarımcısının sergilenebilirliği fikri Vreeland’den çıkıyor. Modanın bir sanat biçimi olarak görülüp bir sanat eseri olarak sergilenişi ise 1980’lerde ortaya çıkıyor. Dönemin Rei Kawakubo, Issey Miyake, Martin Margiela gibi avangard moda tasarımcıları, giyilme olanağı olmayan, moda ürünü değil birer sanat nesnesi olarak konumlandırdıkları, günün modasından bağımsız, kıyafetin üretildiği yöntem ve malzemesi ile modern sanat eğilimleri taşıyan “kavramsal giysiler” tasarlamaya başlıyorlar. Saygınlığı dünyaca kabul edilen modern sanat dergileri, bu giysilere sayfalarında yer vermeye, modern sanat müzeleri bu koleksiyonları sergilemeye hatta kendi kalıcı koleksiyonlarına eklemeye başlıyor. Müzelerdeki moda sergilerinde görülen artış, milenyum çağında modanın birkaç moda elitinin tutkusu olmaktan çıkıp herkesin “eğlencesi” haline geldiğini gösteriyor. Peki ama moda her yerdeyken müzelerde sergilenme ihtiyacı duyuyor mu? 1990’larda artık Guggenheim, Tate, Victoria & Albert gibi en önemli müzeler geçici ve kalıcı moda sergileri düzenlemeye başlıyorlar. Moda sergilerinin sanat amaçlı değil reklam amaçlı gerçekleştiği eleştirileri ise 2000 yılında Guggenheim’in Armani sergisi ile patlak veriyor. 15 milyon dolar bağışla New York Guggenheim Müzesi’nin en büyük hayırseverlerinden olan Giorgio Armani için müzenin 400 parçalık bir retrospektif düzenlemesi yüksek sanat çevrelerince manidar bulunuyor ve müze bu sergi ile ağır eleştiriliyor. Oysa 15 yıl sonra Londra’da V&A Müzesi, ölümü dünyayı sarsan önemli modacı Alexander McQueen anısına açtığı muazzam sergi ile müze tarihinin en fazla ziyaretçisini alması yanında modaevine de danışılarak oluşturulan kürasyonu ile olağanüstü övgü topluyor. Yine Design Museum 2014’deki Christian Louboutin sergisi ile rekor ziyaretçi rakamı açıklıyor. Metropolitan Müzesi ise “Çin: Aynanın İçinden” isimli Çin couturierlerinin kıyafetlerini sergilediği büyüleyen sergiyi iki kez uzatarak rekor bir ziyaretçi sayısına ulaşıyor. Kısacası, müzeler ziyaretçi ve otomatikman rekor gelirler elde ediyor. Bir ‘kültür barometresi’ olarak moda Peki bu normalin çok üzerinde ziyaretçi sayıları, büyük medya yansımaları ve kamu ilgisinin sebebi nedir? Moda tarihçisi Valerie Steele, kamunun moda sergilerine bu kadar ilgi göstermesinin temel sebebinin sanat sergilerinden çok daha kolay anlaşılır olmaları olduğunu söylüyor. “Herkes bir kıyafet hakkında fikri olabileceğini hissediyor, oysa bir resim için bunu hissetmiyorlar” diye ekliyor. Bunun yanında yüksek modaevlerinin yalnızca belli bir kesime hitap eden büyülü dünyasının sokaktaki insana da ulaşabildiği bu sergilerde insanlar hayranlık duyduğu tasarımcının çizimlerinden, notlarından, taslaklarından ve son ürününden oluşan dün yasına girebilme ayrıcalığını hissediyorlar. V&A Müzesi baş küratörü, modanın bir kültür barometresi olarak görülmesi gerektiğini ve bu sebeple müzelerde yer almamasının mümkün olmadığını söylüyor. Modaevleri ise geçmişten bugüne arşivlerinin saygın kurumlarda sergilenişinin