24 Kasım 2024 Pazar Türkçe Subscribe Login

Catalog

10 KASIM 2013 / SAYI 1442 7 Anasonlu tarçınlı kavun Tarhunlu beyaz peynir mezesi “The Spirit of IstanbulIstanbul Ruhu” gecesinde durmaksızın meze yetiştiren bir ekip vardı. Kendilerini “Kitchen GuerillasMutfak Gerillaları” olarak adlandıran bu grup lokantaları, mekânları kendi ifadelerine göre basıp, ya da bir başka ifadeyle bir geceliğine ellerine geçirip sıradışı yemekler yapıyorlar. Yıllar önce İstanbul’daki ilk eylemlerinden üst üste ikisine gidip, lezzetli yemeklere rağmen kaotik organizasyon nedeniyle neredeyse aç kalkıp, o zaman için bana acayip yüksek gelen verdiğim rakama atfen onlara Şehir Şakileri adını takmıştım. Zaman geçti bizim Şehir Şakileri çok başarılı işlere imza attılar. Almanya’da epey seslerini duyurdular. İnatla lokanta, mekan basmayı sürdürdüler, inançla doğru bildikleri yoldan gittiler, kısaca ‘dürüsüt’ olarak tanımladıkları yemekleri yapıp durdular. Grubun İstanbullusu Semi Hakim bana en beğendiğim tarifi sizler için fısıldayıverdi.. 1 kalıp (500 g) Ezine koyun beyaz peynir 1 topatan kavunu 1 demet taze tarhun 1’er çorba kaşığı toz rezene, toz yıldız anason, tarçın 10 adet kakule 1 adet limon 5 çorba kaşığı zeytinyağı tuz karabiber Peyniri yaklaşım iki parmak kalınlığında irice küpler halinde kesin. Bir kap içinde ince kıyılmış taze tarhun, toz rezene ve toz yıldız anason ile karıştırın, limon suyu ve zeytinyağını ekleyip alt üst edin ve birkaç saat buzdolabında bekletin. Kavunları da aynı büyüklükte küplere kesin, tarçın ve dövülmüş kakule ile harmanlayın. Servis yapmadan hemen önce peynirlerle kavunları karıştırın. l G Misafir sanatçı ünlerin uzadığı gecelerin hayatları yoktu. Çocuklarına kısacık olduğu bir haziran gelecek oluşturmak için çırpınıp dururken Berlin doğumlu ama günüydü. Bundan tam 50 ne Almanne Türk yepyeni bir yıl önce 1963 yazında kalabalıklar kuşak oluşturdular. Vatan nere Kennedy’yi dinlemek için bilemediler, oraları buraları derken toplanmıştı. “Ich bin ein Berliner: içli içli “Alamanya acı vatan” Ben bir Berlinliyim” diye haykırdı dediler ama dolu dolu bir “Ich bin Amerikan başkanı... Kalpleri ein Berliner” diyemediler. Böyle fethetmişti. Berlin kentini ikiye bölen AYLİN söylemeleri hiç istenmedi ama duvar inşa edilirken Doğu ÖNEY TAN zaten onların da içinden gelmedi, Almanya’nın ortasında ıssız bir ada kim bilir belki de bu “misafir gibi kalan Batı Berlin’in 44 km.’lik sanatçı” statüsünden ötürü göğüslerini gere yalnızlığına yârenlik ediyordu. Kennedy gere “Berlinliyiz biz, Berlin bizden sorulur!” “Amerika sizin her zaman yanınızda olacak” diyemediler, demediler. mesajını verirken aslında duvarların ötesine sesleniyordu. Aynı dönemde Anadolu’dan bir dizi BERLİNLİ TATLAR genç, kuvvetli insan doktor kontrollerinde dişlerine kadar bakılarak kontrol ediliyordu. Aradan geçen yıllar sonrasında gariptir ki Almanya’nın yeni işgücü uzak topraklardan Almanlar Türk mutfağını yeni yeni keşfediyor. devşirilmekteydi. İlk işçi kafilesinin yola Çarçabuk Berlinli olabilen tek Türk lezzeti çıktığı 1961 yılından başlayarak göçün döner kebap olmuştu. Ama Türk mutfağından yasaklanacağı 1973 yılına kadar Anadolu’dan ikinci bir lezzet çıkamamıştı. Bugün yepyeni Düşünsentır Misafir şair Kötülüğün attığı düğüm Tarihin gücüne dayanamaz *** Peşimizi bırakmayan kuşkuyla adam olduk *** Değiş tokuşla geçen yaşam Kendine gelemedi bir türlü *** Yok edemediğim bir şiire başladım Mehmet Kıyat Off the record Ayak izine göre hayvanın cinsiyeti ve yaşı saptanabiliyormuş! Atit ittifakı hariç... Utandırma servisi Soyağacımı çıkarmak istedim, baktım zor iş, vazgeçtim. En iyisi politikaya atılayım, birileri soyumu sopumu araştırır, beni bu zahmetten kurtarır. Kemal Ateş Artşop Almanya’ya büyük bir iş göçü oldu. Muhtemelen Kennedy’yi dinleyen Almanlar arasına karışmış Türkler de vardı. Ancak kentin bu yeni gelenleri Amerikan başkanı gibi göğsünü gere gere “Berlinliyim” deme cesaretini gösterecek durumda değillerdi. Onlar kara kafalı yabancılardı, hep de öyle kalacaklardı. Yeni gelenlere hemen konumlarını her daim hatırlatacak sıfat yapıştırılmıştı: “Gastarbeiter” yani misafir işçi.. Ömürlerini Alman sanayinin neferi, hizmet sektörünün emekçisi olarak geçiren bu misafir Türkler enselerinde sallanan Demokles kılıcının tehdidinde, hep geri gitme özleminde, hep geri gönderilme korkusunda, iki arada bir derede yaşadılar durdular. Duvarlarla çevriyi Batı Berlin, Almanların bile yaşamak istemediği klostrofobik bir yer haline gelmişti. Vatandan uzak Türkler için ise hayat zaten görünmez duvarlarla çevriliydi. Çoğu iyi koşullar, daha yüklü maaşlar vaat eden Berlin’e yerleşmekte tereddüt bile etmedi. Zaten çalış çalış başka şık ve havalı lokantalar açılıyor, neon lambalı buzdolabı vitrinli kebapçıların yerine Türk ve Alman gençlerin meze sofralarında rakı kadehi tokuşturduğu havalı mekânlar dolup taşıyor. Geçen hafta düzenlenen Berlin’de Mey grubunun düzenliği “The Spirit of IstanbulIstanbul Ruhu” gecesi bu yolda yeni bir adım oldu. Arena’da 5.000 kişinin toplandığı etkinlik Berlinli Türklerin Berlinli Almanlarla kaynaştığı bir ortamdı. Berlin’in önemli Türk girişimlerinin biri de berberlerdir. Onlar bile unutulmamıştı. Etkinlikte Türk berberinden, moda tasarımcılarına, Alman dansözlerden Türk modern dansçılara kadar uzanan çeşitli grupların hünerlerini sergilediği bir panayır havası vardı. Gece boyunca deyim yerindeyse su gibi rakı içildi, Berlin gibi bir yerde olmasına rağmen bir bardak bile bira yoktu. Rakıya eşlik eden mezeler ise Kitchen Guerilla grubu tarafından hazırlandı. Grubun elebaşısı iki kardeş Koral ve Onur Elçi Almanya üzerinden yeni Türk mutfağını şekillendiren kültür elçileri oldular, yanlarına yandaşlarını katarak Almanya,Türkiye hattında kocaman bir grup haline geldiler... Berlin’de misafir sanatçı artık rakı... Bakalım Almanların rakıya asimilasyonu ne kadar sürecek. Rakı muhabbeti ayakta, taburede dikilip bira içmeye benzemiyor, biraz da sohbet gerek. “The Spirit of İstanbul” festivalinden çıkarken gözüme birkaç yaşlı eski Berlinli takıldı. Kim bilir belki de Doğu Berlin kökenliydiler. Durmak bilmeksizin kendini yeniden inşa eden, sürekli kabuk değiştiren Yeni Berlin’e tutunmaya çalışıyorlar gibiydi. Madem modern çağ böyleymiş, biz de çağdaş olalım bari gibi bir havaları vardı. Eğlenen gençlerin yanı sıra rakı yudumlayan bu eski toprakları görünce umudum arttı. Değişmek mümkündü, yeter ki niyet olsun. İşin acıklısı ellerine kadehi almışlardı da sohbet edecek kimseleri yoktu. İçimden düşündüm: “Sen onu içmeye devam et Alman amca, biri dayanamayıp rakının muhabbetine gelecek, sana da bir çift laf edecektir!” l aylinoneytan@yahoo.com Lav sıtori çok söz yazma... ŞİİR acı çekmesin... Mehmet Tuncer Misafir çizer: Pelin Ünker Daha önce gittiğimiz bir kenti 35 yıl sonra tanıyamıyoruz. Kendimizi bile tanıyamaz iken kentimizi tanıyamamışız çok mu sahi? İbrahim Ormancı Otur kalk Fazla oturmak öldürüyormuş! Oturmazsam ölürüm valla.. İnsanlığın işkence ile sınavı Tiyatro eleştirmeni, yazar Gülşen Karakadıoğlu’nun kaleme aldığı “Nehir” adlı oyun, yakın tarihimize, 12 Eylül’ün korku ve işkence dolu ortamına iki kadının gözünden ayna tutuyor... SELDA GÜNEYSU T ürk siyasi tarihinin “korku ve işkence” dönemi, “bir tür çaresizlik” 12 Eylül... Henüz 17 yaşındaki Erdal Eren’in, İlyas Has, Hıdır Aslan, Serdar Soyergin’lerin, daha nice aydınların ipe gönderilmesiyle, hapislerde çürütülmesiyle anılan tarih... Ankara Devlet Tiyatrosu (ADT), bu tarihe bugünlerde “tiyatronun diliyle ayna tutuyor.” Tiyatro eleştirmeni ve yazar Gülşen Karakadıoğlu’nun (sağda) kaleme aldığı “Nehir” adlı oyun, o dönemin insanlarda yarattığı tahribatı, korku dolu ortamı ve hissedilen çaresizliği, iki kadının gözünden sahneye taşıyor. Yapısı gereği muhalif bir sanat olan tiyatronun bu tür oyunları daha fazla izleyici ile buluşturması gerektiğini kaydeden Karakadıoğlu’na göre oyun aynı zamanda “insanlığın işkence ile sınavını çarpıcı bir dille aktarıyor.” Gülşen Karakadıoğlu, yıllardır tiyatro eleştirmenliği ve hocalığı yapıyor. İlk kez bir oyunu DT sahnelerinde izleyici ile buluşuyor. Ankara Oda Tiyatrosu’nda izleyicilerin beğenisine sunulan oyunu, Karakadıoğlu, şu sözlerle anlatıyor: “Nehir, 12 Eylül günlerinde işkence görmüş iki kadının rastlantı sonucu bir araya geldiği günleri konu ediniyor. Türk tiyatrosunda ilk kez somut olarak 12 Eylül işkencesini konu edinen bir oyun oynanıyor. DT’nin bu tutumu için teşekkür ediyorum. Bence yapılması gereken de budur. Teşhir etmek... Bu aşağılık uygulamayı mahkum etmesini sağlamak... İşte tiyatro, sanat, bu görevi yerine getiriyor.” Karakadıoğlu, oyunu Vacide Öksüzcü’nün “incelikle, hiç kanırtmadan” yönettiğini vurguluyor. İclal Seper ve Özlem Gür’ün rol aldığı oyun için dramaturg Füruzan Tercan’ın büyük katkı sağladığını vurgulayarak, tiyatroseverleri oyuna davet eden Karakadıoğlu, oyunda izleyicinin salona girmesinden itibaren başlayan müziğin, sokağa çıkana dek sürdüğüne dikkat çekiyor. Çünkü Karakadıoğlu’na göre bir oyunun en önemli unsurlarından biri de müzik. Oyunun “yalnızca Türk siyasi tarihi açısından değil, dünya siyasi tarihi açısından da önemli olduğunu” belirten Karakadıoğlu, görüşlerini şöyle dile getiriyor: “Aynı faşizan yönetimlerle acı çekmiş Şilili Victor Jara, İnti İllimani, yalnızca müzikleriyle değil, öyküleriyle de yer alıyor oyunda. Victor Jara parça parça kesilerek öldürüldü Pinoche’nin cellatlarınca, şimdi kendi adıyla anılan stadyumda binlerce kişinin gözleri önünde... Ama o binlerce tutsak onun ‘El Pueblo Unido/ Birleşen Halklar Yenilmeyecek’ şarkısını söylüyorlardı bütün güçleriyle... İnti İllimani ise turnede oldukları için ölümden kurtuldular ve yıllarca ülkelerindeki faşist yönetimi anlattılar dünyaya. Ülkemize de gelip konser verdiler biliyorsunuz. Pinoche’ye ne oldu? Yıllarca orda burda gezdirip, lüks ve safahat içinde yaşattı Avrupa ülkelerinin yöneticileri onu. Bu oyun da işkencenin insan bedeni ve ruhundaki travmayı anlatıyor. İşkence insanın insanlıkla sınavı. İşkence sözcüğünün hemen ardından duyumsadığımız utanç düşüncesiyle yetinmemek için ne yapılmalı? Birçok şey olabilir. Öncelikle utanması gerekenlerin; işkenceyi yapan, yaptıran, doğal bulan, kovuşturmayan, hoş gören ve hatta ödüllendiren mekanizmalar olduğu bilincini edinmemiz gerekiyor.” Oyunda, bire bir işkence sahnesi yer almıyor. Karakadıoğlu, “Bu hem inandırıcı, hem de etkileyici değil çünkü... Estetik de değil... Seyircinin somut olarak işkence görmesi değil, işkencenin insanı ne kadar etkilediğini sahnede görmesi çok daha önemli bence” diyor. Kendisinin de 12 Eylül dönemini unutamadığını belirten yazar, “ülkemizin sıklıkla demokrasi dışı iktidarlarca yönetildiğini” vurgulayarak, işkencenin Türkiye’de farklı şekillerde hâlâ sürdüğüne dikkat çekiyor. Karakadıoğlu, “Hâlâ hiçbir işkence suçlusu doğru düzgün yargılanmıyor, cezalandırılmıyor. Utanılası, üstü örtülesi olan işkence görmek değil. Benim yaşıtlarım arasında 12 Mart’ta, 12 Eylül’de aileler, özellikle küçük burjuva aileler, bunu saklar, ‘geçmiş olsun ziyaretleri’nin gerekçesi hiç söze dökülmeden, sessizce yapılırdı. Ülkeyi bu yöntemle zapturapta alarak yönetmiş sayısız faili meçhulün, faili olmuş bir içişleri bakanını hapisten kurtarmanın entrikalı yolları aranıyor. Zaten halkımız da ona ‘Seninle gurur duyuyoruz’ diye sloganlar atıyor” diyor. “Nehir”, sezon sonuna dek, Ankara Oda Tiyatrosu’nda, tiyatroseverlerin beğenisine sunulacak. l C M Y B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear