Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
18 OCAK 2015 / SAYI 1504 3 Korkma Kimse Yok, müebbete mahkum edilmiş, 23 saatini tek kişilik hücrelerde geçiren 16 insanın hikâyelerinden oluşuyor. Kitap bize kapıların ardını gösteriyor, dışarıyı da. Özlemi, özgürlüğü, güneşi, çölü, yalnızlığı... Okuyun, hayata bir de onların gözüyle bakın... Hapishaneden gelen ürünlerle ilgili bir önyargı vardır. Metinlerin özlem, hasret kokan klişe ifadeler içereceğine ve sadece koğuşun anlatılacağına dair. Korkma Kimse Yok, bu önyargıyı da kırıyor. Çünkü yazarlar klişe olandan özellikle kaçıyorlar, toplumsal olanı da bireysel ilişkileri de, aralarındaki bağı da sorguluyor, ironiyle “yapıp bozarak” aktarıyorlar. Metinlerde iç diyaloglarla karşılaşıyoruz. Tecritte “tek arkadaşı belleği olan” yazarlar, düşsel arkadaşlarıyla sokağa çıkıyorlar, sahilde yürüyorlar, hapishanedeki rögar kapaklarında yetiştirdikleri beton çiçekleriyle Gezi’ye selam çakıyorlar ve bütün bunları cıvıl cıvıl anlatıyorlar. Ayrıca yakıcı konuları büyük bir cesaret içinde ele alıyorlar. Kendi siyasi hareketlerini, o siyasi hareket içindeki kendi varlıklarını bile sorgulayarak, propagandaya yaslanmadan, dışarıdakilerin çoğunlukla çekimser kaldıkları toplumsal olayları da konu ediyorlar. Bir başka deyişle; Müebbete hükümlü yazarlar, bize yazmanın anlamını bir kez daha hatırlatıyorlar. l esraacikgoz@cumhuriyet.com.tr Sahiden dışarıda mısınız? ESRA AÇIKGÖZ “Bazen sadece bir kitap değildir elinizdeki. Tüm insanlık bir kitabın sayfaları arasına sıkışmış, kırk kapının ardından size bakmaktadır.” İşte böyle yazıyor “Korkma Kimse Yok” kitabının editörleri Sibel Öz ve Ayşegül Tözeren önsözde. Bu kitap gerçekten de kırk kapının ardına baktırıyor. Kırk kapının ardından bakanların nasıl da bizden daha net yaşamı, dünyayı gördüğünü gösteriyor. Zira, müebbet hapse mahkum edilmiş, 23 saatini kilitli kapıların ardında geçiren 16 insanın anlatısından oluşuyor kitap. Umuttan, güneşten, gökyüzünden, zamandan, özlemden… Korkma Kimse Yok, Dışarıda Deli Dalgalar’ın ikinci kitabı. Bu kez müebbet cezası alan hükümlü yazarların sesini duyuruyorsunuz bize. Sibel Öz: Dışarıda Deli Dalgalar, yedi yıldır hapishanelerdeki siyasi davalardan tüm tutuklu ve hükümlü arkadaşlarla dayanışmak amacıyla kurduğumuz bir yurttaş inisiyatifi. Daha önce de 2012’de farklı hapishanelerdeki bazı siyasi tutuklulara fotoğraflar yollamış, öykülerini yazmalarını istemiştik, işte o öykülerden oluşan “Kıyıya Vuran Dalgalar” adlı bir öykü kitabı hazırlamıştık. “Kıyıya Vuran Dalgalar”la F tipi hücrelerde, yoğun tecrit koşullarında insansız yaşamaya mahkum edilmiş insanların, yazarların, “daha dün hayattan koparılmışlar gibi” canlı betimlemelerle, sokağı, umudu taşıyan cıvıl cıvıl öyküler yazdıklarını görünce, F tiplerinde edebiyatın yeni bir direnme biçimi olduğunu fark ettik. Bir diğer fark ettiğimiz nokta, yazdıklarında kendilerini ve yaşadıklarını hiç öne çıkarmama tavırlarıydı. Ama çoğu yirmi küsur yıldır siyasi nedenlerle hapisteydi ve buna bir de 2000’den itibaren F tipi hücrelerde tecrit edilme durumu eklenmişti. Bu gerçeğe duyarsız kalmak mümkün mü? Onlara Korkma Kimse Yok’la ilgili tasarımızı yazdık, önce kendilerini merkeze alan bir çalışmaya gönüllü olmadılar, tartıştık ve ikna ettik. Kitapta metinleri yer alan yazarları nasıl belirlediniz? Ayşegül Tözeren: Yazarları tekli hücrelerden seçmeye çalıştık. Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi hem inanç ve ideallerinden dolayı kendi durumlarını öne çıkaracak bir çalışmadan endişelilerdi, hem de 23 saatlik insansızlığı anlatmak, bunu yaşayan için kendini anestesisiz ameliyat masasına yatırmak demekti. Yazarlarla uzun uzun mektuplaştık. Doğrusunu söylemek gerekirse ısrarcı olduk. Hatta çok ısrarcı olup, yazmama şansı tanımadık. Çöle düştüm, çöldeyim Bu ısrar sonucunda da birbirinden çarpıcı, hayatın içinde öyküler ortaya çıkmış. Sizde bunları altı başlıkta toplamışsınız; çöl, taş, zaman, özlem, insan, sesler… Neden bunlar? S. Öz: Hapishanelerdeki arkadaşlarla biz kitap tasarısından önce de mektuplaşıyorduk. Mektuplaşmalarımızda sık geçen ya da zihnimize çakılı kalan ifadeler oluyordu. Mesela bir arkadaş tek kişilik hücreye götürüldüğü ilk gün için “Çöle düştüm, çöldeyim” diye yazmıştı mektupta. Bir başka arkadaş tek kişilik hücreleri “zamana yayılmış ölüm yolculuğu” diye nitelemişti. Kitabın ara başlıklarını aslında mektuplaşmalar belirledi. Onlar “Zamanın, taşın ve çölün bilgesi” olarak nitelenebilir. Sabrı onlardan iyi bilen olabilir mi? Mektuplaşmalarımızda geçen sözcüklerin izini takip ettik. Öyküler okura içerisi kadar dışarıyı da anlatıyor. Tam da önsözde belirttiğiniz ömürölüm ilişkisine bir kafa tutuş gibi. Yazmak ve de paylaşmak içerdeki insan için neyi ifade ediyor? A. Tözeren: Mektuplaşmalar sırasında sokağı, gökyüzünü, ağaçları onlarla paylaşamamanın suçluluğunu, burukluğunu yaşıyorduk. “Korkma Kimse Yok”, aslında bir buluşma. Onlar dışarıyı, sokakları, buldukları gökyüzüne bakma duraklarını, beton çiçeklerini anlattıkça, bize de, onlara da iyi geldi. Birlikte şarkı söyleme zeminini bulmuştuk! Hapishanenin işlevi tekli hücrelerle birlikte “yok etmek”ken bu kitap içeridekilerin “Biz yok olmadık! Varız!” demesi. Bir türkü söyleme, yaşama ilişkin bir direnme biçimi. 8 yıl 4.75 metrekarelik bir odada kapalı ve tek başına kalanlar, bizlere yürüyemediği sokakları, bakamadığı göğü, yetiştiremediği çiçekleri anlatıyor. Düşünün, bir insanın “Ben varım, buradayım” demesinin tek yolu yazmaksa? Edebiyatın anlamı tam da burada saklı. Türkiye’de hapishane edebiyatı dediğimiz güçlü bir edebiyattan söz etmek mümkün. Hapishanede yazılanlarla ilişkisi olan insanlar olarak siz nasıl değerlendiriyorsunuz bunu? S. Öz: Bir gün hapishanede üretilen edebi yapıtlara ilişkin bir inceleme kitabı aramak için Kadıköy’deki bir kitapçıya girmiştik. Aradığımız inceleme kitabını bulamamıştık, ama kitapçının dediğini hiç unutmadık: “Hapishanede yazılmış kitap arıyorsanız kolay. Türkiye Edebiyatı’nın çoğu hapishane edebiyatı zaten.” Hâl böyle olunca, geçmişten yazar adı saymak anlamlı değil. Ancak 80’li yıllarda hapishanedekilerin, sürgündekilerin edebiyat ürünleriyle Yeni Sesler dizisini hazırlayan ve onların sesini duyurma cesaretini gösteren Ayşe Nur Zarakolu’nu analım. Hücrelerdeki kitap sayısı kısıtlı, bazen yönetmeliklerle daha da kısıtlanmaya çalışılıyor, çoğunun çalışma masası bile yok, dizleri masaları, bilgisayarları yok. Ama hapishanelerden gelen ürünlerde son 23 yıldır dışarıdakine göre daha göze çarpıcı bir nitel yükseliş var. Dışarıdakiler bunu fark edemiyorsa, soruyoruz, “Sahiden dışarıda mısınız?” A. Tözeren: Tekli hücrede tecritte kalan yazarların çoğu 90 kuşağına ait. Hiç olduğumuz gerçeğini reddediyoruz İ nsanoğlu aslında özgür mü? Yoksa herkes yaşamda aslında “biraz özgür” olmayı mı tercih ediyor? “Biraz özgür olmak” diye bir şey var mı? Daha önce “Alevi Bağdaştırmacılığının Yapılanışı” isimli yüksek lisans tezi ile 2008 yılında açtığı “Ateşe İmge Üflemek” isimli sergisiyle adından söz ettiren Ceren Selmanpakoğlu, bu kez “Hiçliğin Özgürlüğü” adını verdiği sergisiyle bu sorulara kendi deyimiyle “ajansal sanat” üzerinden yanıt veriyor. Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan “Hiçliğin Özgürlüğü: Ajansal Sanat” kitabından sonra Cermodern Sanatlar Merkezi’nde açılan heykel, fotoğraf, yerleştirme, video ve audio sergisi ile karşımıza çıkan Selmanpakoğlu ile SELDA “hiçliğin özgürlük” olduğunu vurgulayan GÜNEYSU çalışması üzerine söyleştik: Serginizin adı çok dikkat çekici... Neden “Hiçliğin Özgürlüğü?” Ne anlama geliyor? Eğer hiçseniz, belirlenmiş bir şey olmadığınızdan istediğiniz her şey olabilme potansiyeliniz var demektir. İstediğiniz her şey olabiliyorsanız da özgürsünüz demektir. O yüzden, “hiçlik özgürlüktür.” Oysaki biz hiç olduğumuz gerçeğini reddeder, belirlenmiş biri olmayı seçeriz: Hiç olmayı, yani istediğimiz her şey olabilme özgürlüğümüzü istemeyiz. Çünkü eğer hiç olduğumuzu, yani özgür olduğumuzu kabul edersek istediğimiz kişi olmayı seçme sorumluluğunu, yani kendi kendimizi inşa etme imkânımızın sorumluluğunu da üstümüze almak zorundayızdır. O yüzden “Hiçliğin Özgürlüğü.” Yanılmıyorsam sizin bir de bu sergiyle paralel bir kitabınız bulunuyor? Evet. Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan “Hiçliğin Özgürlüğü: Ajansal Sanat” kitabım doktora tezimin biraz detaylandırılmış hali. Psikanaliz ve varoluşsal felsefe bakışından öznenin nasıl inşa edildiğini, toplumsal gerçekliği neden ve nasıl kurduğumuzu ele alıyor. Sanatın da diğer kurumlardan farksız olarak bu “gerçekliği” nasıl yeniden üretmeye hizmet ettiğini, bu “gerçeklik” kurmacasının temelinde özgürlüğümüzü reddediş ve Fotoğraf: NECATİ SAVAŞ Ceren Selmanpakoğlu, “Hiçliğin Özgürlüğü” adlı sergisinde, insanın özgürlüğünden kaçmak için “hiçlik” yerine “kimlik yanılsaması” ve sorumluluk transferine dayanan semptomatik bir gerçekliği seçtiğini vurguluyor... sorumluluğumuzdan kaçış stratejilerimizi de tespitliyor. Bunlarla hesaplaşma performansı olarak “ajansal sanat” önermesini sunduğum bir kitap. Bu önerme sadece teorik değil uygulama da içerdiğinden sergiyi de tam olarak bunun üzerine inşa ettim. ve ses tasarımını Oğuz Altundağ’ın yaptığı audio işle başlıyoruz. Çığlık atan silikon bir perde olan “Hiçlik Korkusu”nu elinizle iterek sergi salonuna girdiğinizde sizi size işaret eden tuğlaların arasından çıkan ellerle yüzleşiyorsunuz. Sonra gelen heykel, fotoğraf ve videolarla, toplumsal “gerçekliği” ve bunun içinde kurduğumuz kimliğimizi bir doluluk ve mutlaklık kabul edişimizin aslında bizim kurmacamız olduğunu görüyoruz. Aşamalı olarak bu hesaplaşmadan geçtikten sonra, özgürlüğün keşfi, kabullenişi, oyunbazlığı geliyor yine fotoğraf, video ve heykellerle. Ve sergi boş, beyaz bir sayfa açıp, olmak istediğimiz kişiyi bilinçli olarak kurabilme özgürlüğümüzü işaret eden video ve yerleştirme ile bitiyor. Diyorsunuz ki, “Zaten özgür olduğumuz halde, yarattığımız mazeretler dünyası içinde özgür değilmişiz gibi davranmayı seçiyoruz...” Sizce insanoğlu neden “özgür değilmişiz” gibi davranmayı tercih ediyor? Öncelikle özgürlük kavramını açmak gerek. Özgürlük “biraz” olabilen bir şey değil. Yani, Sartre’ın dediği gibi “ya özgürsünüzdür ya da köle.” “Biraz özgür olmak” diye bir şey olamaz. Eğer yaptığımız bazı seçimleri özgür seçimler olarak tanımlıyorsak, bu, diğer seçimlerimizde de özgür olduğumuz anlamına gelmek zorunda. Bazı seçimlerimizi “mecburen yapmak” diye tanımlıyorsak, bu açıkça seçimimizin sorumluğunu topluma, kurallara yıkarak işin içinden sıyrılmaya çalıştığımız anlamına geliyor. Aslında, güya doğru bulmadığımız halde yaptığımız şeyin suçunu topluma, kurallara atıyorsak, bu, özgür seçimimizin sorumluluğundan kaçtığımız, seçimimizi bahanelerle gerekçelendirdiğimiz anlamına geliyor. Bunun nedeni de açık, sorumluluğu üstümüze almak istemiyoruz. Toplumu, kuralları suçlamak işimize geliyor. Ajansal sanat nedir? Ajansal sanat, nasıl “özgürlüğün coşku ile de yaşanabileceği potansiyelini işler?” “Ajansal sanat”, aslında özgür olduğu halde buna direnç gösteren izleyicilerin kendilerini kandırdığını zannederek sorumluluğu üstlerinden atma pratiklerine “yemezler ve aslında sen de yemiyorsun” der: Kendini kandırma alışkanlığını kaşır. Sorumluluğu geri izleyiciye verir ki aslında haddi değildir çünkü zaten sorumluluk izleyicidedir; bilir ama bilmiyormuş gibi yaparak özgürlüğünden kurtulduğunu sanır. Çünkü her şey olabilme, yani, kendini bilinçli olarak kurabilme potansiyeli ona sorumluluk verdiğinden onu iç daralmasına düşürür. Ama “ajansal sanat”, özgürlüğü sahiplenen kişinin her bahane üretme hamlesinde kendini yakalamasının aslında coşkusal bir tarafı olduğunu da işler. Çünkü bizi kurmaca “gerçekliğimize” ve saçma “kimliğimize” sığındıran bahanelerimiz komiktir ve kendimize “yemezler” dememizde coşkusal bir haz vardır. Bu coşkuyu yaşama potansiyelinde de hiyerarşi yoktur, yani herkeste bu potansiyel vardır. İdeoloji metadır Sizce ideolojiler de özgürlüğün önünde engel midir? İdeolojiler engelse, ideolojisiz bir yaşam mı sürdürülmelidir? Hiçbir şey özgürlüğün önünde engel olamaz. İnsanın kendi bile ne kadar özgürlüğünü reddederse etsin bu özgür olduğu gerçeğini değiştiremez. O yüzden özgürlük ideolojilerin endeksine bağlı değildir. İnsan ya özgürdür ya da değil ki zaten özgür olduğunu konuştuk. İdeolojik özgürlük ise; siyasi vaat ile pazarlanan bir metadır. “Koşullu özgürlüktür” ki sapır saçma, kendiyle çelişen bir üründür bu. Siyaseten vaat edilen özgürlüğü benim talep etmem, “aslında özgür değilim, ancak siyaseten bana özgürlük verilirse özgür olacağım” diyerek, özgürlüğümden kaçmaya çalışmam demektir. Halbuki özgürlük siyasetle pazarlandığında, vaadedildiğinde “ben zaten özgürüm” diyebilmek tüm siyasi vaat sistemini, dolayısıyla siyasete sorumluluğu atarak işin içinden sıyrılma pratiğini çökertecek kadar büyük bir güçtür. l Ya özgürsünüzdür ya da köle Serginizde kaç eseriniz yer alıyor ve bu eserler geneli itibarıyla sanatseverlere ne mesaj veriyor? Sergide heykel, fotoğraf, yerleştirme, video ve audio olmak üzere 44 çalışma var. Tüm çalışmaların temelinde hiçliğimizle, özgürlüğümüzle hesaplaşma var. Her biri ayrı noktalardan bu meseleye dayansa da işleri sergileme düzeneğinde takip ettiğinizde, önce serginin kavramsal çerçevesi diyebileceğimiz kitabımın son bölümünü seslendirdiğim C M Y B