modanın bir heves ya da yalnızca bir tüketim aracı değil bir kültür, yaşanmışlık, fedakârlıklarla dolu bir yolculuk olduğunu gösterdiğini ve ziyaretçilerin böylelikle o modaevi ve yaratıcısını onurlandırdığını düşünüyor. Moda ve müzeler arasındaki bağ gitgide kopamaz hale gelmişken en önemli soru şu: Serginin yöneticisi, özellikle de tasarımcı hayatta ise kim olmalı? Bağımsız bir küratör, araştırması sonucu objektif fikriyle mi sergiyi oluşturmalı yoksa sergi tasarımcı ve küratörün birlikte çalışmasının sonucu mu olmalı? Bir moda evinin müdahalesinde hazırlanan bir sergi ne kadar sanat odaklı ve objektif olabilir, evin ticari kaygısı ve bunu reklam kalemi olarak görmesinin önüne geçilebilir mi? Küratörlerin çoğu serginin mutlaka moda evinden bağımsız, müzenin misyonunu önde tutan, kültür ve sanatın öne çıkacağı biçimde gerçekleşmesinden yana. Modaevleri ise tutkuyla bağlı oldukları miraslarının doğru ifade edilememesi endişesinde. Son yıllarda kendi sergilerini kendi düzenlemeye başlayan büyük modaevlerinin bu girişimi belki de yalın bir kibirden daha fazlası!.. Moda endüstrisi, içine girdiği pek çok şey gibi müze ve sanat galerilerini de bağımlı olduğu sömürü düzeninin bir parçası haline mi getiriyor, yoksa devlet desteği ve bağışları gitgide azalan müzeler için bu sergilerden elde edilen astronomik gelirler, daha fazla sanat eserini koleksiyonlarına katarak bizlerin de görmesine imkân tanıyacak, kamu yararına dönüştürülebilecek bir fırsat mı?.. Sanırım bunu sık sık moda sergileri düzenlemeye başlayan müzelerin kalıcı koleksiyonlarını ne kadar zenginleştirebildiklerini gördüğümüzde anlayacağız. @styleboom ‘Siber deniz’de duygusal ilişkiler, serbest pazar ilişkileri gibi... Siber âlem Sosyal medya çağında aşk “Aşk her zaman dünyanın doğuşuna tanık olma olasılığıdır.” Alain Badiou Milan Kundera Gülünesi Aşklar isimli kitabında yer alan Otostop Oyunu öyküsünde birbirini seven genç bir çiftin yolculuk hikâyesini anlatır. Yolculuk devam ederken bir oyun oynamaya karar verirler. Kadın arabadan iner, erkek bir müddet geri sürer. Daha önce hiç tanışmamış gibi yapacaklar, kadın otostop çekecek, bir kaçamak kurgulayacaklardır. Ancak planları pek düşündükleri gibi ilerlemez. İki yabancı olarak birbirlerine kur yaptıkça, erkek kadından uzaklaşır, aralarına tanımlanamaz bir mesafe girer: “Bu aynı objektiften iki görüntüye bakmak gibiydi, birinin arasından öbürünün göründüğü, üst üste konulmuş iki görüntü.” Sevgilisinin varlığında tanımadığı bir karakteri gören erkek, öykü ilerledikçe çıldırmaya devam eder: “Şimdi önünde duran gerçek kadın, insanı umutsuzluğa sürükleyecek kadar başka, yabancı ve çok biçimliydi.” Adamın zihnindeki sevgilisine dair kurgu, başka bir kurgu tarafından yerle bir edilir. Kundera’nın dikkatimizi çekmek istediği nokta bugün, öykünün yazıldığı 1969’dan, daha güncel değil mi? Sosyal medya çağında yaşanan aşkların, karşılıklı kurguları daha da flulaştırdığı, Ins Sanal dünyada oluşturulan kurgu, yaşamın içinde na, yaygın biçimlerine uygun bir benlik inşasını zorunlu kılıyor. Serbest pazar ilişkileri tagram ve diğer platformların, aynı ob sınandıkça bir Instagram, Facebook, Twitter he jektifte ikiden daha fazla görüntüyü üst üste yığdığı söylenebilir bana kalırsa. Artık çok fazla insan sosyal medya üzerinden tanışıyor, gerçek hayatta tanışılsa bile, ilk yapılan iş tanışılan kişinin bütün hesapları gerilim noktası, bir soru işareti, bir netleme sorunu olarak karşısına çıkıyor sosyal sapları (üstelik kişiye dair ayrıntılı bir geçmişe de ulaşarak) üzerinden oluşturulan kurgu, gerçek hayatta zaman geçirdikçe, yaşamın tesadüfi yapısı tarafından sınandıkça bir gerilim noktası, bir soru işareti, bir netleme sorunu olarak karşısına çıkıyor sosyal med nın stalk’lanması olu medya çağı ya çağı insanlarının... Bu sorunlar çö yor. Böylece, zihinle insanlarının... zülemez düzeye geldiğinde, netlik ta rinde karşıdaki in mamen kaybolduğunda ise, var olan sana dair ilk kur binlerce başka benlik bir çözüm ola guyu oluşturan, neredey rak görülüyor ve aynı süreç sürekli tekrarlanı se tamamen bu he yor. Böylece duygusal ilişkilere dahil olma sü saplarda kurgulanan reci gitgide serbest pazar ilişkilerine benzer ha benlik oluyor. Oy le geliyor. sa, bilindiği gibi, bu Bu olguya karşı muhafazakâr çözümler ara platformlarda kurgu mak yersiz. İçerisinde yüzdüğümüz bir “siber lanan benlik ile ger deniz”den söz ediyoruz. Ancak, bu çağda bi çeğin arasında, deği le Badiou’nun bahsettiği anlamda bir aşkı; yani şen oranlarda da olsa, hakiki bir karşılaşmayla başlayan ve kişinin da bir açı var. Hatta ay hil olduğu sembolik düzenden radikal bir kopuşu nı kişinin farklı plat başlatan olay olarak aşk... İşte bununpeşinde ol form hesapları arasın mak en güzeli!.. da da bir açı mevcut. Her platform kendi işleyişine, modası EMRE TANSU KETEN 2 EYLÜL 2018, PAZAR THERAPIA ALPER HASANOĞLU Ne için varız? Albert Camus ‘absürd’ü anlattığı ünlü eseri ‘Sisyphos Mitosu’ adlı kitabına şöyle başlar: “Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır: intihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir.” İnsan hayatını ne olursa olsun korumak için Hipokrat yemini etmiş bir hekim olarak, çok tehlikeli bir girizgâh olduğunu söyleyebilirim. Hekimliğimi bir kenara bırakırsak da tehlikeli buluyorum, çünkü yaşam içindeki olasılıklarımızı ikiye indiriyor ve bu olasılıklardan biri de ölüm. Hayatı anlamlı bulmazsak kendimizi öldürmekten başka bir çözüm bırakmıyor bize Camus bu giriş cümlesiyle. ‘Yabancı’da hayat ve ölüm arasındaki ince sınırın absürdlüğünü göstermek için, mahkemede Meursault’ya o adamı neden öldürdüğü sorulduğunda, güneşin çok parlak olduğunu ve gözünü aldığını söyletir Camus. Bir anlamda haklıdır. Dünyada oluşumuz tamamen tesadüf eseridir elbette, dünyaya atılmışızdır ve dünyada oluyor olmamızla olmamamız arasında zerre kadar fark yoktur anlam açısından. Çehov’a hayatın anlamını sorduklarında, “Havucun anlamı nedir? Havucun anlamı neyse hayatın da anlamı odur” diye yanıt vermiştir. Camus bu tehlikeli