Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
7 OCAK 2018, PAZAR SAYFA 2 Her şey Mİrgün Cabas ‘Mirgün Cabas’la Her Şey’ kaldığı yerden... Size selam, onlara sevgi, saygı! Daha önce de bir gazeteye yazı yazdım. Başlangıçta ne yazacağımı bilmiyordum. Sonra yaza yaza yolumu buldum. Şimdi de ne yazacağımı bilmiyorum. Hepimiz adına umarım ki, yine tez zamanda bulurum o yolu. Bu yazıya oturmadan önce, o günlerde ne yazmışım, nasıl yazmışım diye dönüp baktım... Fark ettim ki, epey siyaset yazmışım. Ki o zaman da siyasetle yüklü bir gazetenin pazar sayısını hafifletecek konular yazayım diye açılmış bir köşeydi. Ne var ki niyetle akıbet birbirini tutmadı. Bu kez tutacak, kararlıyım. Konforun köleleri Aynı sözler 20 yıl önce internet başladığında da söylenmişti: “Evet, bu internet belli ki çok yararlı bir şey. Ama bir daha anlatsana, tam olarak ne işe yarayacak?” 1990’ların ikinci yarısında interneti anlamaya çalışan bir kuşak vardı. Onlar interneti iyi kötü anladı. Onların ardından gelen kuşak ise bugün yapay zekâ karşısında aynı sınavı veriyor. Üstelik tartışma ondan daha ateşli ve ilginç. Son birkaç haftadır karşıma sürekli bu konuyla ilgili makaleler, haberler, videolar çıkıyor. Bir uçta dünyayı ve insanlığın geleceğini ele geçirecek, yazılımcıların elinde şekillenirken sinsice gününü bekleyen bir über üst akıldan bahsedenler var. Diğer uçta “mesailerimizi dört günde dörder saate” düşürecek, tüm insanlığa çıkacak bir büyük ikramiyeyi bekleyenler... Üstelik her iki tarafta da mühendisler, bilim adamları, dünyanın en büyük teknoloji şirketlerinin yöneticileri, sahipleri konuşuyor... Bir taraf yapay zekânın hepimizi kendine köle edeceği bir distopyadan bahsediyor, diğer taraf rahat ve müreffeh bir ütopyadan. Bu tartışmaya bakınca ben ne görüyorum, onu söyleyeyim. Gerçek, her zaman olduğu gibi ortada bir yerde. Şu an streaming platformlarında bize hoşlanacağımız şarkıları arka arkaya çalan, arabaya bindiğimiz anda biz hiçbir şey yapmadan eve kaç dakikada gideceğimizi söyleyen ve çok yakında otomobillerimizde bizi adrese paket gibi teslim edecek olan yapay zekâ bizi kendine köle edecek, bu doğru. Ama bilgisayarla rın şeytani bir amacı olduğu için değil. Tersine insanların akıllarından binbir türlü şeytanlık geçtiği için. Bugün dinleyeceğimiz müziği seçmeyi Spotify’ın, okuyacağımız köşe yazısını Facebook’un “keyfine” bıraktığımız gibi yarın otomobil kullanmayı ve yolda göreceğimiz manzarayı, evimize girecek domatesi ve tuvalet kâğıdını da başka bilgisayarlara bırakacağız. Onlar da daha önce yaptığımız seçimlere bakarak bizi aynı çemberin içinde gezdirecek. Facebook’ta ne hikmetse hep aynı iki yazarın yazılarını öneren postlar karşımıza çıkıp sadece siyasi görüşünü beğendiğimiz akrabamızın yo Gazetenin ana sayfasının sağ üst köşesinde 14 aydır resimleri duran Akın Atalay ve arkadaşım Murat Sabuncu ile 12 ayı aşkın süredir aynı köşeden metanet ve gururla bize bakan Sevgili Ahmet Şık’ı sevgiyle anıp başlıyorum... rumlarını gördüğümüz gibi, bir yankı fanusunun içinde sadece kendimizi ve bize benzeyenlerin seslerini duyarak yaşamaya devam edeceğiz. Vücudumuzu yormamaya alışmıştık, artık o güzel kafalarımızı da fazla çalıştırmamıza gerek kalmayacak. İşle yormadığımız vücutları çalıştırmak için spor salonlarına talim eden bizler, seçimlerle yormadığımız kafalarımız için nereye gideceğiz acaba, satranç kulüplerine mi? Belki de günlük düşünme kotamızı, Netflix’in yapay zekâsının bize önerdiği Black Mirror’ı izleyerek ve insanlığı nasıl tekinsiz ve soğuk bir geleceğin beklediğini düşünerek doldururuz? Oto sanayinin artistleri İnsanın mutlak mutluluğu, sevdiğiyle birlikte olmasından geçiyor. Ve o sevgiyi derinleştirmesinden. Hayır bu köşede siyasete bulaşmamak için işi aşk yazılarına dökecek değilim. En azından daha ilk haftadan... İnsanın sevdiği işi yapmasından bahsediyorum. Fotoğraf, yakın arkadaşlarımdan birinin heykel atölyesinden. Yayınladığı mizah dergisini kapatınca oto sanayide kendine bir atölye tuttu ve uzun zamandır yapmak istediği ne varsa kendini ona verdi. Heykeller çiziyor, kalıplarını yapıyor sonra onları üç boyutlu yazıcıda basıyor, içlerini epoksiyle dolduruyor, zımparalıyor, oto boyacıda boyatıyor, onları yapmak için mühendis gibi aletler üretiyor... Ortaya Erdil Yaşaroğlu’nun neşeli, pırıl pırıl, zekice heykelleri çıkıyor. Bütün bunları yaparken de kaportacıların, oto elektrikçilerin arasında kendilerine şahane yaşam alanı açmış başka sanatçıların kurduğu ekosistemden besleniyor. Yedek parçacıdan otomobil led’i alıp kendi flaşını da yapıyor, gece eve giderken birbirine ateş edip kan fışkırtanların, filmlere efekt tasarlayan komşu atölyeden gençler olduğunu fark edip “dehşetle” eğleniyor da. İstanbul’da çağdaş sanat ürünlerini herkesten önce kaportacı çırakları görüyor, çok da iyi oluyor. Ahmet Tulgar Ne teşhirci ne kapalı kutu, ne kibirli ne mütevazı, ne sakin ne de öfkeli... Teşhis Şenol Güneş’in fiziki haritası Trabzon Havalimanı 2017 sonlarında yine tadilata alındı ve bir ay boyunca pist genişletme çalışmaları yapıldı. Trabzonluların ikinci pist talebi de sürüyor. Ben 2000’lerin başından beri Trabzon Havalimanı’na inmedim. Oysa bu havalimanına inişler ve bu havalimanından kalkışlardaki adrenalin artışını severim. Bu kader anı duygusunu. Bir yanda deniz, Karadeniz vardır, diğer yanda dağlar, tepeler. Pist bu açılma ve kapanma arasında uzanır. Aslında Karadeniz de handiyse bir iç deniz olduğu için, “iki kapanma arasında” da denilebilir. Ama yine de benim gibi curcuna denizlere alışkın bir İstanbullu için olmasa bile Trabzonlular için pistin bir yanındaki Karadeniz bir açılma duygusu üretiyor olmalı; diğer yanda kendini tepelere emanet etmiş bu kentte. Bir keresinde de Trabzon’un önemli ilçelerinden Maçka’ya gittiğimde benzeri bir kapanma duygusu hissetmiştim; dört bir yanımda dağlar, ilçe merkezinde bir çay bahçesine oturduğumda. Bir sıkışmışlık, bu sıkışmanın merkezinde ise yoğunlaşmış bir enerji fazlası vardı ilçe merkezinde. Bu fazlalığı boşaltmak için bütün ilçe bir horon patlaması bekler gibiydi. Sıkışmışlık ifadesi 2002 yılında Milliyet gazetesi için Trabzonspor’un yeni transferi Güney Koreli Lee Eul Yong ile bir söyleşi yapmıştım, kulübün tesislerinde, bir akşam. (Bu arada işte bu aynı sıkışmış enerji fazlasını futbolcuların kamp yaptığı tesislerde de hissedersiniz.) Lee Eul Yong iki haftadır Trabzon’daydı ve bana çok sıkıldığını söylemişti. Şöyle açıklıyordu sıkıntısının sebebini: “Trabzon ise bir ada. Adalar hep böyle olur. Köy gibi.” Evet, havalimanından direkt tesislere gelen ve iki haftadır kampta olan ünlü futbolcu Trabzon’a inerken edindiği coğrafi izlenim nedeniyle kendisini bir adada sıkışmış sanıyordu ve çok sıkılıyordu. Bir an önce İstanbul’a gitmek, dönemin popüler gece kulüpleri Reina ve Laila’yı görmek istiyordu. İşte ben Trabzon’un has evladı Şenol Güneş’in yüzüne baktığımda da hep dikey bir bastırılmışlık, suratında bu basınç sonucu bir öne çıkmışlık ve bu yüzden de çehresinde bir sıkışmışlık ifadesi görürüm. Şenol Güneş’in söylemleri bu sıkışmışlık ifadesinde birikmiş enerji fazlası olarak ortaya çıkar. Şenol Güneş’in kariyeri de, söyleni de Trabzon Havalimanı pisti gibi bir açılma ile kapanma arasında uzanır. Onu televizyonda seyrettiğinizde de bu izlenimi edineceksinizdir ama esas karşısına oturup sohbet ettiğinizde iyice fark edersiniz ki, o ne tam açılmaktadır size ne de kendisini kapatmaktadır. Ne bir teşhircidir ne bir kapalı kutu. Şenol Güneş Ne iddialıdır ne iddiasız. Ne kibirlidir ne mütevazı. Ne sakindir ne öfkeli. Bir açılma ile kapanmanın ortasında kendisine bulduğu yolda, asla iki arada bir derede kalarak değil ama notalarını sadece kendi bildiği bir gel git ritmiyle nevi şahsına münhasır olmayı bilmiş ve asla futbol altkültürünün raconu ve estetiğine prim vermeden, kendi tarzını oluşturabilmiştir. Benim kendisiyle uzun uzun konuşma fırsatım oldu. Galibiyetler ve mağlubiyetlerle süren hayatlarında, uzun soluklu çoğu futbol adamının kariyeri bir platolar dizisi oluşturur. Şenol Güneş’inki de öyle tabii. Ben onunla o meşhur söyleşiyi yaptığımda kariyerindeki en yüksek platolardan bir usul usul yükselmekteydi (“Başka şeyi olmayan, karizmaya sığınır”, Milliyet Pazar, 25 Kasım 2001). 47 yıl sonra Türkiye’yi Dünya Kupası’na götüren Milli Takım’ın teknik direktörüydü o sırada ve 2002’de yapılan turnuvada takımı yarıfinale yükselecek, dünya üçüncüsü olacaktı. Şenol Güneş’in konuşması da öyleydi o gün buluştuğumuzda. Uzun uzun, usul usul anlatırken aniden bir plato yükseliyordu söyleminin yatay pistinde. “Şenol Güneş varken, ne lüzumu var imparator olmanın, kral olmanın? Ben adamım. Adamlık nedir? Çalışkanlık, dürüstlük, üretkenlik, paylaşım cılıktır, ülkeye hizmettir. Eğer unvanlarla yaşasaydım, ben olmazdım” diyordu mesela bir soruma cevaben. Bir başka soruma ise şöyle cevap veriyordu: “Sindire sindire gitmemiz, öyle büyümemiz lazım. Şimdi Türkiye’nin ekonomisi bir aşağı bir yukarı gidiyor, insanlar mutsuz oluyor. Halbuki herhangi bir seviyede istikrar yakalansa, herkes mutlu olacak.” Sohbetimizin bir anında öfkelenmişti. “Bir insana ‘karizmatik’ demek olumsuz bir şey aslında. Yani adamda pek bir şey yok da ukalalıkla, kendini beğenmişlikle filan işi kurtarıyor. Ben karizma filan istemiyorum. (...) Karizma hiçbir şeyi olmayanların sığındıkları bir şey. Kim kime hava atıyor ya?” deyivermişti. Buzlu camın ardındaki ışıltı Şenol Güneş ateşli bir adamdı ama ateşini derin dondurucuda muhafaza edebilenlerden. Anlamıştım. Karizma lafı da onu bu yüzden böyle kızdırmıştı. Hırsı ve pragmatizminin ateşinde kavrulan, kavrulurken de etrafına ateş püsküren Fatih Terim’in neredeyse zıttıydı o. O, Beşiktaş’a çok yakıştı. Çok iyi bir manzara oluşturdu ikisi. Çünkü Beşiktaş’ta da vardır aynı ani kreşendolar, tarihinde de platolar, taraftarında ne iddialılık ne iddiasızlık, tevazuyla sarmalanmış bir kararlılık ve özgüven. Şenol Güneş’i Trabzonspor’da kalecilik yaptığı günlerden beri takip ederim. Bir ara ona olan ilgim kaybolmuştu. 2000’li yılların hemen başında onu sadece sempatik değil değerli de bulmaya başladım. Sadece futbol açısında, futbol kültürü açısından değil genel insani duruşu ile. Türkiye spor kamuoyunun başarıyı da başarısızlığı da aşırı uçlara sürükleyen tutumu elbette Şenol Güneş’i de çileden çıkarıyor bazen. Birkaç hafta önce lig maçlarını yayınlayan televizyon kuruluşunun objektif olmadığını ya da rakip takımların kendileriyle oynadıkları maçlarda zaman geçirme taktikleri uyguladıklarını ileri sürerek kamuoyu önünde tartışmaya girmesine rağmen Şenol Güneş o günlerden bu günlere yine de buzlu camın ardında sürdürüyor ışıltısını. Zaman zaman öfkelenip alev alsa da söylemi, dedim ya, ‘buzlu camın’ ardında onunkisi. Zaten onun nevi şahsına münhasır hali de, o dışarı ne tam görüntü veren ne de görüntüyü hepten kapatan buzlu camın ardında oluşuyor. C MY B