Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
SAYFA 4 ÇOCUK sesİ Bekİr Onur Büyüklere öğütler “Büyüklerimiz” araştıran, soru soran bir kuşak yetiştirmek istediklerini sık sık söylerler ama inanç, gelenek, kültür gibi gerekçelerle hep bunun aksini yaparlar. Ve işte ezbercilik bizim kültürümüzde var, o halde ezberlemeye devam! Sınıftaki öğretim aslında iletişimdir. Bu iletişimin amacı da öncelikle bilgi aktarma değil, birlikte öğrenmedir. Dolayısıyla, sınıftaki iletişimin çocuğun düşünmesi için ne kadar yararlı olduğunu bilmemiz gerekir. Dilin kullanılması çocukların erken bilişsel gelişimi açısından önemlidir. Evde serbestçe konuşan böylece büyükleri de mutlu eden çocuk okula başladığında konuşma özgürlüğünün sınırlandığını görüp şaşırır. Konuşma hakkı sadece öğretmene verilmiştir; öğrenciden susması beklenir. Soru sormak “tehlikeli ve yasak”tır. Kötü, yanlış, saçma (!) sorular soran öğrenci hemen susturulur. Geleneğimizde soru sormak değil itaat etmek vardır. PISA testinde Türk çocuklarının “okuduğunu anlamayan” öğrenciler olarak öne çıkması; konuşma olanaklarının sınırlanması, dil gelişimlerinin (kendini ifade etme, söz dağarcığını zenginleştirme) desteklenmemesi yüzünden olabilir mi acaba! İtalyan asıllı Amerikalı danışman psikolog Leo Buscaglia (19241998), kardeşleriyle birlikte okuldan eve döndüklerinde işten dönen babasının onlara “Bugün okulda ne öğrendiniz?” diye sorduğunu, onların da öğrendikleri şeyleri anlattıklarını, bazen bir kurnazlık da yaptıklarını söyler: Eğer babalarına anlatacakları yeni bir şeyleri yoksa evdeki ansiklopediyi karıştırıp anlatacak bir şey bulurlar. Çok çocuklu bir işçi ailesinde “öğrenme kültürü”. Ezberlemek yok, araştırmak, konuşmak, anlatmak var. Çocukların soru sormaya cesaretlendirilmesi gerektiği açık. Nobel fizik ödülü sahibi Polonya asıllı Amerikalı bilim insanı İsidor Rabi’nin (18981988) öyküsü daha da ilginç. Hollandalı ressam Jan Steen’in 17 yüzyılda yaptığı bu tablo, ‘A School for Boys and Girls’ okul ortamına ilişkin sıra dışı bir tarihsel örnek sunuyor. Çocuk Rabi okuldan döndüğünde annesinin onu, “Bugün okulda ne öğrendin?” yerine, “Bugün okulda güzel bir soru sordun mu?” diye karşıladığını anlatır. Konuşarak, soru sorarak “öğrenme kültürü”. Susmak değil, merak edip sormak var. İnsan pasif bir kültür alıcısı değil, aktif bir kültür yaratıcısıdır. Çocuk oyunlarına dikkatle bakın, bunu hemen görürsünüz. Ankara’da yaptığımız bir sokak oyunları araştırmasında gecekondu çocuklarının “beysbol” oynadığını görüp çok şaşırmıştık. Oyunun araçlarını kendileri üretmiş, kurallarını kafalarına göre yaratmışlardı. Kimse de böyle bir oyun kültürümüzde, geleneğimizde yok diye çocukları kınamıyordu. Çocuklar yaratıcıdır, hiç kuşkunuz olmasın. 1994’te Nobel edebiyat ödülünü alan Kenzaburo Oe (d. 1935), bir beyin hasarı yüzünden konuşma engelli olan oğlunun dokunaklı öyküsünü anlatır. Kuş seslerine duyarlı olan çocuk ilkokulda bir özel sınıfa verilir, orada kendisi gibi yüksek sesten ve gürültüden hoşlanmayan bir çocukla arkadaş olur. İki çocuk kuşların şarkılarından insanların (Mozart, Bach) müziğine geçer ve kendi bestelerini yapacak kadar ilerlerler. “Neden okula gitmek zorundayız” sorusuna yanıt arayan yazar şöyle bitiriyor: “Sadece Japonca değil, doğa bilimleri ve matematik ve hatta spor ve müzik insanın kendisini tam olarak anlaması ve başka insanlarla temasa geçebilmesi için gereken dillerdir. (...) Çocuklar, sanırım, bunu öğrenmek için okula gitmek zorundadır.”* Bence de, sanırım, büyüklerimiz ezberci olmaktan çıkıp biraz yaratıcı olmak zorundadır. *B. Stiekel. Çocuklar soruyor, Nobel’liler cevaplıyor. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2007. 7 OCAK 2018, PAZAR Şeker gibi yazılar Hİlal Bebek Boşluğu dolduracak hobiler, kedere pansuman hazlar İyi hissetme fetişizmi Ne geliyorsa başımıza, “iyi hissetme” saplantısından geliyor. Doğal ve sağlıklı olanın hep bir iyi hissetme, bir mutluluk hali olduğu, sistem tarafından adeta vaaz edilen bir inanış. Süreğen ve kesintisiz bir mutluluk beklentimiz var yaşamdan... Sağlık, üzüntüsüz bir yaşam anlamına geliyor. Kafamızı kuma gömmek, gerçekleri inkâr etmek, unutmak, yadsımak, çarpıtmak... Hepsi, bu “sağlıklı olma” sevdası yüzünden... İşte bu nedenle boşluğumuzu derhal dolduracak hobiler, can sıkıntısını giderecek eylemler, öfkeyi yatıştıracak sözler, kedere pansuman hazlar, yası donduracak düşmanlıklar, suçluluğumuzu üstlenecek zalimler ve günahlarımızı meşrulaştıracak mazlumluklar yaratıyoruz. Kim yasını tutacak şimdiki bir kaybın?! Kim baştan keşfedecek ki Amerika’yı?! Kim sorgulayacak eski inançlarını?!.. Beynimiz bunlara çok fazla enerji harcamak istemiyor ki ufak tefek illüzyonlarla meselenin üstü kapatılıyor. Ne yetersiz yönlerimizle yüzleşmeye, ne suçluluğun dönüştürücü kramplarına, ne yalnızlığın doğurganlığına, ne de kederin yaratıcı sızlanmasına yüz verdiğimiz yok. Haksızmışım deyip değişmekten, suçluymuşum deyip onarmaktan, yanılmışım deyip düzeltmekten korkuyoruz. Öğrendiklerimizle çelişecek her bilgi, iç dengemizi bozuyor diye tutarlılığımıza “mantık” deyip yapışıyoruz. Mutluluğun daralan çemberinde durulmuş ve akmayan bir suda yüzer gibi yüzüyoruz. Her duygu bir aygıt Hiç kötü hissetmemek nihai hedefimiz olduğunda zihnimiz de buna servis yapmaya başlıyor. Bir bakmışız suçlu hissetmeme tutkumuz haklılık saplantısına, mağdur etme meşruiyetine, günah keçisi bulma eğilimine sürüklemiş bizi... Kedere dokunmamak mazlumu, yas tutmamaksa ölülerimizi unutturmuş. Boşluğun sessizliğini, sıkıntının vızıltısını dinleyememek, hem kendimizi hem de ötekini anlayabilmenin perdesi olup inmiş gözlerimize... Ve bunun adına “mutluluk” diyoruz. Eksik hissetmemek için kusur, güçsüz hissetmemek için kurban arıyoruz. Sızlamasın diye vicdanlar, önleniyor kramplar!.. Elbette mutluluk iyidir; sağlıklı insanın tanımında vardır ve hepimiz mutlu olmak isteriz. Elbette kederden, kaygıdan, korkudan, öfkeden uzak bir yaşam arzulamamız doğaldır. Fakat her duygu bir “aygıt”!.. Hepsinin bir besin değeri var. Hepsine bir oda açmak lazım evimizin içinde. Çünkü tüm duygular, üretken bir dehlize dökülen kanallar misali bir yerden bir yere taşır bizi. İyi hissetmeme halinden de damıtılacak bir dolu nimet var. Tam damağımızda hissettiğimiz acı, sindirip içinden besin devşireceğimiz bir lokma iken gerisin geri kusuluyor. Halbuki gerçek şu ki sadece pasta yiyerek büyüyemiyor insan; acısı lazım, ekşisi lazım, sebzesi lazım, “bamya”sı lazım!.. Her tat, farklı bir besi değeri ki böylece güçlenip gelişiyor insan Ayva yemem, bamya yemem, ıspanak yemem!.. Suçlu hissetmem, utanç duymam, korkmam!.. Yani 5 yaşın “Ben bamya yemem” kafası, ömrümüz boyunca başka siluetlerde nefes alıyor. Her duygu, ruhun inşası için lazım. Biz ise malzemeden çaldığımız az maliyetli ama pek dayanıksız binalar inşa ediyoruz. Ve elbette bu “mutluluk fetişizmi” eninde sonunda ayağımıza takılıyor. Gerçeklikten kopmaya başlamış bir algı, kendini gerçekleştiremeyen bir benlik, gelişmeyen, evcilleşmeyen, ehlileşme yen haliyle insan ne kadar zengin, ne kadar üretken, ne kadar var olabilir ki? Dar alanda kısa paslaşmalarla kurulan “küçük ama tutarlı” bir dünyada hayat, hiçbir şeyi sorgulamadan, yıkmadan ve yeniden yapmadan ne kadar anlamlı olabilir? Bedenden önce ölen ruhlar Ayrılıksız bir aşk, sancısız bir doğum, ölümsüz bir hayat ne kadar mümkün olabilir? Gerçeklerle yüzleşmeyip güvendeyiz sanabilir, kendimize toz kondurmayıp değerli hissedebiliriz. Ancak zihnimizin oyunları sadece kısa vadeli afyonlar sunar yaralarımıza. Uzun vadede karşı karşıya kalacağımız ise, ironik bir biçimde adını koyamadığımız mutsuzluklar, hep bir şey eksik duygusu, anlamsızlık ve boşluk olur. İnsan, oyunu kuran ve kurduğu oyunun tuzaklarını kendi kendine unutturan bir varlık. Dolayısıyla kendi oyununun içine hapsolmuş durumda. Ve bu yüzden, “Bu iç sıkıntımın sebebi ne ki?”, “Yok yere neden mutsuzum?” diye sorduğu soruların ucu nereye bağlanıyor, bulamayabiliyor. Demek ki tam da hiç kötü hissetmemeye çalışırken ulaştığımız paradoksal sonuç, yine ve yeniden kötü hissetmek... Ve bu defa acı, ilk baştaki cömert doğurganlığını da sunmayabilir. Orijinal sıkıntı ve ihtiyaçlarımızdan katman katman uzaklaşmış, seslerin birbirine karıştığı, her şeyin başka bir şeyle maskelenmiş olduğu bu noktada, daha yüksek dozda uyuşturucular da gerekebilir: Daha uyuşmuş bir bilinç, daha nasırlanmış bir vicdan, daha paslanmış bir zihin, daha unutkan bir bellek ve dondurulmuş bir hal... Böylesi “altın vuruş”lardan dolayı, mutluluğu da, anlamı da artık hiçbir şeyde bulamayabilir “bedenden önce ölmüş ruhlar”!.. Duygularını dinle Öyleyse, yerinde, zamanında ve uygun bağlamda kötü hissetmek iyidir, geliştirici ve tamamlayıcıdır. Tüm duygular için bir oda açmak ve her birini misafir edip ağırlamak gerekir. Yersiz, oransız, uygunsuz kötü hissetmeler kadar yersiz iyi hissetmeler de sağlıksızdır. Kayıtsızşartsız iyi hissetme fetişizmi, gelişimi durduran, yaşamı daraltan ve topraklarımızı çoraklaştıran bir atmosfer. İnsan duygularını dinlemeli, yasını tutmalı, kaybına ağlamalı, bazen suçlu, bazen mahcup, bazense kederli hissedebilmeli. Bir Resim Bin Kelime Murat Bergi 7 Ocak 2018 SAYI: 1 İmtiyaz Sahibi: CUMHURİYET VAKFI adına Orhan Erİnç İcra Kurulu Başkanı Akın Atalay Genel Yayın Yönetmeni MURAT SABUNCU Yazıişleri Müdürü BÜLENT ÖZDOĞAN Yazıişleri Müdürü (Sorumlu) Faruk Eren Yayın Yönetmeni TAYFUN ATAY Görsel Yönetmen Ulaş ERYAVUz Yayın Koordinatörü Gürer mut Sayfa Uygulama İLKNUR FİLİZ Yazar İlüstrasyonları CAN GÜVEn Reklam Direktörü Deniz Tufan Rezervasyon ve Planlama Koordinatörü Bülent Gürel Yayımlayan ve Yönetim Yeri: Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ. Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sk. No: 2 34381 Şişli/İstanbul Tel: (0212) 343 72 74 (20 hat) Faks: (0212) 343 72 64 eposta: posta@cumhuriyet.com.tr Reklam Yönetimi: Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ. Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sk. No: 2 34381 Şişli/İstanbul Tel: (0212) 343 72 74 (20 hat) Faks: (0212) 251 98 68 eposta: reklam@cumhuriyet.com.tr Yaygın süreli yayın. Cumhuriyet Gazetesinin ücretsiz ekidir. Baskı: DPC Doğan Medya Tesisleri Hoşdere Yolu 34850 Esenyurt/İstanbul Dağıtım: Doğan Dağıtım Satış Pazarlama Matbaacılık Ödeme Aracılık ve Tahsilat Sistemleri AŞ Esenyurt/İstanbul C MY B