başlangıçtan kendisi de korkmuş olmalı ki, kitabın son cümlesi şöyledir: “Sisyphos’u mutlu bir insan olarak da tahayyül edebiliriz.” Sisyphos elbette mutlu değildir koca bir taşı koca bir dağın tepesine taşıyıp durmaktan ama ona mutsuz da diyemeyiz. Çünkü yeniden ve yeniden başladığına göre yaptığı bu zahmetli işe, bir umudu vardır mutlaka ve bir anlam yüklemiştir o taşı kan ter içinde o tepeye tekrar tekrar çıkarmaya. Her ne kadar bu eylem tanrılar tarafından verilmiş bir ceza olsa da, Zeus’u kandırabilecek kadar zeki olan Sisyphos’un bu cezadan kurtulmak için hiçbir şey yapmamış olması, onun bu duruma bir anlam yüklediğini gösterir. Homeros da bu cezanın neden verildiği kısmıyla pek ilgilenmez, yalnızca Sisyphos’un acılar çekerek taşı tepeye taşımaya çalıştığını anlatır. Ama zaten Yunan mitolojisinde tanrılar insanları cezalandırıp dururlar. Yaratılışın başlangıcında insana verdikleri cezaların en büyüğü, onun acılar çekerek çalışmak ve sonra acılar çekerek ölmek zorunda olmasıdır. Bu açıdan baktığımızda, Sisyphos’a verilen ceza ‘yaşama’ cezasıdır bir bakıma. Günümüzde Sisyphos’un eylemi, nafile bir uğraş için kullanılan gündelik bir deyime dönüşmüş de olsa, Camus’nün yaptığı yorumu akılda tutmakta fayda var. Kitabın son cümlesinden önceki cümle şöyledir: “Dağın doruğuyla girişilen savaş insanın yüreğini tatmin edecek kapasitede bir uğraştır.” Sisyphos kendisine verilen ‘yaşama cezası’ndan bir anlam çıkarmayı başarmış mitolojik bir kahramandır. Bu anlamda Camus, acılı ve zorlu bir uğraş yoluyla da olsa hayata bir anlam yüklemiş ve kitabın en başında sorduğu tehlikeli soruyu, ölümü değil hayatı seçerek yanıtlamıştır. Sisyphos’un mitosunun, ‘condicio humana’, yani insan olmanın koşulları olarak okunması gerekliliğine vurgudur Camus’nün bu yorumu. Alman yazar Günter Kunert 1992’de yazdığı ‘Sisyphos’tan Yenilikler’ adlı kitabında, Sisyphos’un sonunda taşı en tepeye kadar götürebildiğini ve taşın yuvarlanmadan tepede kaldığını anlatır. Ama Sisyphos bu zaferden çok kısa bir süre sonra taşı kendisi aşağı yuvarlar. Çünkü eylem sona erdiğinde ortaya çıkan boşluk duygusuna katlanamamıştır. Bu mitolojik hikayeyi neden mi anlattık? Psikoterapinin kendisini tıbbın bir dalı olarak doğa bilimlerinin içinde konumlandırması, terapisti ve danışanını hastalıklı geçmişine ve var olan eksiklere odaklanmaya zorlar. Oysa psikoterapi bir doğa bilimi olduğu kadar bir tin bilimdir de (Geisteswissenschaft). Yapıp ettiklerimizi ‘neden’ yaptığımız sorusu kadar, ‘ne için var olduğumuz’, ‘ne için yaşıyor olduğumuz’ sorusu da terapinin odağında olmalıdır. Bu anlam sorusu /sorunu da geçmişe odaklanmanın indirgemeciliğinden çıkıp psikoterapinin bir tin bilimi olarak insanı anlamasına olanak tanımayı, yani psikoterapiyi bir felsefe olarak daha geniş bir perspektifte düşünmeyi gerektirmektedir. Bunu yapabilmenin yolu da psikoterapi eğitiminin içine felsefi düşünce biçiminin ve belli felsefelerin entegre edilmesinden geçer. C MY B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear